Bireysiz toplum kurumsuz siyaset

Dr. Hüseyin Alptekin / İstanbul Şehir Üniversitesi
24.06.2017

Suriye’de Rojava olarak bilinen PYD’nin oluşturduğu kompartıman, değil Arap ve Türkmen topluluklara hukuki güvence vermek, alternatif Kürt oluşumlara dahi yaşam hakkı tanımayan etnik milliyetçi bir alan oluşturmuştur. Bölgesel aktörlerin kendisini ittiği anlamsız Sünni-Şii savaşıyla yorgun düşen Suriye toplumu bir yandan da Suriye’nin kuzeyinde bir kez daha etnik dille sunulan primordiyalist (ilkçi) siyasete hapsolmuştur.


Bireysiz toplum kurumsuz siyaset

Dünya siyasetini incelerken istikrarlı, müreffeh ve demokratik toplumları öne çıkaran iki ortak özellikten bahsedebiliriz. Bunların ilki olarak, bireylerin diğer kollektif aktörlerin önüne geçerek toplumun ana birimi, yapı taşı halini alması sayılabilir. Bu, “bir insan, bir oy” prensibinin getirdiği minimalist seçim demokrasisinin ötesinde bireylerin siyasetten ekonomiye kadar hemen her alanda merkezi bir konumda bulunması anlamına gelmektedir. Söz konusu toplumlarda kabile, etnik grup, cemaat, mezhepsel oluşumlar, ırk gibi etno-sekteryan (etnik-mezhepçi) kollektif aktörlerin baskı ve dayatmala-rına karşı bireyler, kuşatıcı vatandaşlık hukuku kapsamında çeşitli haklarla donatılmışlardır. Bir yandan kendi hayatları üzerinde karar verme ve aldıkları kararları uygulama hakkıyla güçlendirilen bireyler bu hak kazanımlarını liberal demokratik uygulamalara borçluyken diğer yandan liberal demokrasi de ancak böyle güçlendirilmiş bireyler üzerinde işlevini sürdürebilmektedir. Bunu biraz açmak gerekirse, siyasal katılımın her vechesinde, en basitinden oy verirken, ağasından, aşiret reisinden, cemaat önderinden işaret bekleyen, o işaret gelmeden ortaya bir irade koyamayan kişilerin çoğunlukta olduğu toplumlarda liberal demokrasinin uygulanamayacağı aşikardır. Döngüsel olarak, liberal demokrasinin kurumsallaşmadığı, bireyle-rin haklarını koruyamadığı böyle toplumlarda kabile, cemaat, ırk vb. etno-sekteryan oluşumların birey üzerindeki taassubu kırılamamaktadır. Bu şekilde, bireylerin kendi komünal kompartımanlarında sıkışıp, “öteki”ni tanımadan, dünyayı sadece ait oldukları kompartımanların iç hiyerarşilerinin belirlediği gündem ve perspektifle okuyacağı bir ortamda bireysel gelişim süreçlerini engelsiz yaşayamacağı ve kendi iradesine sahip bireyler olarak vücut bulamayacakları da aşikardır.

Liberal hegemonya

Etno-sekteryan siyasetin egemen olduğu Ortadoğu coğrafyasının birçok ülkesi liberal demokrasilerin bu birey merkezci özelliğinden yoksun-dur. Bununla beraber siyasal toplumun tümüne hizmet veren, tümünün erişimine açık kurumların mevcut olmaması yahut işlev görmemesi bir diğer sorundur. Bu kurumların içinde, en basitinden siyasal partiler Ortadoğu’da ya yokturlar, ya da ülke sathında aktif olmaktan ziyade bir cemaatsel yahut etnik kollektivitenin parti tabelası arkasında vücut bulmuşlardır. Çoğunluğu primordal (ilksel) diyebileceğimiz, mezhepsel yahut kan bağı (bazen de her ikisinin örtüşmesi) algısıyla oluşturulan, siyasal parti kisvesindeki cemaatsel yapılar bireylere hayat boyu değişmeyecek, bireyler arasındaki değer, algı ve muhakeme farklılıklarına ifade hakkı vermeyen, “öteki” ile dışlayıcı ve çatışmacı bir dilden başka iletişim im-kanı tanımayan total menüler sunmaktadır.

Liberal demokratik toplumlardan yola çıkarak Ortadoğu’ya yönelik yapılan eleştirel değerlendirmeler günümüzde sık sık liberal hegemon-yanın tezahürü olarak yansıtılmakta, Batı-merkezci ve kibirli bir dil olarak gösterilmektedir. Ortadoğu’ya yönelik geliştirilen birçok eleştiride bu kibirli dil gerçekten de mevcuttur. Ancak siyasetin yaşanan pratiğinde günümüz Ortadoğusunun liberal demokrasiye (ki günümüz sosyal demok-rasi ve muhafazakar demokrasileri de liberal demokrasinin bireysel hakları merkezine alan yaklaşımını çeşitli nüanslarla benimsemişlerdir) alter-natif olarak ortaya koyabildiği yegane pratik primordal (ilksel) grup kompartımanlarına hapsolmuş etno-sekteryan siyaset olabilmiştir. Bireylerin özgür irade geliştirmelerine imkan tanımayan ve mevcut zayıf kurumsallaşmasını da büyük oranda mezhepçilik yahut kabilecilik üzerinden ger-çekleştiren Ortadoğu siyaseti Arap Baharı olarak bilinen yaygın gösteri ve devrim ayaklanmalarını da kabilecilik yahut mezhepçilik prizmala-rından geçirerek bu çerçeveye oturtmuş ve Ortadoğu toplumlarını uzlaşı ve empatiden uzak, çatışmacı ve dışlayıcı etno-sekteryan bir siyasete bir kez daha mahkum edilmiştir. Bu siyasetin mezhepçi ayağı Şii-Sünni tanımlamaları üzerinden İran-Suudi Arabistan rekabetinde görülürken etnik milliyetçi ayağı ise PKK’nın Suriye yapılanması Demokratik Birlik Partisi (PYD) örneğinde görülmektedir.

2010 yılında demokratikleşme talepleriyle başlayan ve hızla yayılan Arap Baharı süreci kısa zamanda Sünni-Şii karşıtlığı çerçevesine otur-tulmuştur. İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel aktörler bir yandan Arap Baharı’nın getirdiği yeni uluslararası konjonktürden stratejik kazanım-lar elde etmek, bir yandan da bu sürecin kendi rejimlerine yönelik doğuracağı demokrasi baskısını önlemek için böyle mezhepçi bir çerçeve geliş-tirmişler ve uygulamaya koymuşlardır. Sonuç olarak Arap Baharı’nın demokrasi mücadelesi bölgesel aktörlerin çabalarıyla gündemden uzaklaş-tırılmış, Suriye’den Yemen’e birçok ülke “öteki”ni yok etmeye dayalı vekalet savaşlarına itilmiştir. Dolayısıyla Arap Baharı’nın günümüzde geldi-ği noktaya bakarak sürecin bugün itibariyle kazananının İran ve Suudi Arabistan gibi mezhepçi aktörler olduğu iddia edilebilir. Zira dinamizmi-ni mezhepçi saiklerden almayan Arap Baharı gibi böylesi yaygın ve etkin bir toplumsal mobilizasyonun başarıya ulaşması sonucunda ortadan kalkacak ilk rejimler kabileci arkaik bir monarşik yönetimle yönetilen Suudi Arabistan ile yüksek düzeydeki siyasal bilinç ve toplumsal mobilizas-yona sahip toplumunu mezhep anlatısıyla zaptedebilen İran olacaktır.

Arap Baharı’nın geldiği/getirildiği noktayı daha dar bir ölçekte görmek içinse Suriye örneği yeterli olmaktadır. Bugün Suriye’deki görüntü demok-ratikleşme mücadelesinden hayli uzakta, etno-sekteryan saiklerle hareket eden DAEŞ, PYD, İran destekli milisler, v.b. arasındaki güç mücadelesi olarak seyretmektedir. Mücadelenin tarafları artık Esed dikta rejimi ve buna karşı demokrasi mücadelesi veren geniş bir toplumsal taban değil, anarşik bir ortamda herkesin herkesle mücadele ettiği mezhepçi ve etnik aktörlerdir. Bu bağlamda değinilmesi gereken bir diğer illeberal ve anti-demokratik oluşum ise kendini İran ve Suudi Arabistan arasındaki vekalet savaşından sıyırıp küresel aktörlerin de destek ve teşvikiyle kendine ayrılan kompartı-manda bir başka totalitarizm denemesi sergileyen PKK’nın Suriye kolu PYD’dir. Hatta Suriye’de şu ana kadar beliren resmin bugün itibariyle en büyük kazananı PYD olmuştur denebilir. Esed diktası altında hiçbir hukuki güvencesi olmadan yaşayan Suriye Kürtleri bugün askeri ve siyasi olarak sadece PYD kanalıyla mobilize olabilmektedir. Özellikle Batı kamuoyunda adeta demokrasi cenneti olarak gösterilen PYD kontrolündeki bölgede siyaset tümüyle etnik kanallara hapsolmuştur. Aradaki tek fark Suriye’de savaşan diğer (çoğunlukla Arap) taraflar etnik bağlarını mezhep üzerinden tanımlarken PYD diktası altındaki Suriye Kürtlerinin bunu din ve mezhep vurgusu yerine seküler bir dille yapmasıdır. Sonuç itibariyle Suriye’de Roja-va olarak bilinen PYD’nin oluşturduğu kompartıman, değil Arap ve Türkmen topluluklara hukuki güvence vermek, alternatif Kürt oluşumlara dahi yaşam hakkı tanımayan etnik milliyetçi bir alan oluşturmuştur. Bölgesel aktörlerin kendisini ittiği anlamsız Sünni-Şii savaşıyla yorgun düşen Suriye toplumu bir yandan da Suriye’nin kuzeyinde bir kez daha etnik dille sunulan primordiyalist (ilkçi) siyasete hapsolmuştur.

Dışarıda Irak’ta Barzani yönetimindeki KDP bölgesinden Türkiye’ye kadar komşularına tehdit oluşturan PYD bir yandan da Suriye’de kontrolü altındaki bölgelerdeki siyaseti salt etnik bir çerçeveye oturtarak Ortadoğu’da ırkçılık ve mezhepçilik dışında alternatif bir siyaset geliştirme imkanını bir kez daha ortadan kaldırmıştır. Böylelikle Ortadoğu’da siyasal tarafları belirleyen çizgiler bir kez daha kabilecilik ilkesiyle çizilmiştir.

Türkiye ne yapabilir?

Peki buna karşı Türkiye ne yapabilir? Arap Baharı sürecinde Tunus’tan Libya’ya, Mısır’dan, Suriye’ye kadar demokratik dönüşümü destekleyen Türkiye’ye düşen rol, kimi çevrelerin kendisine biçmeye çalıştığı, yanıbaşında büyüyen trajedi ve kendisine yönelik artan tehditlere kayıtsız kalmak-tan da Ortadoğu’da İran karşıtı Suudi bloğunun bir neferi olmaktan da çok daha büyüktür. Bölgenin en köklü demokrasisine sahip, kurumsallaşması en üst düzeyde ve etno-sekteryan siyasete en uzak ülkesi olan Türkiye, sahip olduğu demokratik tecrübeyle bölgede model ülke olma iddiası ve böl-geyi bu doğrultuda dönüştürme çabasında –kendi potansiyel ve sınırlarını göz önünde bulundurmak kaydıyla- ısrarcı olmalıdır. Evet, Arap Baharı artık Cumhurbaşkanı (dönemin Başbakanı) Erdoğan’ın 2011 yılının Eylül ayında Tunus, Libya ve Mısır’ı kapsayan turunda yaptığı konuşmalardaki laiklik ve demokrasi vurgusunu alkışlarla dinleyecek aktörlere sahip değildir. Ortadoğu toplumları etno-sekteryan savaşlarla kendi mezarını kazarken Türkiye de arada geçen zamanda kanlı bir darbe girişimi atlatmış, terörün her türlüsünün hedefi olmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki bölgede etno-sekteryan siyaset dışında bir model sunabilecek ve bu modeli sahip olduğu yumuşak (kültürel) ve askeri/ekonomik gücüyle destekleyebilecek yegane aktör hala Türkiye’dir.

[email protected]