Biri kiraz diğeri üzüm vakti iki piknik

Koray Şerbetçi / Tarihçi, Yazar
15.05.2020

Osmanlı'da dayanışma sadece muhtaç kişilerin ihtiyacını gidermek değildi. Fatma Hanım Sultan tarafından kurulan vakfın şartları arasında ilginç bir detay vardır. Vakfiyede “biri kiraz vakti diğeri üzüm vaktinde olmak şartıyla yılda iki defa talebelerin pikniğe götürülmesini” şart koşmuştur.


Biri kiraz diğeri üzüm vakti iki piknik

Tarihimizin ayırt edici vasıflarından birisi de bireyci değil topluluğa önem veren dünya görüşüne sahip bir millet olmamızdır. Çünkü insanın eşya ile ilişkisi onun ekonomi anlayışını belirlerken, insanın diğer insanlarla ilişkisi de onun sosyal anlayışını belirleyen bir unsurdur. Her medeniyet tarih serüveni içinde diğer insanlara ve ekonomiye yaklaşımıyla kendisini diğer medeniyetlerden ayıran rengi de belirlemiş olur.

O halde sormak gerekir; Türk-İslam medeniyetinin, ekonomik zihniyetiyle Batılı medeniyetinin sosyal zihniyeti arasında nasıl bir fark vardır?

Bu noktayı bir karşılaştırma yaparak daha da netleştirmek istersek hemen İskoç düşünüre bakmamız gerekecektir. Bu zat yazdığı “Milletlerin Zenginliği Üzerine” kitabıyla modern dünyaya çok önemli bir yol haritası armağan etmiştir. Bu yol haritası sermayecilik yani Kapitalizm anlayışıdır. Bu anlayış, dinin ruhsal müeyyidelerle terbiye ettiği insanın sahip olma iştahının tam anlamıyla serbest bırakılmasının ve hatta kamçılanmasının serüvenidir.

Adam Smith’e göre de zengin olma isteği başkalarının sahip olduklarına sahip olma amacına dayanıyordu. Örneğin bir çiftçinin köydeki topluluk içinde zenginlik göstergesi toprak sahibi olma arzusu ve zengin olma arzusuyla iç içeydi. Toprak sahibi olmak köydeki insanların arzu ettiği bir durumdu. Böylece zengin olmak özgürlüğün ve ilerlemenin vazgeçilmez koşulu oluyordu. Ama bu tür bir ekonomik ilerleme kaçınılmaz olarak hem özgürlüğü hem de adaletsizliği doğuruyordu. Fakat doğan bu eşitsizliğe rağmen bireyler hemen hemen mutluydular.

Doğa ve eşya ile kavgalı

Peki, bu fikir insanlığa yeni olarak ne sunabilecekti? Yarış için yarışan, kuvvet yoluyla zenginliğe sahip olan ne maddi ne manevi ilkelerle dizginlenen koskoca bir nefs! Doğayla, eşya ile kavgalı, ona baş eğdirip onu ele geçirmekten başka bir ihtirası olmayan insan tasavvuru. Oysa

Osmanlı zihin dünyası bu konuya bambaşka bir pencereden bakmaktaydı.

Maneviyatçı ekonomi

Batı, bu formülü kurarken karşısındaki Osmanlı insanının yaklaşımı ise çok farklıydı. Zira Osmanlı kanunnamelerinde:

“Saban giren yer mülk olmaz” şeklinde tanımlanan formül, modern insan dediğimiz modeli temellendiren anlayışın tam zıddını anlatıyordu. Çünkü Devlet-i Aliyye ekonomi denilince, öncelikle ihtiyaçların tehlikesizce karşılanmasını anlardı. Oysa İngiltere ekseninde Batı aklı, Smith’in formülleştirdiği şekliyle, ekonomik mutluluktan sahip olma arzusunu anlıyordu. Osmanlı ise esas olanın devletin ve toplumun bütün tabakalarının ihtiyaçlarını karşılamak olduğu iddiasındaydı.

İşte bu anlayış farklılığından ötürü Osmanlı Devleti ihracata sıkı bir tedbir uygulamaktaydı. Çünkü halk, sultana Allah’ın emanetiydi ve padişahlar ahaliye iyi bakmalılardı. Bunu kendisine görev bilen Osmanlı modeli, çiftçiye, esnafa, tüccara ve memura genel huzur adına gerektiğinde müdahale edebilirdi. Kısacası Osmanlı’nın İngiliz’den faklı bir özgürlük anlayışı vardı. Bu anlayış: “Disiplin içinde özgürlüktü”.

Osmanlı insanını tanımak için çok uzun teorilere ihtiyaç yok aslında. Bunun en kolay yolu kır Türkçesini irfan diline çeviren ve Anadolu ruhunu mayalayan manevi rehberlerden birisi olan Yunus Emre’ye bakmak yetecektir. Yunus Emre’nin:

“Mal da yalan mülk de yalan var biraz da sen oyalan” dizesindeki anlayış, tamı tamına bir İslam medeniyet dairesi içindeki insanının zihniyetini betimliyordu. Yani modern insanın aksine mülkiyet esas değildi. Ancak oyalanılacak bir nesneydi. Zira mülk Allah’ındı ve insan kısacık ömründe mülkü sadece tasarruf eder yani kullanılırdı.

Yine Yunus’un dillendirdiği anlayış çizgisinde:

“Duruş, kazan, ye, yedir / Bir gönül ele getir” anlayışı da Osmanlı insanının üreten ama ürettikten sonra önce kendi ihtiyacını karşılayıp ardından etrafındaki insan halkasının da ihtiyacını karşılayarak gönül elde etmeyi esas hedef sayan zihniyetine işaret ediyordu. Bu iddiayı desteklemek üzere yine çarpıcı bir Yunus dizesi şöyle demekteydi: “Sen sana ne sanursan, ayruğa da onu san.”

Sonuç olarak önümüze serilen tablo, İngiliz modern insanının “rekabet ve yarış” anlayışına karşı Osmanlı insanının “ işbirliği ve dayanışma” anlayışıydı.

Yunus Emre’nin dillendirdiği bu anlayış dünyevî bir öğreti, hele günümüzdeki yanlış adlandırmayla Hümanizm hiç değildi. Bu anlayış Kur’an-ı Kerim temelli bir yaklaşımdı. Zira Kur’ân-ı Kerim ; hayır, birr (iyilik) , infâk, zekât, sadaka, it’âm (fakiri doyurmak), ayrıca karz-ı hasen (güzel borç verme) gibi olguları kavramlaştırmıştı. Yine “bir maldan Allah’ın kullarını faydalandırmak” ilahî bir ikaz olarak Osmanlı anlayışının temel yaklaşımları arasındaydı.

Yine Hz. Peygamberin bir hadis-i şerifi insanoğlunun ölümünden sonra bile kesilmeyecek amelleri olarak şunları sayardı: “Cârî sadaka, faydalı bilgi ve sâlih evlâd”. İşte Osmanlı insanının esas aldığı bu ölçütler, sosyal sorumluluğu bir ibadete dönüştürmüştü. Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde gösterilen bu yol zamanla kurumlaşmış ve İslam Dünyası’nda “vakıf” dediğimiz kurumu ortaya çıkarmıştı. Zira İslam dini, ahlaki ilkelere geniş bir şekilde yer veren her vesileyle insanları birbirlerine yardıma teşvik eden, egoist düşünceyi hayır yapma yoluyla ıslah eden bir dindir.

Ülkenin beşte biri vakıftı

Tarihin tanık olduğu en önemli yardımlaşma örneklerinden biri olan vakıf, kişinin malının veya mülkünün bir kısmını ya da tamamını belli bir amaç için kendi hür iradesiyle bir hayır için harcanmak üzere tahsis etmesidir.

Hayır işlerini sırtlanmış vakıfların devamlı olarak işleyebilmesi için doğal olarak düzenli bir geliri olması gerekiyordu. Hayırseverler, kurdukları vakıfların faaliyetlerini sürdürebilmesi için “akarat” denilen gelir kaynaklarını da bağışlamışlardır.

Bu kurumların varlığı için sadece maddi zenginlik yeterli değildi. Hayır için zenginliğinden vazgeçebilme duygusu yani diğerkâmlık, hür irade ve vakfı koruyacak olan gelişmiş bir hukuk sistemi gerekliydi ki Osmanlı insanında tüm bu özellikler mevcuttu.

Araştırmalara göre Geniş Osmanlı coğrafyasında 1546 yılında yalnız İstanbul’da 2 bin 515 vakıf bulunuyordu. 18. asırda sadece Halep Eyaleti’nde toplam 687 vakıf kurulmuştu. Yine yapılan araştırmalarda XVI. asrın başında vakıf arazilerinin toplamda Osmanlı topraklarının 1/5’ini kapsadığı saptanmıştır ki dokunulmaz ve vergiden muaf sayılan vakıf arazilerinin bu oranı bir devlet için ciddi bir rakamdı.

Osmanlı tarihinde hali vakti yerinde olup da dayanışmayı omuzlayan kitlenin başında saray, hanım sultanlar ve saray kadınları gelmektedir. Osmanlı tarihinde hanım sultanların kamu yararına çalışan pek çok vakıf kurduğu tespit edilmiştir.

Birkaç örnekle somutlaştırmak gerekirse :

Orhan Bey’in eşi Nilüfer Hatun Bursa’da bir tasavvuf tekkesi, bir cami ve bir köprü yaptırmıştır.

II. Beyazıt’ın cariyesi Gülruh; Akhisar ve Aydın’da bir cami ve imaretler kurmuştur.

Nakşidil Valide Sultan ise; yaptığı hayır işleri ile ünlü bir validedir. İstanbul’un farklı semtlerinde çeşmeler, sebiller, imaretler ve namazgahlar yaptırdığı gibi Fatih’te sıbyan mektebi inşa ettirmiştir.

Fatma Hanım Sultan tarafından kurulan vakfın şartları arasında ilginç bir detay vardır. Vakfiyede “biri kiraz vakti diğeri üzüm vaktinde olmak şartıyla yılda iki defa talebelerin pikniğe götürülmesini” şart koşmuştur.

Sultan III. Murat’ın Kızı Ayşe Sultan eşi İbrahim Paşanın türbesinde Kur’an okumak, tespih çekmek, onun yerine kaza namazı kılmak ve hacca gitmek üzere görevliler tayin etmiştir.

Sultan IV. Mehmet’in annesi Hatice Turhan Valide Sultan birçok hayırlı ve güzel işe imza atmış başka bir hanım olarak karşımıza çıkmaktadır. Vakfiyesinde; talebeler için kışın odun kömür masraflarını düşünerek 3000 akçe, yazın gezilere götürülmesi için; 3000 akçe, yazın sebilhaneye kar alınması için; 20.000 akçe, Ramazanda yoksullara dağıtılmak üzere; pirinç, soğan, odun alınmasını istemiş bunun için de 12.000 akçe vakfetmiştir.

Hatice Sultan; Hacca gidecek adayları düşünerek yolda susuzluk çekmemeleri için hem yüklerini taşıyacak hem de su taşıyacak 65 adet deve kiralanmasını ve yeteri kadar su tedarik edilmesini buyurmuştur. Bununla da yetinmeyip camiler için; mum, kandil, zeytinyağı için senede 3 bin akçe, mübarek gecelerde kandil yakacak olan görevliler içinse senede 4 bin akçe harcanmasını vakfetmiştir.

Sultan 4. Mehmed’in Baş Hasekisi, Haseki Gülnuş Valide Sultan; İstanbul’da Galata Yeni Camii ve Üsküdar’da bir camii inşası yanında Mekke’de hayır işleri için 21 adet köy vakfetmiştir.

Hürrem Haseki Sultan’ın kızı Mihrimah Sultan da Edirnekapı’da külliye, Üsküdar’da iki minareli cami, çifte kervansaray, mektep, hastane, imaret, medrese ve çeşmeden oluşan eserleri yanında Arafat’tan Mekke’ye su götüren bir vakfın da kurulmasına vesile olmuştur. Bu listeyi sayfalar hatta birkaç kitap dolduracak şekilde uzatılabilir ama verilen örneklerden maksat hasıl olmuştur diye sanmaktayız.

Osmanlı’da dayanışma sadece muhtaç kişilerin ihtiyacını gidermek de değildi. Kültürün korunması da bir tür dayanışma ve sosyal sorumluluk olarak görülürdü. Bunun en somut örneği kurulan kitap vakıflarıydı.

Medreselerde talebenin, camii, tekke ve türbelerdeyse halkın faydalanması için pek çok vakıf kütüphaneler kurulmuştu. İlk vakıf kütüphane Bursa Eyne Bey medresesinde teşkil edilmişti. Sultan II.Bayezid, Fatih Külliyesi’nin kütüphanesini genişletmiş, Edirne’de yaptırdığı külliyede de kütüphane kurmuştu. Daha sonra külliyelerin hepsinde vakıf kütüphanelerine yer verilmişti. Bazı hayırsever kişilerinse sadece vakıf kütüphaneleri kurduğu görülmektedir. Laleli’de Koca Ragıp Paşa, Aşir Efendi kütüphanesi, Vefa’da Âtıf Efendi kütüphaneleri bu türden kitap vakıflarıydı.

Osmanlı sosyal dayanışması sadece temel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik değildi. Kurulan bazı ilginç vakıflar, dayanışmanın her sahada gerçekleştirdiğini kanıtlamaktaydı. Bunu anlamak için şu ilginç vakıf isimlerine bakmakta yarar vardır:

Kültürel dayanışma

Güzel yazı öğreten vakıf, hastalara ilaç yapan vakıf, sokak hayvanlarına ekmek veren vakıf, sakız ağacı diken vakıf, hastalara evinde hizmet veren vakıf, kızlara çeyiz hazırlayan vakıf, duvar yazılarını silen vakıf, ipekböcekçiliğini geliştiren vakıf, çiftçilere tarım aleti temin eden vakıf, çeşme tamir eden vakıf, israfı önleyen vakıf, sıcak pide dağıtan vakıf, hayvanlara mera açan vakıf, yaz günlerinde soğuk su dağıtan vakıf, şehit ve sahabe türbelerini tamir ettiren vakıf, deniz kazazedelerine yardım vakfı, fakirlerin vergisini ödeyen kadın vakfı, çocukları sünnet ettiren vakıf, çevre ve ormanı koruyan vakıf, camiilerdeki saatleri tamir ettiren vakıf, halkın ve yolcuların hayvanlarını sulayan vakıf, insanları hacca gönderen vakıf, şehrin güzelliğini koruyan vakıf, Sıcakta sebillere kar getiren vakıf, öğrencilere piknik yaptıran vakıf, nehir kenarına ağaç diken vakıf.

Sosyal denge

Böylece sadece vakıflar penceresinden bakıldığında bile bugün millet olarak sosyal dayanışmaya verdiğimiz önemin tarihsel bir miras olduğu görünmektedir. Bu toprağın insanı, zor durumdaki kişileri asla toplum karşısında yalnız bırakmamış, ihtiyaç sahiplerini topluma entegre etmek için kendi gücü oranında ne lazımsa yapmaya çalışmışlardır. Böylece milletimizin sosyal ahengi her daim korumuştur. İşte bugün dünyayı kasıp kavuran salgın günlerinde de daha öncesinde mülteci dramında da Türk milletini farklı kılan hep bu tarihsel geleneği olmuştur dersek sanırım abartmış olmayız.

[email protected]