Bir zevk-i tahattur: CHP'nin 36. Kurultayı vesilesiyle

Dr. Öner Buçukcu / Afyon Kocatepe Üniversitesi
10.02.2018

Kurultay dolayısıyla yaşanan tartışmalar CHP üzerine esas sorulması gerekenleri unutturdu. “Adalet ve Cesaret” temasıyla gerçekleştirdiği Kurultay’la 2019’a gidecek olan CHP’nin bir yönü var mıydı? CHP seçmene ne vaad ediyordu ve Türkiye’nin toplumsal yapısını nasıl değerlendiriyordu? Kurultay neticesi bu sorulara pek de cevap vermedi.


Bir zevk-i tahattur: CHP'nin 36. Kurultayı vesilesiyle

CHP’ye karşı Türkiye’de sol aydınların bakışı özellikle 1960’lı yılların başlarında gayet olumlu gözükmektedir. Bunun en önemli sebebi o dönem sosyalist aydının önemli bir bölümünün 27 Mayıs darbesini sahiplenmesine paralel CHP lideri İnönü’nün de darbeyi desteklemesi, en azından sempatik bir tarafsızlık içeri-sinde bulunmasıdır. Darbe sonrasında MBK yönetimi yeniden sivillere devrettiğinde İnönü, strateji icabı da olsa, bir “mefkûre” olarak 27 Mayıs’ı sahiplendiği için kendisini sosyalist olarak tavsif eden kesimlerde de oldukça olumlu bir değerlendirme söz konusu olmuştur. 1962 yılında bir parti grubu toplantısında İnönü’nün kurduğu şu cümleler Yön dergisinde olumlu bir değerlendirmeyle yer bulmuştur: “Bilmenizi isterim ki 27 Mayıs’a karşı yapılan her hücum, her tahrik aslında CHP’ye de karşıdır. 27 Mayısçılarla biz müşterek bir cepheyiz. 27 Mayıs’a yapılan hücumların bize yapıldığını da unutmamalıyız.”

İlericilik zemininde ve 27 Mayıs ortaklığında CHP’ye siyasal bir alan açma arayışının tabii bir neticesi olarak ise zaman içerisinde dönemin sosyalist hareketi TİP ve CHP karşı karşıya gelmeye başlayacaktır. Önceleri bu ayrışmanın derinleşmemesi için çaba gösterilirken ilerleyen dönemde taraflar netleşecek, pozisyonlar keskinleşecektir.

Ortanın solu

TİP’in başlangıçta CHP ile arasına çok kesin sınırlar çekmediği görülmektedir. Ancak CHP’nin TİP’e tepkisi benzer değildir. TİP’ten yönelebilecek tehdidi bertaraf edebileceği ümidiyle İnönü’nün kabullendiği Ortanın Solu yaklaşımını Ecevit partinin sosyal tabanını yenilemek için de bir fırsata dönüştürmeyi deneyecek; bu stratejilerin derinde gerçekleşen mücadelesi esnasında ise TİP ve CHP arasındaki uçurum büyüyecektir. CHP’de Ortanın Solu anlayışının belirmesinin daha çok 1965 yılında üçüncü İnönü hükümetinin yıkılması sonrasında olduğu söylenebilir. 27 Mayıs’ın mirası ve TSK’nın dipçiği üzerinde yükselen İnönü hükümetleri 1965 seçimlerinde AP karşısında bu kadar ciddi bir yenilgi beklentisi içerisinde değildir.

1965 seçimlerinde yaşanan mağlubiyet, bununla birlikte Parti’nin geleneksel tabanından TİP’e ufak da olsa bir kayışın gözlenmesi, sosyalizm vurgusunun koyulaşması sonrasında değişim ihtiyacı ve talebi daha belirgin hale gelmiştir. Bu ihtiyaç ve talep Ortanın Solu açılımı ile karşılanmaya çalışılacaktır. CHP’yi Ortanın Solu söylemine iten sebepler çeşitlidir. Ülkede canlanan sol-sosyalist söylemin de etkisi olduğu söylenebilir. Ancak bu etki abartılmamalıdır. CHP’yi Ortanın Soluna soldan gelen basıncın yönelttiğini iddia etmek abartılı ve indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. Bu konuda Kurtuluş Kayalı da benzer bir kanaattedir. Bülent Ecevit’in kendi soluyla arasına bir çizgi çekme ve ayrışma arayışının sürekliliğine vurgu yapan Kayalı bu çerçevede Ecevit’in Ortanın Soluna yönelmesinin TİP’in işlevinden etkilenmesine bağlanmasını açıklayıcı bulmadığını ifade etmektedir. Kayalı’ya göre Ortanın Solunu daha çok İlk Hedefler Beyannamesi ve bu beyannamenin 1961 Anayasasına yansıması etkilemiştir.

‘Ortanın Solu’ndan farkı 

Ortanın Solu, devletçilik ve devrimcilik ilkeleriyle küçük burjuva radikalizmine de hitap edecek bir ifade olarak sosyal demokrasinin karşılığı ve biraz da Türkiye’ye özgü koşullara uyarlanmış hâli olarak değerlendirilebilir. Adalet Partisi’nin liberal bir ekonomiyi savunduğu ortamda onun tamamen zıddında yer alan TİP 1965 itibariyle amorf bir sosyalizm anlayışını savunmaktadır. CHP ve İnönü ise tam manasıyla liberal bir ekonomik düzene karşı olduğu gibi bir sosyalist düzene de karşıdır. Bu çerçevede ilk başta Ortanın Solu adlandırması CHP’nin yaklaşımını AP’den ve TİP’ten ayırt edecek bir formül olarak düşünülmüş gibidir. Diğer bir deyişle aşırı akımları durduracak bir istinat duvarı, bir güç olarak tasarlanmış ve Nermin Abadan Unat’ın değerlendirmesiyle CHP tarafından Türk devletinin ana vasfı olarak nitelenerek ideolojik bir anlam kazanmıştır. Bu yaklaşımda devletçilik en merkezi yerdedir. İnönü’nün Abdi İpekçi’ye verdiği mülakatta Ortanın Solunu açıklarken “CHP’nin bünyesi itibariyle devletçi” oldu-ğundan dolayı ekonomik görüş olarak Ortanın Solunda olduğunu ifade etmesi bu durumu göstermektedir. İnönü daha sonraki bir başka mülakatında devletçiliğin yanına halkçılık ve laikliği de ekleyecektir. En önemlisi ise İnönü’nün milliyetçilik vurgusudur. Ortanın Solu tabii olarak milliyetçiliktir. Diğer taraftan Ecevit, Ortanın Solu kavramına reformist (devrimci) bir hava da eklemekte, böylelikle hem Kemalizmle hem de solla ilginç bir irtibat tesis etmektedir. Ancak onda da milliyetçilik merkezi bir yerdedir. Dönemin Genel Sekreteri ve Ortanın Solu yaklaşımının teorisyeni Ecevit’in yıllar sonra Genel Başkan olarak girdiği seçimlerde kurduğu şu cümleler Ortanın Solunun leitmotivini anlamak açısından güzel bir örnektir: Biz Demireller-den, Türkeşlerden milliyetçilik dersi almayız. Sevgili kardeşlerim; biz milliyetçiliği sokak duvarlarına değil, Kıbrıs’ın topraklarına, Ege’nin deniz yataklarına yazmışız. Biz milliyetçiliği Batı Anadolu’nun haşhaş tarlasına yazmışız...

Bununla birlikte Ortanın Solu söylemi parti içerisindeki muhafazakâr kanat tarafından tepkiyle karşılandığı için 1965 seçimlerinde beklenen ba-şarı elde edilememiştir. 1965 Seçimleri sonrasında da parti içerisindeki çekişme devam edecek, parti lideri İnönü bir süre tarafsız kaldıktan sonra ağırlı-ğını Ecevit’in başını çektiği yenilikçilerden yana koyacak ve neticede Turhan Feyzioğlu’nun başını çektiği ve Sekizler olarak adlandırılan muhalif grup 1966’daki 18. Kurultay’da CHP’den tasfiye edilecek ve Feyzioğlu Güven Partisi’ni kuracaktır.

Ortanın Solu yaklaşımı, “sol”un en azından kavramsal düzeyde devletin kurucu partisi tarafından sisteme akredite edilmesi dolayısıyla önemli bir işlev görmüştür denebilir. Diğer taraftan CHP’nin sol vurgulu bir strateji izlemeye başlaması TİP’in etki alanını zayıflattığından CHP ve TİP karşı karşıya gelmiş ve Ortanın Solu dolayısıyla CHP’ye dönük eleştirellik ağır basmaya başlamıştır. Bu eleştirellik orta sınıflar ve Kemalizme dönük bir eleştirelliği de beraberinde getirecektir. 1960’ların ilk yarısında Kemalizmin sosyalizmin ta kendisi olduğunu ispatlama yarışına giren sol-sosyalist çevrelerde 1967 sonrasında dozu giderek artacak bir Kemalizm eleştirisi biçimlenmeye başlayacaktır.

Bugün CHP içerisinde yaşanan tartışmalara ve CHP üzerine özellikle sol-sosyalist çevrelerde yapılan tartışmalara bakıldığında yukarıda kısaca özetlenen süreci bilen kimseler için bir dejavu hissinin oluşmaması mümkün değil galiba. Çünkü aradan 50 yıl geçtikten sonra solda CHP’nin işlevinin ne olacağı ve ne olması gerektiğine dönük bir tartışma tüm hızıyla devam ederken CHP de içten içe kaynıyor, kendisine bir yön tayin etmeye çalışıyor. CHP’ye taalluk eden boyutlarıyla bu iki kesimi de CHP üzerinden bir tartışmaya ve arayışa iten sebep 16 Nisan referandumu sonrasında siyasal zeminin tamamen değişmesi. Bu zeminin siyaseti daha çok ittifaklara yöneltiyor olmasının ve anti-Erdoğan diskurun yarattığı motivasyonun etkisiyle sol-sosyalist çevrelerde Kemalizm eleştirisinin eleştirisi gibi bir trend belirmiş bulunuyor. Tam bu esnada Ankara’da toplanan 36. CHP Olağan Kurultayı’nda yaşananlar geçmişten geleceğe CHP’ye ilişkin ufuk açıcı bir portre ortaya koyuyor.

Genel Başkan baskısı

3-4 Şubat 2017’de gerçekleşen kurultayda, kurultay öncesi genel başkanlık için her ne kadar 4 isim adaylığını açıklamış olsa da Deniz Baykal’ın kayd-ı hayat şartıyla Genel Başkanlığını garanti altına almak üzere oluşturulan tüzükteki delegelerden imza toplama koşulu dolayısıyla sadece iki isim oylanabildi. Diğer adaylar Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun Parti Meclisi listesini delmeye odaklandılar. Gerekli koşulları sağlamayı başaran Muharrem İnce ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa adaylığı sürecinde de ilginç anlar yaşandı. Önce Muharrem İnce genel başkan adayı olarak konuşma gerçekleştirdi. Ardından Divan Başkanı Muharrem İnce için imza veren delegelerden 48 tanesinin Kemal Kılıçdaroğlu için de imza verdiğinin tespit edildiğini, bu durumda İnce’nin adaylık vasfını kaybettiğini duyurdu. Bu noktada Kılıçdaroğlu bir demokrasi şovu yapmaya çalıştı ve seçimlere tek aday olarak girmeyi uygun bulmadığını, söz konusu 48 delegenin kendi listesinden düşülmesini talep etti. İnce şova şovla karşılık verdi ve lütuf istemediğini söyledi. Bu arada Divan Başkanı Büyükerşen bu beyanatın İnce’nin yarıştan çekildiği şeklinde mi yorumlanması gerektiğini, bu konuda bir açıklama yapılmasını istedi. İnce’den bu açıklama gelmeyince ve ortam gerginleşince Divan iki adayın yarışacağını ilan ederek krizi çözdü. 48 imzanın akıbeti konusunda ise bir açıklama yapılmadı!

Bitmeyen hizipler

Kurultaydaki ilginçlikler bununla da sınırlı kalmadı. Şöyle ki, ikili oynayan 48 delegenin oyu düşüldüğünde 115 delege oyuyla aday gösterilmiş olan Muharrem İnce 447 oy alırken 1081 delegenin aday gösterdiği Kılıçdaroğlu ise 790 oy alabildi. Benzer bir görüntü 2014 yılındaki Kurultay’da da ortaya çıkmıştı. O kurultayda da Kılıçdaroğlu 944 delege tarafından aday gösterilmesine rağmen 740 oy alabilmiş; İnce ise 177 delege imzasıyla aday gösterilmesine rağmen 415 oy almıştı. Diğer taraftan Kılıçdaroğlu’nun Parti Meclisi listesini bu Kurultay’da sadece 10 kişi delebildi. Geçen Kurultay’da bu rakam 23’tü. Bu sonuçlar delege üzerindeki genel başkan baskısını çok net bir biçimde ortaya koydu. Daha da önemlisi CHP seçmeni üzerinde de ciddi bir hayal kırıklığına yol açtı. Kendisine imza veren delegenin oyunu alamayan Genel Başkan’ın seçmenden oy almasının imkansız-lıkları üzerine çeşitlemeleri fazlasıyla okuduk. 2019 seçimlerine gidilirken yeni bir “Çatı Aday” faciası yaşanabileceği endişesi ise sekülerist kesimlerde ve sol çevrelerde en çok dile getirileni. Kurultay dolayısıyla yaşanan tartışmalar CHP üzerine esas sorulması gerekenleri ise unutturdu. “Adalet ve Cesaret” temasıyla gerçekleştirdiği Kurultay’la 2019’a gidecek olan CHP’nin bir yönü var mıydı? CHP seçmene ne vaad ediyordu ve Türkiye’nin toplumsal yapısını nasıl değerlendiriyordu? Kurultay neticesi bu sorulara pek de cevap vermedi.

CHP’nin toplumu ve siyaseti nasıl anladığı konusunda kafalar karışık. 36. Olağan Kurultayın ortaya çıkardığı üç ana hizip bu konuda hem gö-rüşleri hem de kafa karışıklığını takip etmek açısından işlevsel olabilir. İlk hizip Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun şahsında müşahhaslaşan, ideolojik yönelimleri belirsiz, amorf bir söyleme sahip, benim pragmatistler olarak adlandırdığım, aslında geçici bir ittifak şeklinde biçimleniyor. Bu ittifak aynı zamanda CHP içerisinde Kılıçdaroğlu’nu da Genel Başkanlık koltuğunda tutan çoğunluğu sağlıyor. İçerisinde farklı görüşlerden insanları pragmatik sebeplerle barındıran bu yapı CHP’nin 1980 sonrası ideolojisizleşme sürecinin de bir ürünü. Diğer taraftan CHP’de yaşanan lider krizinin de bir neticesi. Bu hizbin medyadaki ve siyasetteki temsilcilerinin kapalı kapılar arkasında en çok dillendirdikleri “Elimizde daha iyisi yok” cümlesi ya da bu cümlenin bir başka versiyonu olarak değerlendirilebilecek, siyasetten ve iktidardan umutsuzluğun da göstergesi olan “Kim var ki?” sorusu bahsettiğimiz lider krizini net bir biçimde ortaya koyuyor.

İkinci hizip Muharrem İnce’nin liderliğinde kendisini belli eden daha seküler milliyetçi reflekslere sahip, Atatürkçülük, devrimler vurgusu daha yoğun, popülizme yatkın, sola da sağ/muhafazakarlığa da mesafeli sert bir grup. Bu grubun basit de olsa Kemalizmin hard core yorumundan besle-nen bir ideolojik düzeyi var.

Üçüncü hizip ise İstanbul Milletvekili İlhan Cihaner ile İzmir Milletvekili (ve Parti eski sözcüsü) Selin Sayek Böke’nin başını çektiği ve kendileri-ni “sol cesaret” olarak adlandıran grup. Diğer hizipler de kendi içlerinde ilgi çekici olmakla birlikte özellikle liberal sol çevrelerin en fazla iltifat ettikle-ri, daha ihtiyatlı bir ifadeyle dikkat ettikleri grup “sol cesaret” hizbi oldu. Kurultaydan hemen önce yayınladıkları bir manifestoyla da görüşlerini derli toplu ortaya koymuş oldular. Manifesto okunduğunda üç temel varsayım üzerine bina edildiği rahatlıkla görülebilir. Kemalist devrimler ile sosyal demokrasi arasında bir süreklilik ya da örtüşme, buradan hareketle “geçmişi biz kurduk geleceği de biz inşa edelim” sloganıyla kurucu iradenin, diğer bir deyişle buyurucu kodun tanımlanması ve sahiplenilmesi, faşizm vurgusuyla bir “direnme hakkı” kategorisi oluşturmaya meyyal Gezi olayları hatırlatması.

Mesele üçüncü hizbin söyledikleri etrafında ele alındığında aslında diğer iki hizipten farklı bir şey söylemiyor oldukları rahatlıkla görülebilir. Üç hizbin de ortak noktası CHP’yi siyasal yelpazenin solunda konumlandırıyor olmaları. Bu hizipleri Turhan Feyzioğlu ve Bülent Ecevit’in şahıslarında müşahhaslaştığı şekliyle sağ ya da sol diye ayırmak da pek mümkün değil çünkü “sol cesaret” grubunun manifestosunda bahsettiği ilkesel durumlara dönük diğer hiziplerden tepki gelmeyeceği rahatlıkla söylenebilir. Referandum sonucunu kabullenmeye dönük atalet ve benzeri eleştiriler ilkesel değil pratiğe dönük görüş farklılıkları olarak değerlendirilmek mecburiyetindedir. Bu üç hizip etrafında belirginleşen CHP içi tartışmalar, CHP dışında bi-çimlenen ve gelişen CHP’ye dair tartışmalarla bir arada değerlendirildiğinde ortaya ilginç bir tablo çıkıyor: 1960’lı yıllardan bugüne değişen çok da fazla bir şey yok. CHP hâlâ yönünü tayin etmeye çalışıyor ve CHP dışı sol hâlâ CHP’den bir “devrim stratejisi” üretilebilir mi ya da CHP ile ittifak yapılabilir mi sorusu üzerine kafa yoruyor. 36. Kurultay’dan geriye kalan ise bir zevk-i tahatturdan fazlası değil.

Dr. Öner Buçukcu / Afyon Kocatepe Üniversitesi @onerbucukcu