Bırakalım Bediüzzaman konuşsun

Alparslan Açıkgenç / Medeniyetler İttifakı Enstitüsü, FSMVÜ
31.10.2015

Muhasibi, Maturidî, Gazali, Razi, Mevlana, İbn Arabi, Davud Kayserî, Konevî ve günümüzde Ahmed Avni Konuk, Bediüzzaman Said Nursi gibi tamamen İslami kaynaklardan beslenen ve İslam ilim geleneğine sadık kalan düşünürlerimizin değerlendirilmesinde Batılı kavramlar tamamen geçersizdir. Bu yaklaşımdan hareket ederek Bediüzzaman ile ilgili yapılan değerlendirmelere yine kendi metinlerini kullanarak katkıda bulunmak istiyorum.


Bırakalım Bediüzzaman konuşsun

Eğitimini Doğu Beyazıt’ta Şeyh Muhammed Celâli’nin halka-i tedrisinde tamamlayarak icazetini 1892 yılında henüz on dört yaşında iken alan Bediüzzaman (Şu’alar, “Birinci Şu’a”) ilmi müktesebatı ile ilgili der ki, “Van valisi Tahir Paşa, konağında bana üst kısmında bir oda vermişti, ben orada kalıyordum. Gece odama çıktığımda o zaman hakâikten doksan kitap ezberimde idi; her gece üç saat okuyarak üç ayda bir devrediyordum. Cenab-ı Hakk’a şükür kardeşlerim, o mahfuzâtım, o tekrarlarım Kur’an’ın hakaikine çıkmaya bana basamak oldular. Sonra ben çıktım; Kur’an’a baktım. Her bir âyât-ı Kur’an, kâinatı ihata ettiğini gördüm.” O halde, Ey muhatabım! Eserlerimi”mütâlâa ederken acele etme... Şu anda ben sanki seninleyim ve sen de kendine ünsiyetle yaklaşır zannederek onun bahçelerini gezerken seni seyrediyorum. Sen onun bahçelerinde bu ümitle dolaşırken o sana yabancılaşıyor ve sana tanıdık gelmiyor. Kolayca koparır alırım zannıyla elini meyvelerine uzatıyorsun ama o meyvelerin dalları ellerine dikenleriyle bulaşıp ellerini kanatıyor. Sen elma gibi bir meyve zannedip sana uzanan meyveleri toplamaya çalışırken ben de seni arkadan seyrediyorum; ama meyveler sertleşiyor ve dişlerini kıracak kadar zorluyor veya ateş olup seni yakıyor yahut sakız gibi dişlerine yapışıp kalıyor. Neticeleri avlamak üzere uğraşırken ben yanından geçiyorum; ancak vuracağım denilen hedeflere okların ulaşamıyor. Sen de ümitsiz ve şaşkın hale geliyorsun. Sen bu kitabın bazı yollarına girmeye çalışıp kafanı duvarlara çarparken ve dişlerin darbelerle dökülürken, ben de senin gözyaşlarını siliyorum. Haline gül ve ağla. Kızıyorsun ve bana dönüp benden yardım istiyorsun. Ben de senin hayalinin gerisinden sana nida ediyorum ki, öfkelenme, sövme, acele etme ve bekle.” (Akgündüz,Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti, 1. cilt). Çünkü “şu fakir, garip Nursî ki, “Bid’atü’z-zaman” lâkabıyla müsemmâ olmaya layık iken, haberi olmadan “Bediüzzaman” ile meşhur olan biçare...geri kalmışlıktan ciğeri yanmış gibi feryad ü figan ederek, “Ah, ah, ah! Vâesefâ!” der ki: İslâmiyetinözünü terk ederek kabuğuna ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve su-i fehim ve su-i edeple İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti yerine getiremedik. Tâ, o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi (saklandı). Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyâtı usulüne ve hikâyâtı akaidine ve mecazları hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada tedip için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak, yine onun merhametidir. Öyleyse, ey ihvan-ı müslimîn! Geliniz, ona tarziye vereceğiz. Elbirliğiyle dest-i sadakati uzatacağız, biat edeceğiz. Onun hablü’l-metinine sarılacağız.”Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren, gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşvünema bulacaktır. Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir.”

Neden uzaklaştılar

Şimdi İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti yerine getiremediğimiz için bizden uzaklaşarak evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp nasıl ve neden saklandığını açıklayalım. “Araplar İslam öncesinde eğitim görmemiş bir toplum idi. Vakta ki içlerinden hak tecellî edip istidad-ı hissiyatları uyandı da, meydanda yol açan din-i mübîni gördüklerinden, umum arzu ve eğilimlerini, sadece dini bilgilere hasrettiler. Fakat kâinata olan bakışları,felsefi inceleme nazarıyla değil belki yeri gelmişken (istitraden), yalnız konuyu delillerle açıklamak içindi. Bundan sonra Müslüman olan diğer milletlerin malûmatları dahi Müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat, Vehb, Kâ’b gibi Yahudi âlimlerinMüslüman olmasıyla Arapların hayâl hazinelerine bir yol bularak safİslam düşüncesine karıştılar. Hem sonra da saygı dahi gördüler. Zira ulema-i ehl-i kitaptan İslâmiyete gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet tekemmül ettiklerinden, kendi kültürlerinin geçmiş bozuk ve sapık malûmatları Müslümanlarca kabul gördü ve reddedilmedi. Çünkü İslâmiyetin usulüne muhalif olmadığından, hikâye gibi rivayet olunurken, ehemmiyetsizliği için tenkitsiz dinlenirlerdi. Fakatne yazık ki, sonra hak olarak kabul edildiler ve böylece İslam hakkında çok şüpheler ve tereddütlere sebebiyet verdiler.Şu İsrailiyat,âyet ve hadîslerinmânâlarına değil, ancak kitap ve sünnetin bazı işaretlerine merci ve bazı anlayışlarasadece bir münasebetleme’haz olabilirlerdi. Belki, faraza doğru olsalardı,mâsadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan, su-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı âyet ve hadisleri o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler. HâlbukiKur’ân’ı tefsir edecek, yine Kur’ân ve hadis-i sahihtir. Yoksa ahkâmı mensuh olduğu gibi, kıssaları dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir.” (Muhakemât, Mukaddemeler).

Bu durumda içinde bulunduğumuz asrın bir özelliği olarak ne yapmamız hususunda “silsile-iNakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbânî (r.a.), Mektubat’ında demiş ki:

-Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim. Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır. Velâyet üç kısımdır. Biri velâyet-i suğrâ ki, meşhur velâyettir; biri velâyet-i vustâ, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise, verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır. Tarik-i Nakşîde iki kanatla sülûk edilir. Yani, hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve ferâiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa o yolda gidilmez.

Üç perde

Öyleyse, tarik-i Nakşînin üç perdesi var:Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir.Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir. Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir Geylânî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez; fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatıntehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.” (Mektubât, 5. Mektup)

O halde “Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, âvârenev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvârenev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” (Mektubât, 20. Mektup)

Eski Said gafildi

“Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gâfil kafasına müthiş tokatlar indi, el-mevtuhakkun kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı... Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı A’zâm olan Şeyh-i Geylanî (R. A.)’ınFutûhu’l-Ghaybnâmındaki kitabiyle tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: ente fi dâri’l-hikmeti fa’tlubtabîbenyudavikalbek. Aciptir ki, o vakit ben “Dâr’ül-Hikmet’il-İslamiyye” âzası idim. Güya ehl-i İslamın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Hâlbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir ... Ben dedim: “sen tabibim ol!”...Kitabı tamamen okudum ve çok istifade ettim. Sonra İmam-ı Rabbanî’ninMektubat kitabını gördüm...hâlis bir tefe’ül ederek açtım...Bana musırrane şunu tavsiye ediyordu: “Tevhid-i kıble et”. Yani, ‘birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma’. Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: “bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?” Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı câzibedârhâsiyetler var. Biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki, ‘bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerinmenbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an’ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid ve en mukaddes üstad odur’. Ona yapıştım...Demekki, Kur’an’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlîmesâil-i imaniyedir.” (Mektubat, 28. Mektub, 3. Mesele, 3. Nokta)

Yine şunu bilelim ki, “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı islâha çalışmıyor, belki bin seneden beri biriken müfsid âletler ile dehşetli rahnelenenkalb-i umumî ve efkâr-ı ammeyi ve umumun bahusus avam-ı mü’minîninistinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirlerkırılmasiyle, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’an’ın i’caziyle, o geniş yaralarını, Kur’an’ın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeye çalışıyor.(Kastamonu Lâhikası, 30) Onun için adeta haykırıcasına ruh-u candan gelen bir sesle deriz ki “Ey dünya-perest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in’ikâs edip göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs edip gayet kısa ve dar olan hâzır zamanın kanadlarını açarlar. Hakikat hayale karışır, mâdum bir dünyayı mevcud zannedersin. Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-ı vücûdu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatca dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musîbetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer, hayatın çaydan daha sür’atli akar. Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalp ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, mârifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden “lâilahe illallah” kelime-i kudsiyesi ile kalbi söylettirmek, ruhu işletmektir.” (Lem’alar, 17.Lem’a, 14. Nota, 4. Remiz)

Bundan kırk-elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah ile bir muhaveremi hikâye ediyorum: O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin’in (K. S.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam gibi herşeye ıttılaı var.” Beni onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti. Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu görsem, çok mes’elelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u âzam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın... Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikatı görünse, senin muhabbetin ya zâil olur, veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki, senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü Sünnet-i Seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde ehl-i imana hâlis ve te’sirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilakis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.” Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için benim nokta-i nazarımı kabul edip takdir etti. Ey Risale-i Nur’un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zatlar vazifeye, hizmete bakıp o noktadan bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurlu mahiyetim, benden kaçmanıza bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetlerinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-ül-mesâi kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir. (Kastamonu Lâhikası, 88-9)

[email protected]