Biz Ali'yi Çok Sevdik

0
11.06.2016

MalcolmX’in deyimiyle “Beyaz efendilerine hizmet etmeyi marifet sayan korkak ev zencisi olmayı değil, aç kalacağını ve hatta öldürüleceğini bilse kimseye kölelik etmeyecek olan tarla zencisi olmayı tercih ettiği için” sevdik biz Ali’yi.


Biz Ali'yi Çok Sevdik

Yıl 1974... Ayşe tatile çıkmış, Türkiye, Kıbrıs’ta zafer kazanmıştır. Bu, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca kazandığı en büyük askeri başarıdır. Aradan birkaç ay geçtikten sonra Türkiye’deki birçok insan en az Kıbrıs kadar heyecan verici bir müjdeyi almak için televizyonlarının başına geçerler. Muhammed Ali, unvan maçı için dünya ağırsıklet boks şampiyonu George Foreman’ın karşısına çıkacaktır. Çıkar ve kazanır. Türkiye’de bir coşku... Ali’nin zaferiyle Türkiye’nin Kıbrıs zaferinin üzerine bir cila çekilmiştir adeta... Biz Ali’yi bu yüzden çok sevmiştik...

Evet, biz Ali’yi çok sevmiştik. Ezilenler ve yoksullar adına dövüştüğü için. Kürsülerde konuşan kravatlı ucubeler için değil, sokaklarda kalanlar adına dövüştüğü için çok sevmiştik Ali’yi. Emperyalistler ve savaş baronları adına değil, yoksul Vietnamlılar adına dövüştüğü için çok sevdik Ali’yi. Kodamanlar adına değil, ‘küçük’ insanlar adına dövüştüğü için, temizlik işçileri, benzin pompacıları, gece vardiyasındaki insanlar adına dövüştüğü için sevdik Ali’yi. Kalbi de yumrukları kadar büyük olduğu için sevdik. MalcolmX’in deyimiyle “Beyaz efendilerine hizmet etmeyi marifet sayan korkak ev zencisi olmayı değil, aç kalacağını ve hatta öldürüleceğini bilse kimseye kölelik etmeyecek olan tarla zencisi olmayı tercih ettiği için” sevdik biz Ali’yi. 

17 Ocak 1942’de, orta halli bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelip, bir süre Cassius Marcellus Clay adıyla yaşadıktan sonra, önce CassiusX, ardından Muhammed Ali olmayı tercih ettiği için, Müslüman olarak yaşadığı ve Müslüman olarak Allah’ın huzuruna gittiği için çok sevdik biz Ali’yi.

Daha birçok nedenden ötürü sevdik biz Ali’yi. En iyisi hikâyeyi baştan anlatmak...

Muhammed Ali’nin doğduğu yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde siyahlar ikinci sınıf insan muamelesi görüyordu, hatta çoğu zaman insan yerine bile konmuyorlardı. Çok yerde, köpekler ve zenciler giremez yazıları yer alıyordu. Almanya’daki Nazi rejimini Yahudilere karşı muamelesinden ötürü ırkçılıkla suçlayan “özgürlükçü ABD”, aynı şeyi siyahlara karşı yapıyordu. 1936 Berlin Olimpiyatlarına katılan Jesse Owens, Amerika adına yarışmış, 4 altın madalya almış ama ülkesine döndüğünde onuruna düzenlenen resepsiyona bile hizmetli kapısından girmek zorunda bırakılmıştı. Ku Klux Klan adlı ırkçı örgüt, siyahların evlerini yakıyordu. Siyahlar, şehirlerde, ağaçlara asılıyordu. Otobüslerde, trenlerde ayrı kompartımanlara oturmak zorunda kalıyorlardı. Ali, böyle bir Amerika’ya doğmuştur.

Irkçılık kol geziyor

Yıl 1960... Ali, 18 yaşında... ABD adına Roma Olimpiyatlarına katılmış ve altın madalya ile dönmüştü. Fakat Jesse Owens’ın karşılaştıklarından farklı değildi yaşadıkları. Hayatını sürdürdüğü şehirde ırkçılık hâkimdi. Siyahlar için ayrı beyazlar için ayrı okullar ve kiliseler, vardı. Bazı dükkânlar, işyerleri, lokantalar, oteller, sinema ve tiyatro salonları siyahlara yasaktı.

İşte o yıllarda, Muhammed Ali, ABD adına yarışmış ve altın madalya kazanmış bir adam olarak siyahların alınmadığı bir restorana gidip sipariş verir. Beyaz adamın umurunda değildir Ali’nin altın madalyası. İster madalyalı, ister madalyasız, zenci zencidir onun için. Olimpiyatlarda kazanılan altın madalyanın değil, ırkçılığın altın kuralı geçerlidir ve o kural şöyle buyurur: Zenciye yemek yok! Servis yapılmaz Ali’ye. Ali öfke ve hayal kırıklığıyla Ohio Nehri’nin kıyısına gider. Çok sevdiği madalyasına son bir kez bakar ve onu ‘lanet olsun’ diyerek nehrin derinliklerine fırlatır. Madalyayla birlikte ısmarlama bir hayatı da nehrin derinliklerine yollar Ali.

Tam o sıralarda, İslam Ulusu (Nation of Islam) ile temas kurmaya başlar. Siyah Müslümanların mescitlerine, toplantılarına gider. 1962’de, Malcolm X ile tanışır. O artık, Cassius Marcellus Clay değildir. O, tıpkı Malcolm X gibi, Cassius X olmuştur. Köle soyadını ve köle dinini terk etmiştir. Gerçek kimliğini bulana kadar soyadı X olarak kalır. En sonunda gerçek kişiliğini bulur ve Muhammed Ali adını benimser. Ancak, beyaz, Hristiyan, ırkçı Amerikan sistemi içinde yükselişi engelleneceği düşüncesiyle Müslüman olduğunu gizler. Bu arada boks kariyerindeki basamakları da hızla tırmanmaya devam eder.

Hilal ile Haç’ın maçı

Yıl 1964... Ali, 22 yaşında... Sıra dünya ağır sıklet boks şampiyonluğuna gelmiştir. Şampiyonluk kemeri Sonny Liston’dadır. Hiç kimse Ali’nin kazanabileceğine ihtimal vermez. İslam Ulusu’nun yöneticileri bile... Bir kişi hariç: MalcolmX... Malcolm, maçtan önce Ali’ye şunları söyler: “Bu maç Hilal ile Haç’ın ringe çıkışıdır. Çağdaş bir Haçlı Seferi, bir Müslüman’la bir Hristiyan’ın, televizyon başında bekleşen bütün dünya karşısında kozlarını paylaşmasıdır!” Ve maç olur biter... Ali, rakibini fena dağıtır. Liston’u yere serdikten sonra çılgınca sevinerek şunları söyler: “Dünyayı salladım! Yaşayanlar arasında en büyük benim! Yüzümde tek bir iz bile yok! Sonny Liston’ı hüsrana uğrattım. 22 yaşına daha yeni basmış biri olarak en büyük benim! Bunu bütün dünyaya gösterdim! Her gün Allah’a dua ettim! Dünyanın kralıyım ben!” Şampiyonluk maçının ertesinde, basının karşısına çıkar ve Müslüman olduğunu açıklar: “Cassius Clay benim köle adımdı. Artık köle değilim! Benim adım Muhammad Ali!

Bu tarihten sonra Amerikan siyah hareketi üzerinde kara bulutlar dolaşır. Müslüman siyahların önderlerinden Malcolm X ve ona göre daha yumuşak bir çizgiyi izleyen Hristiyan siyahların önderi Martin Luther King öldürülür. Muhammet Ali, Vietnam’da savaşması için askere çağrılır. Gidip gitmeyeceği sorulduğunda, “Vietkongla hiçbir derdim yok, olamaz da...” der. Orduya katılmayacağını açıklar. Dünyanın önde gelen gazete ve televizyonlarında Ali’nin açıklamaları ilk sıradadır: “Louisville’de ‘pis zenci’ diye çağırılıp köpek muamelesi gören ve en temel insan haklarından bile mahrumken benden üzerime bir üniforma geçirip 10 bin mil ötedeki bir ülkede bomba atıp kurşun sıkmamı nasıl beklerler? Hayır! Beyaz efendilerin beyaz olmayan başka milletler üzerinde baskı kurmalarına, onları öldürmelerine, evlerini yakmalarına yardımcı olmak için evimden 10 bin mil öteye gitmeyeceğim. (...) Halkımın gerçek düşmanı orada değil, burada! Adalet, eşitlik ve özgürlük için savaşan o insanları köleleştirmede kullanılan bir maşa olmayacağım. (...) Eğer bu savaşın 22 milyonluk halkıma özgürlük ve eşitlik getireceğine inansaydım, bizzat kendim orduya katılırdım. Kaybedecek hiçbir şeyim yok. Hapse atacaklarını söylüyorlar, ne olmuş sanki? Biz zaten 4 yüz yıldır hapisteyiz.”

Bir halkın uyanış şuuru

Ali’nin bu çıkışına Nobel Ödüllü Bertrand Russel da kayıtsız kalmaz. Ali’ye bir mektup yazar ve şu uyarılarda bulunur: “Gelecek aylarda şüphe yok ki Washington’daki adamlar sana ellerindeki tüm imkânlarla zarar vermeye çalışacaklar. Sen Amerikan iktidarına meydan okuyarak kendi halkın ve tüm mazlumlar adına konuştun. Seni susturmaya çalışacaklar çünkü yok edemedikleri bir gücü temsil ediyorsun; yani korku ve baskıyla zulüm görmeye ve aşağılanmaya direnmekte kararlı bir halkın uyanış şuurunu.”

Ve beklenen olur. Muhammed Ali askere gitmeyi reddettiği için 5 yıl hapis, 10 bin dolar para cezasına çarptırılır. Pasaportuna el konulur, lisansı iptal edilir, şampiyonluk unvanı elinden alınır. Karara itiraz eder ve kısa bir süre kaldığı cezaevinden çıkar. Bir üniversitede yaptığı konuşmada, “Bana iki seçeneğin var deniyor: Ya cezaevine gidersin ya da askere! Başka bir seçenek daha olduğunu hatırlatmak isterim: Adalet!” der. Yüksek Mahkeme, 1971’de lisansının iade edilmesine karar verir. Aradan dört yıl geçmiştir ve dünya değişmiştir. ABD, Vietnam Savaşı’nı kaybetmiştir. Savaş karşıtlarının tezleri işlerlik kazanmıştır. Dünya boks şampiyonu değişmiştir. Her şeye rağmen, Ali geri dönmüştür!

Yıl 1974... Yer o zamanlar Zaire olarak bilinen bugünkü Kongo... George Foreman’la şampiyonluk maçı... Zaire, Belçika sömürgesi olan bir devlettir. Belçikalılar, geçmişte, savaşamasınlar diye, bu ülkedeki birçok erkeğin, çocuklar dâhil, bir ellerini kesmişlerdir. Zaireliler Belçikalılardan nefret ederler bu yüzden. Ne var ki, George Foreman, uçaktan inerken yanında bir Belçika kurt köpeğiyle gelir. Foreman, bu tavrıyla, MalcolmX’in deyimiyle ‘beyaz efendilerine kölelik yapmaya hazır ev zencisi’ni temsil etmektedir. O manzara karşısında Zaireliler Foreman’dan da ölesiye nefret ederler. Muhammed Ali, maça Zaire’de hazırlanır. Sokaklarda... Caddelerde... Koşularına Zaire halkı da eşlik eder, çocuklar, yetişkin erkek ve kadınlar onunla birlikte koşar. Ali, onlara devrim şiirleri söyler: “Yüksek sesle söyle: Siyahım ve onurluyum!” İşte bunun için çok sevdik biz Ali’yi. Kişisel bir kariyer adına değil, rekorlar kırmak adına değil, çocuklar adına dövüştüğü için; yetimler ve öksüzler adına dövüştüğü için, ezilenler adına dövüştüğü için onu çok sevdik.  Nitekim maç günü gelir ve Ali, tüm mazlumlar adına ringe çıkar. Bütün Zaire halkı Ali’nin yanındadır. Foreman’dan nefret ettikleri için maç boyunca “Ali Bomaye” (Ali, onu öldür!) diye bağırırlar. Ve Ali, Foreman’ın işini bitirir. Yeniden dünya şampiyonu olur. Yıllar böyle geçip gitti işte.

Mazlumların hikayesi

Ali, ilerleyen yıllarda tekrar kaybetti şampiyonluğunu ve sonra tekrar aldı. Ardından Parkinson hastalığına yakalandı. Bundan sonraki bütün hayatını insanlığın selameti için harcadı. Davasından, kimliğinden ve duruşundan da asla vazgeçmedi. Günün birinde, Hollywood Bulvarı’na adı ve yıldızı konulmak istendiğinde, “Peygamberim Hz. Muhammed’in adını ayaklar altına koydurmam” deyip diretti; onu simgeleyen yıldız, bütün yıldızlardan farklı olarak üstüne basılmaması için duvara asıldı. Ve geçtiğimiz günlerde, Rahman ve Rahim olan Allah’ın huzuruna erdi. Vefat haberini aldığımda, Ali’nin hikâyesi bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden... Biliyorum ki, bütün Afrika’da, bütün Ortadoğu’da, bütün Asya’da ve bütün Amerika kıtasında onu tanıyanlar; onun hayat hikâyesini bir film şeridi gibi hatırladılar o öldüğünde. Onun hikâyesiyle birlikte kendi hikâyelerini de... Çünkü Ali’nin hikâyesinde hepimizin hikâyesi vardı. Onun hikâyesi bizim hikâyemizdi. Biz Ali’yi çok sevmiştik. Bilal-i Habeşî’nin kokusu sinmişti üzerine. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

[email protected]