Bitmeyen kavga ve Erdoğan

Adnan Boynukara - Yazar
7.12.2013

“Batıya hizmet teklif etmekle, belayı başımızdan defedemeyiz...” Kemal Tahir


Bitmeyen kavga ve Erdoğan

Batı ile Osmanlı arasında var olan, sonrasında ise milletin tercihlerini önceleyen kadrolar üzerinden de sürdürülen mücadele/çatışma, bitmeyen bir ‘kavga’dır. Bunu, çatışmaya duyulan özlem olarak değil, durum tespiti ve olan biteni anlama çabası olarak not etmekte fayda var. Bitmeyen kavga nedeniyle de, Türkiye’nin şu an yaşadığı sorunları, Osmanlı’nın gerileme ve çöküş sürecinde alınan siyasi pozisyonlardan, ilişkilerden ve sorunlardan bağımsız düşünmek mümkün değil. Çünkü dönemin koşulları üzerinden kurulan denklemler, şu an için de geçerliliğini koruyor. Ancak bu konuyu somutlaştırmanın koşulu, Osmanlı ile Türkiye arasındaki ilişkiyi tanımlamaktır. Bu bağlamda kim ne derse desin, Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkinin kopma değil, sürekliliği ve devamlılığı içeren bir ilişki olduğu açıktır.

Paradigma değişimi 

Osmanlı’nın yaşadığı tüm süreçleri, Osmanlı - Batı ve Batı’nın kendi arasındaki çatışma dinamikleri üzerinden okumak gerekir. Tarihi süreç dikkatlice incelendiğinde, Osmanlının, toplumlar arasında var olan siyasi ve ekonomik yapıya nüfuz ettiği oranda etkinliğini artırdığı, nüfuz etme kapasitesini yitirdiği oranda da gerilediği ve çöktüğü görülür. Gerileme ve çöküş süreçlerinde, Osmanlıda ortaya çıkan ilk değişim, siyasi ve ekonomik yapıya nüfuz ederek belirleyici olmak yerine, büyük güçler arası denge oyununa yönelmesidir, örneğin Fransa’ya karşı Rusya, İngiltere’ye karşı Almanya, Rusya’ya karşı İngiltere vb. Ancak güçler arası denge hesabı ile ülkeyi yönetmenin çok fazla mümkün olmadığı gerçeği, Osmanlıya yönelik toptan imha girişiminin adı olan Navarin Deniz Muharebesiyle ortaya çıktı. Ortak hareket eden İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının, 20 Ekim 1827 tarihinde Osmanlı ve Mısır donanmasına saldırması, Osmanlıyı ve onun himayesindeki halkları imhanın başlangıcı olarak tarihe geçti. Navarin baskını, Batı’nın birlikte Osmanlıya saldırısı olduğu için şok etkisi oluşturmuş ve o tarihten sonra Osmanlıda ikili bir paradigma değişimi ortaya çıkmıştı. 

Batı’nın Osmanlı ve himayesindeki topraklara girmesiyle birlikte düşünür, aydın ve siyasetçilerin tümü, gerilemeyi ve çöküşü durdurmanın yolları üzerinde kafa yormaya başlamışlardı. Bu tartışmaların sonucunda, çıkış yolu olarak, Batı’ya yönelme fikrinin ağırlık kazandığını biliyoruz. Burada sorun, Batı’ya yönelme veya Batılılaşama değil, Batı’ya yönelme ile anlaşılan ve hayata geçirilen siyasi tutumdur. Bu tutumu; Batı ile işbirliği, Batı’dan müttefik bularak ve onların çıkarına hizmet ederek ülke yönetiminde söz sahibi olma çabası şeklinde tanımlamak mümkün. Bu ise oldukça temel bir paradigma değişimidir. Öyle ki bu yaklaşım, 1800’lerden itibaren Doğu’nun ve Müslüman dünyanın temel siyasi anlayışı oldu. Batılı bir ülkenin çıkarlarını temsil etmek, yönetim kademelerinde yer almanın ön koşulu haline geldi! Türkiye Cumhuriyetinin yaşadığı siyasi kırılma dönemleri dikkate alındığında, bu paradigma değişiminin varlığını derinleştirerek koruduğu da görülür. İşte bugünü anlamanın koşulu, bu paradigma değişimini akılda tutmaktır.

Dünden bugüne değişim

Günümüzü iyi anlamak için üzerinde durulması, akılda tutulması gereken diğer önemli bir başlık ise Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurucu kadrolara Batı’lıların yaptığı dayatmadır. Misak-ı Milli’yi benimsemiş olan cumhuriyetin kuruluş sürecinde Batılılar, özelde İngilizler, hem Misak-ı Milli’in değiştirilmesini, hem de Osmanlılık davasından ve Müslüman dünyanın hamisi olmaktan vaz geçilmesini dayatmışlardı. Bu, onlar açısından tartışma marjı içinde olmayan bir konuydu. Bu dayatma ve tehdidin, süreç içinde ülkeyi yönetmek isteyen kadrolar tarafından benimsendiği, hatta siyasi kimliklerin ve pozisyonların bu dayatmalara göre inşa edilmesinde sakınca görülmediği açık...

Osmanlıda ortaya çıkan paradigma değişimi ve Batılıların dayatmalarıyla birlikte Türkiye’nin yaşadığı sorunlar analiz edildiğinde, Navarin Deniz Muharebesiyle başlayan toptan imha çabasına ve 1918’de kaybetmeden yenilmiş sayılmamıza rağmen, Batılılar açısından, kavganın devam ettiği görülecektir. 


Kısa bir Türkiye kronolojisi ve analizi bu gerçeği ortaya çıkarmaya yeter! Cumhuriyet tarihine bakıldığında; farklı manipülasyonlarla başını kaldırmasına, iç meselelerini çözmesine ve toplumsal barışını sağlayıp kalkınmasına izin verilmeyen bir ülke görülecektir! Bu, durum tespitidir, Batı ‘düşmanlığı’ veya kalkınma karşıtlığı değildir. Bunun adı ‘bitmeyen kavga’dır. Kemal Tahir bu durumu; “Batıdan almaya mecbur olduğumuz her şey, teknik, bilim, bizim de baba mirasımızdır. Onları almak için milli benliğimizden ayrıca ağır bedeller ödemeye ve haraçlar vermeye mecbur değiliz” ifadesiyle açıklamaktadır.

Bu kavganın, cumhuriyetin değişik tarihlerinde, dayatmaların dışına çıkmak isteyen tüm kadrolar üzerinden sürdürüldüğünü biliyoruz. Bazıları için bitmesi mümkün görülmeyen bu kavga, şu an için Başbakan Erdoğan üzerinden devam ettirilmektedir. Kavganın Erdoğan üzerinden devam ettirilmesinin gerekçesini anlamak için Erdoğan’ın takip ettiği siyaseti, yukarıda bahsettiğimiz paradigma değişimi ve dayatmalarla birlikte incelemek yeterli olacaktır. Başbakan Erdoğan’ın 2002 yılından bu yana izlediği politik tutum dikkate alındığında, Osmanlının gerileme sürecinde ortaya çıkan, Batı ülkelerinden birilerine dayanarak, icazet alarak, işbirliği yaparak ülkeyi yönetme anlayışının dışına çıktığı, eşitler arası ilişki üzerinden ülkeyi yönetme konusunda kararlı olduğu görülür. Ülkeyi, milletten aldığı siyasi destekle, milletin özlem ve iradesi doğrultusunda yönettiği, bununla birlikte dış politikanın merkezine vicdan faktörünü koyarak klasik tutumları aştığı, mazlumların yardımına koşan ve onların sesi olmaya çalıştığı fark edilir. Batılıların ‘kullanma/kaşıma’ konusunda oldukça hassas olduğu Kürt meselesinin çözümüyle ilgili ortaya konulan kararlılık ve Batılı güç merkezlerinin BM üzerinde oluşturduğu vesayeti tartışmaya açması da, kavganın nedenleri arasındadır... 

 

Neden Erdoğan?

 

Bazıları, “neden Erdoğan” sorusunu sorabilir. Bu sorunun cevabının bir kısmı yukarıda var. Bununla birlikte, millet iradesi konusunda hassas olan tüm liderlerin ve kadroların bu kavganın hedefi yapıldığını ifade etmekte yarar var. Kavganın şu an için Erdoğan’ın üzerinde yoğunlaşmasının nedeni; 1827’de başlatılan tümden imha girişimine ve 1918’de kaybetmemiş olmamıza rağmen yenilmiş sayıldığımız, iki yüz yılı aşan makus talihin, tersyüz edilebileceğini gösteren bir özgüveni ve kadim misyonu temsil ediyor olmasıdır. Toplumun oldukça geniş kesimlerinin, bu konudaki iradesinin Erdoğan’ın şahsında somutlaşmasıdır. Müslüman haklarla, dinle, azınlıklarla ve Osmanlı mirasıyla tekrar barışma, jeopolitik mirası sahiplenme ve batı karşısında yeniden bir alternatif olarak çıkabilme iddiası Erdoğan şahsında tecessüm etmiş durumda. Millet Erdoğan’ın, Kemal Tahir’in kaleminden çıkan, “Batıya hizmet teklif etmekle, belayı başımızdan def edemeyiz” ifadesini içselleştirdiğini gayet net olarak anladı. Ama Batılı paradigmayı ezberlemiş ve aksini düşünmeyi bile felaket olarak gören selfkolonizatör anlayışın temsilcileri anlayamadı. Geldiğimiz süreçte Erdoğan; sadece bir siyasi lider değil, bu tarihsel misyonun adıdır. İşte bahsettiğimiz türden gerekçeler, bitmeyen kavganın Erdoğan üzerinden yenilenmesine, bunun için küresel denklemlerin kurulmasına ve bugüne kadar ortaya çıkmamış olan farklı ittifakların oluşmasına yetiyor. Ve Erdoğan üzerinden kavgayı yürütenler, bu hedefi oldukça bilinçli olarak seçtiklerinin farkındalar. İşte bu sayılanlar, Batı’nın ve Türkiye’yi Batılılarla işbirliği içinde yönetme heveslilerinin Erdoğan nefretinin ana nedeni!

 

2014 yılı, bitmeyen kavga için oldukça anlamlı ve önemli bir yıl. 1918’de kaybetmediğimiz halde yenilmiş sayıldığımız ve sonrasında Batılıların dayatmalarla cumhuriyetin üzerine kurdukları vesayet denkleminin 96. yılı.  Bu tarih aynı zamanda, iktidarı süresince tüm denklemleri milletin çıkarları için bozan Erdoğan’ın Köşke çıkabilmesi için yapılacak olan seçimin yılı. Sembolik gibi görünse de Köşke çıkmak, ‘bitmeyen kavga’nın tarafı olan Batılılar ve selfkolonizatör anlayışın temsilcileri açısından sindirilmesi mümkün olmayan bir adım olarak değerlendiriliyor. Bu nedenle de, kavga farklı zeminlerde yenilenerek sürdürülecek gibi görünüyor. Burada önemli olan, milletin ve Türkiye toplumunun alacağı pozisyondur. Bunu ise önümüzdeki süreçte göreceğiz!