Biz ‘hayat’ kültüründen geliyoruz

Soner Can / Gazeteci
27.06.2015

Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman, kendini ‘estetikten ve güzellikten haberdar nesiller’ yetiştirmeye adamış bir akademisyen ve yazar. Sanat dünyamızın çok ihtiyaç duyduğu nadide değerlerden. ‘Uzun yıllar gazete ve dergilerde yer aldığı yazılarını ‘yeni bir bakışla’ inceleyip, yer yer müdahale ederek ‘Bakmak Görmek Bir de Bilmek” adıyla yeni bir kitap çıkardı Kahraman. Onunla yeni kitabı çevreninde estetiği, güzelliği toplumsal hal-i pür melalimizi konuşmak apayrı bir keyif oldu...


Biz ‘hayat’ kültüründen geliyoruz
 

Yeni kitabınız bağlamında soruyorum; Bu kez geniş kitleler tarafından okunup anlaşılmak istemişsiniz sanki...

İnsan elbet yazdığı çok okunsun ve anlaşılsın ister. Lakin bu durum biraz tartışmalı bir konudur. Bir takım seçkinler geniş kitlelerin ilgisine mazhar olunca kendilerinden ve yazdıklarından kuşkuya düşer, bir yerde yanlış yaptıklarını düşünür. Benim de açıkçası geniş kitlelerle bir işim olmaz, olamaz da. Her ne kadar gazetelerde yazsam da, kitleye dönük bir zihinsel üretimde bulunmak ilgi alanıma girmiyor.

- Şöyle soralım: Akademisyen halktan uzak duran kişi midir?

Sözgelimi siz tıp ile ilgili yazılar yazıyorsanız, iki şeyden birini yaparsınız. Ya akademik ve tıp biliminin gerektiği jargonla yazarsınız ya da geniş kitleler için popüler tıp yazıları yazarsınız. Şahsen benim akademik yazılarımı geniş halk kitleleri okusun diye bir beklentim olmadı. Akademi, fildişi kulesinde işlevini icra etmeli. Ancak akademisyenler zaman zaman popüler ürünler de verir, vermelidir de.

Kültür dayatılamaz

- Kemalizmin ‘kitlesel terbiye programı’ başarısız oldu. Problem yerli yerinde duruyor. Ne yapmalı?

1991’de Süleyman Demirel’in son başbakanlık kabinesinde Kültür Bakanlığı’nda danışmanlık yaptım. O zaman bu göreve giderken temel bir iddiam vardı. Aslında kültürün bakanlığı değil kültürel üretimi regüle eden, kontrol eden, yönlendiren ve altyapısını, imkanlarını hazırlayan bir organizasyona ihtiyacı var. Kültürün bakanlığı olduğu vakit, tercihlerin ideolojik hale gelmesi tehlikesi var. Kültür elbette ideolojik bir şeydir ama bu ideolojinin çok empozan bir tavırla, dayatmacı bir biçimde karşı tarafı icbar etmesi söz konusu.

- Siyasetçinin kültürel alandan elini çekmesi mümkün mü?

Bakanlıkların dar bürokrat kadrolarıyla bu kültürel alanların canlılığını, dinamizmini ve üretimini karşılayabildiği kanısında değilim. Bugün de benim kültür bakanlığıyla şu veya bu sebepten ötürü ilişkilerim devam ediyor. Çok büyük bir iyi niyet görmeme rağmen bakanlık bürokrasilerinin bu işi ilgili olduğu alanlardaki güncel bilgiye sahip olamadıklarını görüyorum.

- Ama kendi haline bırakılırsa?

Ben de tam onu söyleyecektim. Bu işi kendi mecrasına bırakırsak bakanlığın yıllar boyunca Türkçeye kazandırdığı onca klasik yayınlanacak mıdır? Ticari olmayan birçok kültürel sunum, sivil alanın ilgisini çekecek midir? O vakit şöyle bir durum çıkıyor ortaya: Bakanlıklar, ilginin daha az olduğu alanlarda üretim ortaya koymalı fakat bunu sivilleşerek yapmalı.

- Bunu toplumun da talep etmesi gerekmez mi?

Elbette. Ancak toplum hala Mehmet Akif - Tevfik Fikret, Necip Fazıl - Nazım Hikmet diye ikiye bölünmüyor mu? Bir iktidar gelip Necip Fazıl’a, bir diğeri Nazım Hikmet’e sahip çıkıyor. Oysa iktidarlar kendilerini demokratikleştirebilirlerse o zaman hem Nazım Hikmet hem de Necip Fazıl’ı yan yana bir çeşitlilik içinde sunabilirler.

Burjuvazi, gelenektir

- Devlet mücbir olmamalı lakin insanoğlu da fıtratı gereği kolay ve popüler olana yönelmez mi?

Bu eğitimin meselesi. Türkiye’de hata şu oldu. Biz daima daha eski bir estetiği kendimize mal ettik. Ama bir zamanlar yine de belli bir estetik formasyon vardı. Benim babam 1925 doğumluydu. Cumhuriyet ile yaşıtlığı bakımından ilginç bir tarih. Babam ve kuşağı erken Cumhuriyet’in liselerinde okudular. O kuşaklar ne okudular diye bir kültür adamı ve akademisyen olarak bir vakit inceledim. Bir kere onlara çok sağlam divan edebiyatı okutmuşlar. Herhangi bir durumda, o duruma, o olaya denk düşen Fuzuli’den Baki’den bir beyit okuyabiliyorlardı. Tanzimat edebiyatını da biliyorlardı. Ama bir de kendi eğitimime bakıyorum. Bizim eğitimimizde divan edebiyatı sadece tarihsel bir madde olarak görüldü. Halbuki onların divan edebiyatı üstünden dünyaya bakmaları doğallıklarının bir parçasıydı.

- Evet eğitim meselesi ama okumuş kesimin de varlıklı sınıfımızın da sanatla ilgisi sınırlı...

Üzerine büyük araştırmalar yapılması gereken, kitaplar yazılması gereken bir konu bu. Bunu yıllarca Türkiye’de burjuva sınıfının olmayışına bağlamıştık. Biz burjuva sınıfı dediğimiz zaman zenginliğe işaret ediyoruz. Oysa burjuvazinin içinde iki çok önemli özellik var. Birincisi ‘gelenek’ boyutu. Geleneği olmayan burjuvazi olmaz, burjuvazinin bizatihi kendisi gelenektir. Belki ‘gelenek’ daha çok aristokrasiye ait bir kavramdır ama burjuvaziyi de nesiller sonra hala ‘dün para kazanmış bugün lüksle tanışmış bir sınıf’ olarak nitelendiremeyiz. Kısacası, bir gelenek çekirdeğinin kendi içinde bir takım modülasyonlarla, değişim ve dönüşümlerle çağdaşlaşmasıdır sokaktaki adamın sanatla ilgisini kuran. Burada Çetin Altan’ın çok önemli bir tespitini hatırlatayım: “Türkiye’de üç neslin biriktirdiği kitabın bulunduğu kütüphaneyi geliştiren bir dördüncü nesil yoktur.”

- Gelenek deyince hangi gelenek diye sormak lazım!

Gelenek meselesi bizde sancılı bir kavramdır. Benim gençliğimde gelenekten anlaşılan Osmanlı geleneğiydi. Ben geçmişinin birikimine inanan insanlardan biriyim. Üstelik daha farklı bir kültürel kökenden, çevreden ve hatta siyasal düşünceden gelmeme rağmen. 60’ların ortasında, 70’lerin başında bu meselelere akıl erdirmeye başladığımda benden yüz sene evveli 1870’ler demekti. Biliyorsunuz bir sanat eseri bile yüz yıl geçince antika kabul ediliyor. Öte yandan geleneğin çok önemli bir componant’ı (bileşeni) var, din. Ve dinlerin dillerle olan ilişkisi. Bir Avrupa ülkesini düşünelim. Mesela bir Alman barokunu Fransız rokokosunu düşünelim. Bunları tek başına düşünemezsiniz, bunların altında dinsel bir çekirdek var. O dinsel düşüncenin kendi etrafında yarattığı momentum ve o orbit’in çevresinde dönen diğer unsurların birbirlerine etkilemesiyle oluşturduğu bir kültür var. Üçüncüsü de eğitim sisteminde estetiğin varlık durumu.

- Hızla artan nüfusu eğitmek...

Türkiye’nin yaşadığı hüzün artan nüfus artışları ve şehirlere göç oldu. İlki niteliği bırakıp niceliğe yoğunlaşmamız. Yani, ne yaptık her yere lise açalım. Açalım ama bir lise mezununun sahip olduğu eğitim düzeyi, estetik düzeyi nedir, bununla hiç ilgilenmedik. Yeter ki hızla artan nüfusumuzun gençlerini lise mezunu yapalım. Bu politikayı çok önemsiyorum. Elbette her ilde bir üniversite açılsın. Ama bir yandan da işin niteliğine ait bir sorumluluk duygusu taşıdığımızı bilmeliyiz.

- Yerel yönetimlerin şehirlerin ve bireylerin hayatına etkisi için ne denmeli? Seçilenler, bürokratlar bir şehrin kaderini belirleyebilir mi?

Dünyanın hiçbir yerinde ‘seçilmiş olmak’ canınızın istediğini yapma hakkını vermez. Bu ancak otoriter rejimlerde olur. Siyaset biliminde en temel sorulardan biri şudur, “Who will guard guardians?” Konumuz bağlamında sorarsak, “Demokrasi kendini nasıl savunacak?”

Şehir kültürünü yok ettik

- Yeni kitabınızda modern sanatla çağdaş sanat arasındaki nüansa değiniyorsunuz. Nedir bu iki sanat bakışı ve anlayışı arasındaki fark?

Modern sanat, 1870’lerden 1970’lere üretilmiş sanat eserlerini kapsar. Bu döneme ‘son modernizm’ diyoruz. Çağdaş sanat 70’lerle birlikte gelişen bir şey. Elbette çağdaş sanatın kökleri 20. Yüzyılın başlarına kadar gidiyor vs. ama. O yol hikayesinde Duchamp ve Boys gibi önemli kilometre taşları var tabii ki. Bir kere modern sanat esoterik ve zor bir sanat. İnsanın sezgileriyle, yüksek kültürel birikimiyle elde edilebilir. Fakat çağdaş sanat Amerikan kitle kültürünün gelişmesiyle, günlük hayatın içinden çıkan bir anlayış.

- Avrupa’yı gezen insanımız onların şehirlerini çok mamur ve şirin buluyor, vahlanarak geri dönüyor...

‘Görsel Bilincin Oluşumu’ adlı kitabımda buna dair birçok şey yazdım. Güzelliğin bir tek tanımı yok. Ben de Avrupa’da iyi korunmuş Orta Çağ kentlerine gittiğim zaman çok keyif alıyorum. Ama bu, bizim kültürümüzün kendi normatif estetiği olmadığı anlamına gelmez. Mesela ‘Türk Evi’ diye bir kavram var. Biz belki ‘hayat’ kültüründen geliyoruz. Evlerimizin önüne yüksek duvarlı ‘hayat’ dediğimiz avlular koyduk. O ‘hayat’ın kendine göre bir estetiği ve orada günlük hayatın yaşanışı var.

- Bundan uzaklaştıkça başımıza gelen nedir?

İstanbul’a bir bakın! Şehrin ortasına yepyeni bir şehir kurmaya çalışıyoruz. Bir kenti başka bir şeye benzetmeye çalışıyoruz. Bu karmaşa içinde kendinize ait katastroflar üretiyoruz. Mesela insanlar trafik tıkanıklığını teknik bir şey olarak görüyor. Oysa bu trafik tıkanıklığının insanın tüm tercihlerini etkileyen, dejenere eden, tacizci bir tarafı yok mu? Trafik tıkanıklığının yarattığı çırpınışlar estetik duruşu tercihleri getirmiyor mu? Biz şehirleri bu hale getirerek, o şehirlerin hayatının dinamizmi demek olan demokratik kültürü de yok ettik.

Mimarlar hayata el koyun!

 

- Çok çirkin şehirler yaptık. Bu şehirlerin banileri eğitimli mimarlar değil mi sonuçta? 
 
Benim son kitabımdaki yazılarımdan biri “Mimarlar Hayata El Koyun” başlığını taşıyor. Öncelikle şunu söyleyelim. Bir şeyin iyi, güzel, fonksiyonel ve estetik olması için lüks ve pahalı olması gerekmez. Bugün Anadolu’ya gittiğiniz zaman basit bir köy evinin kendi çevresiyle uyumu, yansıttığı minimalizmi güzel bir şeydir. Oysa taş ve ahşapla köylünün kendi inşa ettiği ahşap ev, bir kütükten yapılmış bir masa, ağaç bardaklar, testiler, çevresiyle uyumla bir arada olduğu, çevrenin nesnelerini kullandığı için estetiktir. 
 
Ucuzlaştırmayı bir ‘imkan’ sanıyoruz!

 

- Bizatihi kendisinin ‘bir çirkinlik kaynağı olup olmaması’ hakkında medya için ne demeli?

Bu başlı başına bir problem. Medyanın biçimsel tercihlerinin çok geride kaldığı bir gerçek. Üniversede gençlere bu işi öğrettiğimiz dersler var. O öğrencilerin yaptığı mizampajlar, profesyonel Türk basınındakilerin fersah fersah ötesindeler. Biz ucuzlaştırmayı, basitleştirmeyi bir ‘imkan’ olarak kullanabileceğimizi sanıyoruz. Bu son elli yıllık sosyal, siyasi tercihlerimizin yarattığı en büyük problemlerden birisi. Seçkin olandan, nitelikli olandan kaçınmayı bir ‘kapasite’ olarak görüyoruz. Bu tabii ki bir oportunizm. “Kitleye yönelirsem, kitlenin cazibesini yakalarsam o zaman daha çok kazanırım” demenin tezahürü medyadaki durum. “Kitleyi yakalamaya çalışmak” her zaman basitlik ve ucuzluk üzerinden olmaz. Şimdi dünya televizyonlarını bir açalım... Her birinde farklı farklı sanat, kültür, bilim, tarih ve edebiyat programlarını izleyebilirsiniz. Bizimkilerde ise sadece politika var. Bu aslında politika üzerinden bir toplumun apolitik hale getirilmesidir.

[email protected]