Bir ziyaretin şifreleri

Abdülkadir Özkan / Yazar
18.02.2017

Bakan Avcı’nın İsrailli muhataplarına Martin Buber üzerinden “canavarlığın sınırlarını” hatırlatması ve dünyanın vicdanına seslenmesi ziyareti çok daha değerli kılıyor. 1948’den bu yana “gerilemesini beklediğimiz canavarlığın” günün birinde sona ereceğine yönelik umudumuzu asla kaybetmeyelim.


Bir ziyaretin şifreleri

“Yahudilerin çoğu bizden değil de Hitler’den ders almayı tercih etti. Hitler, tarihin aklın yolunu değil de kudretin yolunu izlediğini ve bir halkın yeterince güçlü olduğu zaman pervasızca başkalarını öldürebildiğini gösterdi. İşte bizim karşı koymak durumunda olduğumuz durum budur...” (1)

Bu sözler diyalog felsefesinin kuramcısı, Avusturya asıllı, ünlü Yahudi filozof Martin Buber’e ait.  Buber, 1938’de Nazi zulmünden bugünkü İsrail topraklarına kaçarak sağ kurtulmayı başarmış bir isimdir. 1965’te hayata gözlerini yumduğunda İsrail’in bütün Filistin toplumunda büyük acılara, zulüm ve travmalara sebep olacak 6 Gün Savaşları henüz yaşanmamıştı. Bir başka ifadeyle vicdan sahibi herkesin içini kanatan İsrail işgali bugünkü halini almamıştı. Buna rağmen Buber, sessizliğini bozarak yozlaşan dinî ve millî Siyonizmi hedef almış, İsrail’e yönelik eleştiri cümlelerini 1947 sonrası bölgeye hakim olan acımasız Siyonizm felsefesini ve Yahudi milliyetçiliğini eleştirmek üzere kurmuştu. İhud Partisi’nin kurucuları arasında yer alan; İsrail’in tek devletli çözüm önerilerinin kalıcı barışa hizmet etmeyeceğine, çözümün Araplardan ve Yahudilerden oluşacak “iki milletli bir devlet” modelinden geçtiğine inanan Buber radikal Siyonistlerin aforozuna maruz kalmıştı. Buber’in Siyonizme yönelik en önemli eleştirilerinden birisi, şovenizmin son tahlilde kutsallaştırılmış bir bencilliğe dönüştürülmüş olmasıdır. Buber bu kanaatini şöyle ifade eder:

 “Altmış sene önce bu Siyonist harekete girdiğimde hissettiğim duygu, esas itibariyle bugün de hissetmekte olduğum duygudur. Bu milliyetçiliğin diğerlerinin yolundan gitmeyeceğini umuyordum. Diğer milliyetçilikler büyük bir umutla başladılar ve sonunda kutsallaştırılmış bir bencillik haline geldiler. Hatta Mussolini gibiler, kolektif bencillik bireysel bencillikten daha kutsal olabilirmiş gibi, kendilerini “sacro egoismo” ilan ettiler. Bizler Filistin’e döndüğümüzde kesin ve asıl soru şu oldu: “Sizler buraya bir dost, kardeş Ortadoğu halkları topluluğunun bir üyesi olarak mı geliyorsunuz, yoksa sömürgeciliğin ve emperyalizmin temsilcileri olarak mı?” (2)

Avcı’nın ziyareti ve Buber...

Martin Buber, 20. yüzyılda İsrail zulmünü eleştirmekten çekinmemiş önemli fikir adamlarından yalnızca biridir. Buber’i son günlerde daha da önemli kılan, yahut önemini yeniden hatırlamamıza vesile olan şey ise geçtiğimiz günlerde İsrail ve Filistin’e yedi yıl aradan sonra ilk resmî ziyareti gerçekleştiren Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı’nın konuşmasının bir bölümünde Buber üzerinden mesaj vermesiydi. Geziye eşlik eden biri olarak kitaba ve kaleme olan düşkünlüğüyle tanıdığımız Bakan Avcı’nın öğrencilere yönelik kitap tavsiyesinde bulunması sürpriz bir çıkış değildi. Ancak tercihini, diyalog felsefesinin kuramcısı Yahudi filozof Martin Buber’den yana kullanarak, Yahudi öğrencilere I and Thou ve Between Man and Man kitaplarını tavsiye etmesinin kritik bir hamle olduğunu itiraf etmek lazım. Bu nedenle Bakan Avcı’nın ziyaretini, özellikle İsrail ayağını, Buber üzerinden doğru okumak gerekir.

Normalleşmenin yolu 

Her ne kadar son zamanlarda içi olabildiğince boşaltılmış ve kirletilmiş olsa da ilişkilerin devamını sağlayan en önemli etken diyalog kanallarının açık tutulmasıdır. Buber’in kitaplarının en dikkat çeken özelliği ‘Ben-Sen’ ve ‘Ben-O’ ilişkisi üzerinden insan aidiyetlerini ve empatinin toplumsal ve bireysel huzura sağladığı kalıcı katkıları analiz etmesidir. Bakan Avcı’nın ilk mesajı, tarafların, özellikle işgal ve acı üzerine bir krallık inşa etmeye çalışan İsrail kanadının, muhatabı olan Filistinlilerle insanî diyalog kurmaları konusundaki ısrarıydı. ‘Bir Yahudinin kendisi için ontolojik birer gereklilik olarak kabul ettiği yaşam hakkını ve özgürlükleri bir Filistinli için de meşru görmediği sürece bölgede kalıcı barışın ve huzurun temin edilmesi mümkün değildir’ mesajıydı bir anlamda Bakan Avcı’nın vermeye çalıştığı. Nitekim, Avcı’nın Yahudi üniversite öğrencilerine tavsiye ettiği Between Man and Man kitabının, 1929’da kaleme alınan  “Rüya” bölümüne atıf yapması, ziyaretin maksadının Yahudi gençleri tarafından doğru anlaşılmasının,  Buber’in rüyasını doğru okumaktan geçtiğini söylemesi bunun en açık ifadesiydi. Buber’in rüyası, -özellikle işgal altındaki topraklarda ezana kısıtlama getirmeye çalışanlara- sanki bugünler için yazılmışçasına, çok şeyler söylüyor.

Nabi Avcı’nın Tel Aviv’deki basın toplantısında verdiği ikinci mesaj ise dinî ve milliyetçi Siyonizm felsefesinin sonucu ortaya çıkan Filistin topraklarındaki İsrail tahakkümünün bölgesel istikrarın önündeki en büyük engel olduğuna yönelikti. Buber, insanın özünü oluşturan şeyin, diyaloga dayanan ilişkiye açıklığı olduğunu söyler. İnsan ilişkisel bir varlıktır, her daim ilişki kurmaya, diyaloga girmeye açıktır, hep bir ilişkiler ağı içindedir. İnsanlar arasındaki bu ebedi ilişkinin temel modeli insanın Yaratıcı ile kurduğu “Ben-Ebedî Sen” ilişkisidir. Buradan elde edilecek çıkarım, muhatabı ile doğru ilişki kuramayan bireyin Yaratıcı ile de sağlıklı bir ilişki kurmasının mümkün olmadığı gerçeğidir. Aslında bu sorun, teolojik temellere dayandığı iddiasında bulunan İsrail devletinin  yeni siyaset ve stratejiler geliştirmesini zorunlu kılıyor. Bunun yolu da birey ile yani Filistinliler ile doğru iletişimden ve muhataplarının hissiyatları hakkında empati yapmaktan geçiyor. Aksi halde Buber’in ifadesiyle Siyonizmin din adına inşa etmeye çalıştığı krallık, Nazi vahşetinden öteye geçemeyen bir zulüm hegemonyası olarak kalmaya mahkumdur.

İşgal, zulüm ve İsrail...

Teolojiden konu açılmışken önemli bir noktaya dikkat çekmekte yarar var. Siyonizmin temel felsefesinde Yahudiler sahiplik iddiasında bulundukları toprakları Tanrı ile aralarındaki ahde bağlarlar. Bir başka ifadeyle, Tanrı’nın yeryüzünün bir bölgesini, Kenan diyarını, aralarındaki anlaşma uyarınca başkaca bir halka değil sadece Yahudi halkına tahsis ettiğine, buna göre Yahudiler “anlaşmaya sadık kaldıkları sürece” Tanrı’nın da sadık kalacağına ve hâkimiyetlerinin süreceğine inanırlar. Ancak tasavvur edilen bu Tanrı inancının binbir türlü işgal ve zulüm karşısında bu anlaşmanın bozulacağını öngörmesi beklenir ki, belki de Siyonizmin şu an içinde bulunduğu en büyük çıkmazlardan birisi budur. İsrail’in Filistin halkına ve topraklarına dönük işgal ve zulüm politikaları devam ettiği sürece Tanrı ile aralarındaki bu sözde vaadin kısa süreceğini söylemek kehanet olmasa gerek.

Ziyaret dönüm noktası

Nabi Avcı’nın konuşmasında hem Türk, hem Yahudi gençlerine tavsiye ettiği bir diğer kitap da, 1930’larda yükselişe geçen Nazi iktidarından kaçıp Türkiye’ye gelen Yahudi asıllı bilim adamlarının hikâyesini anlatan Neumark’ın Boğaziçi’ne Sığınanlar kitabıydı. Kendisi de “Boğaziçi’ne sığınan” bir Yahudi bilim adamı olan Neumark, bu kitabında, tıpkı 500 yıl önce İspanya’dan, engizisyondan kaçan Yahudiler gibi, kendilerinin de Türkiye’de nasıl bir hüsnükabul gördüklerini anlatır. Bugün Filistin topraklarında Yahudiler için yeni yerleşim yerleri inşa etmek üzere işgal politikasını sürdüren İsrail siyasetinin Neumark’tan ders alması gereken çok şey olduğu açık.

Filistin sorunu, yıllardır vicdan sahibi herkesin çözümü için mücadele ettiği, işgallerin, acıların ve zulümlerin son bulması için siyasal stratejiler geliştirmeye çalıştığı 21. yüzyılın en dramatik ve en travmatik meseledir. Bir işgal ve travma devleti olan İsrail’le diyalogun sürdürülmesi, iletişim kanallarının açık tutulması Filistin halkının menfaatine olduğu kadar bölgesel huzurun da teminatıdır. Bu bakımdan Bakan Nabi Avcı’nın yedi yıl aradan sonra gerçekleşen bu ziyareti, bölge halklarının barışına katkı sağlayacak önemli bir dönüm noktası olmaya adaydır. 

1960’lı yıllarda İsrail’in Filistin topraklarındaki işgaline sessiz kalmayan Buber’den sonra bir başka Avusturyalı, ünlü Yahudi edebiyatçı Stefan Zweig’in Dünün Dünyası adlı eserindeki şu ifadelerle bitirelim. Şöyle diyor Zweig: “Hak denilen şeye sımsıkı bağlı bizler, bir Alman, bir Avrupa ve bir dünya vicdanının varlığına inanıyor, canavarlığın da bir sınırı olacağını ve insanlık önünde gerileyeceğini sanıyorduk...” Bakan Avcı’nın İsrailli muhataplarına Martin Buber üzerinden “canavarlığın sınırlarını” hatırlatması ve dünyanın vicdanına seslenmesi ziyareti çok daha değerli kılıyor. 1948’den bu yana “gerilemesini beklediğimiz canavarlığın” günün birinde sona ereceğine yönelik umudumuzu asla kaybetmeyelim.

[email protected]

 

Buber'in "Rüya'sı"

(Nabi Avcı’nın 4-5  Kasım 2010 tarihinde Bilkent Üniversitesi’nde düzenlenen Kültürel Miras ve Müzik Kongresi’ndeki konuşmasında yaptığı çeviriden alınmıştır.)

 

Aynı rüyayı, değişik biçimlerde bazen birkaç yıllık bir arayla hep görüyorum. Çifte ağlama (çığlık) rüyası diyorum ona. Çerçevesi hep aynı bu rüyanın. Derme çatma, “ilkel” bir dünya. Sirakuza’lı Latomias’ınki gibi, kendimi alabildiğine geniş bir mağarada, veya uyandığımda fellah köylerindeki evlere benzettiğim toprak bir yapıda veya (daha önce gördüğümü hiç anımsamadığım) göz alabildiğine uzanan bir ormanın kıyıcığınca buluyorum.

Rüya, çok değişik biçimlerde başlıyor fakat her defasında, önce olağanüstü bir şey oluyor; söz gelişi, rüyamda  adını bildiğim, fakat uyandığımda hatırlayamadığım, yavru aslana benzeyen küçük bir hayvan kolumdan etleri sıyırıyor ve biraz zorlanınca ağzındakini bırakıyor. Garip olan şu: Olayların, süre içinde, görünen anlamlarının da son derece önemli olduğu bu rüya hikayesinin ilk bölümü, her zaman, sanki hiçbir önemi yokmuş gibi baş döndüren bir hızla gelişiyor. Sonra birdenbire hız kesiliyor: Ben orada dikelmiş, çığlık çığlığayım. Uyanık bilincimde kalanlara göre, çığlığım, önceden olup bitene göre değişiyor: Bazen sevinçli, bazen korkulu, hatta bazen acı ve zafer dolu. Fakat sabahları uyandığımda çığlığım böyle anlamlı ve zengin görünmüyor.

Çığlığım hep aynı: Anlaşılmaz fakat uyumlu, inip çıkan, o anda uyanıversem hançeremin dayanamayacağı bir doluluğa doğru kabaran, uzun ve kısa, sessiz, büsbütün yavaş, sonra çok uzun bir çığlık, bir türkü… Bittiği zaman, yüreğim çarpmaz oluyor. İşte o zaman bir yerlerden, uzaklardan bir yerlerden başka bir çığlık bana doğru geliyor, başka biri tarafından söylenen veya atılan, benim çığlığım gibi başka bir çığlık.Yine de aynı çığlık değil, benim çığlığımın “yankı”sı hiç değil; ama benimkinin gerçek cevabı. Benim çığlığımı hafiflemiş biçimde de olsa ayrı perdede tekrarlamıyor ama benim çığlığımı karşılıyor, perde perde cevaplıyor. O kadar ki, benim kulağıma ilk zamanlar soru gibi gelmeyen kendi çığlığım, şimdi herbiri kendi cevabını alan uzun soru silsileleri gibi görünmeye başlıyor.

Cevap sorudan daha açık, daha yorumlanabilir değil; aynı çığlığı karşılayan çığlıklar da  yine  birbirinin aynı değil. Her defasında yeni bir ses... Ama şimdi, cevap sona ererken, düşüşü takip eden ilk anda, bir kesinlik, gerçek bir rüya kesinliği kaplıyor beni: Şimdi oldu. Başkaca bir şey değil; yalnızca bu ve bu biçimde: Şimdi oldu. İlle açıklamaya çalışırsam,  bunun anlamı şu: Benim çığlığımı doğuran olay, yalnızca şimdi, cevapla birlikte, gerçekten ve kuşkusuz bir biçimde olmuştur.

İki yıl öncesine, son görüşüme kadar, bu rüyayı hep bu minval üzre görmüştüm. Başlangıçta her zamanki gibiydi: Hayvan vardı; çığlığım uzaklarda sona erdi, yüreğim sessizce bekledi. Fakat sonra sessizlik oldu.

Hiçbir cevap gelmedi.

Dinledim, hiçbir ses duyamadım.

İlk defa, ilk defa cevap bekledim.

Daha önceleri hep şaşırtırdı beni, sanki daha önce hiç duymamışım gibi…

Bekledim.

Gelmedi.

Fakat bu defa bana bir şeyler oldu.

Sanki şimdiye kadar dünyadan duyguya kayarken kulaktan başka hiçbir geçişim yokmuş da, şimdi kendimi yalın duygularla, hem bünyemde örtülü olanlarla hem de çıplak duygularla donanmış olarak buluvermişim gibi... Böylece kendimi orada, öyle uzakta bütün duygulara ve sezgilere açık bırakıverdim.

...Ve sonra, uzaklardan değil, çevremi saran havadan, gürültüsüzce geldi cevap.

O ,benim çığlığımdan önce de oradaydı: O oradaydı ve şimdi kendimi ona açık bıraktığım zaman, benim tarafımdan algılanmaya razı oluyordu.

Daha önce gördüğüm rüyalardaki  cevap kadar eksiksiz, algılama yerleştirdim. Onu neyle duyduğumu söylemem gerekirse, “bedenimin bütün gözenekleriyle” derdim. Daha önceki düşlerimde, karşıdan gelen, benim çığlığımın karşılığı, cevabı oluyordu. Bu seferki, tanımlanması güç bir biçimde, anlaşılmaz bir mükemmellikle, bundan öncekilerin hepsini aşan bir karşılıktı. Zira, o zaten oradaydı. Sona erdiğinde, o kesinliği tekrar hissettim; ama her zamankinden çok daha güçlü bir biçimde: Şimdi oldu.

 

1)       Garaudy Roger, İsrail, Mitler ve Terör, Pınar Yayınları, 1996, Jewish Newsletter, 2 Haziran 1958.

2)       Garaudy Roger, İsrail, Mitler ve Terör