“Bizim askerlerimiz niçin Türk askerleri kadar dayanıklı değil?”

Ercan Şen/Sosyolog-Siyaset Bilimci
4.11.2025

Kore Savaşı'ndan sonra bizatihi Amerikan araştırmalarında ortaya çıkan sonuç; Türk askerlerinin düşmanla işbirliği yapmadığı ve hayatını idame ettirme konusunda neredeyse zayiat vermediğidir. Sadece esir düşen iki Türk askerinden biri akli dengesini kaybetmiş diğeri ise meçhul kalmıştır. Esir düşen askerlerle ilgili geniş bir araştırma yürüten ABD Kara Kuvvetlerinin, Amerikan Kongresinin ve bu süreç boyunca konuyla ilgili olan Amerikan medyasının cevabını aradığı soru şu olmuştur: Bizim askerlerimiz niçin Türk askerleri kadar dayanıklı değil?


“Bizim askerlerimiz niçin Türk askerleri kadar dayanıklı değil?”

Ercan Şen/Sosyolog-Siyaset Bilimci

Çin ve ABD rekabetinin iyice ayyuka çıktığı günümüzden 75 yıl önce Kore yarımadasında her iki devlet kıyasıya savaşmıştı. İkinci Dünya Savaşı'nın hemen akabinde 25 Haziran 1950 yılında başlayan Kore Savaşı büyük can kayıplarına sebep olmuştu. Kuzey Kore'nin Güney Kore'ye saldırmasıyla başlayan savaşta asli olarak çarpışan güçler ise Çin ve ABD olmuştur. Kore Savaşı'nın 75. yıldönümü; Atlantik bloku ile Sosyalist blokun karşı karşıya gelişinin ideolojik boyutunu bize hatırlatırken günümüzde yine ABD ile Çin arasındaki ekonomik, kültürel, dijital bağlamlarda verilen mücadelenin ön plana çıktığını da görüyoruz.

Kore savaşındaki can kayıpları; ne kadar şiddetli ve kıyıcı bir savaşın cereyan ettiğini bize göstermektedir: 137 bin 899 askerini kayıp veren Güney Kore'yi, 36 bin 940 askerle ABD, 1078 kayıpla İngiltere ve 900 şehit veren Türkiye izledi. Kuzey Kore'de ise 508 bin 797 asker öldü. Bu askerlerin 400 bin kadarı Çinlidir. Asker-sivil toplam ölü sayısının 2.5 milyon kişi civarında olduğu değerlendirilmektedir. Savaşta, Güney Kore ve BM tarafında yaklaşık 5 bin kişi, Kuzey Kore ve Çin'den ise yaklaşık 70 bin kişi esir düştü. Ateşkes anlaşmasından bir ay önce Haziran 1953'teki esir değişiminde Türk Tugayı'ndan esir düşen 244 kişinin tamamı bir istisna hariç yurda döndü.

Kore Savaşı'nda esir düşen askerlerimiz

1979 yılında Türkçeye çevrilen ve Genelkurmay Başkanlığının bastığı "Kore- Kore'de Cereyan Eden Muharebelerden Alınacak Dersler" isimli eserde ve 2020 yılında Dr. Aynur Onur Çifci tarafından Amerikan kaynaklarına göre yapılan "Ben Türk" isimli akademik çalışmada bizleri düşünmeye sevk eden sonuçlar ortaya çıkmıştır. Savaştan sonra bizatihi Amerikan araştırmalarında, raporlarında şaşırtıcı olarak ortaya çıkan sonuç; Türk askerlerinin düşmanla işbirliği yapmadığı ve hayatını idame ettirme konusunda neredeyse zayiat vermediğinin vurgulanmasıdır. Sadece esir düşen iki Türk askerinden biri akli dengesini kaybetmiş diğeri ise meçhul kalmıştır. Kore savaşında esir düşen askerlerle ilgili geniş bir araştırma yürüten ABD Kara Kuvvetlerinin, Amerikan Kongresinin ve bu süreç boyunca konuyla ilgili olan Amerikan medyasının cevabını aradığı soru şu olmuştur: Bizim askerlerimiz niçin Türk askerleri kadar dayanıklı değil?

Hem Amerikan silahlı kuvvetlerinin hem Amerikan Kongresinin hem Amerikalı bilim adamlarının bu soru hakkında birçok araştırması ve raporu yayımlanmıştır. Dr. Aynur Onur, Amerikalıların bu soruya verdiği cevaplara genişçe yer vermiştir lakin çalışmasının şu yönlerini de vurgulamak gerekir: Birincisi konuyla ilgili olarak ilk defa Amerikan resmi belgelerine dayanılarak bir çalışma yapılmakta, ikincisi Türk askerlerinin şahsiyetleriyle, psikolojileriyle ilgili çok önemli bilgiler ortaya koyulmakta, üçüncüsü diğer milletlerin askerleriyle karşılaştırılmakta, dördüncüsü askeri antropoloji gibi bir bilim dalı somut olarak Türkiye'de tanıtılmaktadır. Hepsinden önemlisi ise savaşan insanların karakter salabetini sosyolojik bağlamda vurgulamaktadır.

Şerif Mardin Oryantalist midir?

Kore savaşının 75.yılı vesilesiyle ayrıca bizim üzerinde duracağımız ve katkıda bulunacağımız konu ise Amerikan kaynaklarına hakim olduğu bilinen Prof. Dr. Şerif Mardin'in Türk bireyi hakkındaki teorisini/kanaatlerini oluştururken saha verilerinin aksine davranmış olmasıdır. Örnek verdiği esir Türk askerlerinin davranışları konusunda ABD kaynaklarının fevkalade olumlu nitelemelerinin aksine kurduğu cümlelerin, bir manipülasyon içerip içermediğidir? Şerif Mardin'in Kore Savaşı'nda esir düşen askerlerimiz üzerinden Türk bireyi hakkındaki tespitlerinin/kanaatlerinin Amerikan raporlarının da aksine son derece olumsuz ve oryantalistik bir bakışla malul olmasını nasıl yorumlamalıyız?

Türk sosyal bilim camiasının 'iyi bildiği' Şerif Mardin'in hak edilmiş bir şöhreti vardır. Çünkü CHP tek parti döneminin jakoben ideolojik tutumunun talep ettiği bilim anlayışından ziyade olgulara dayalı bir bilim perspektifine sahip olduğunu düşündüğümüz bir bilim adamıydı Şerif Mardin ve bu da Türk sosyal bilimleri için az bulunur bir nimet değildi. Özellikle 1980'lerden sonra yeni kuşak sosyal bilimciler, hocanın Anglo-Sakson meşrep liberal perspektifinin sağladığı serbestî iklimi teneffüs ederek Boğaziçi Üniversitesinde, ODTÜ'de ve diğer üniversitelerde nispeten daha özgüvenli tezler ileri sürebilmişlerdir. Bkz.Alim Arlı, Yasin Aktay, Adem Çaylakv.d.

Şerif Mardin'in "Din ve İdeoloji" kitabının ilk baskısı 1969 yılında yapılmasına rağmen 1970'li yılların siyasi ve sosyal çalkantıları içerisinde pek fazla yankı uyandırmamış ama 1980 askeri darbesinin getirdiği içe dönük revizyon sürecinde, 1979 İran devriminin etkisi altında ve İslamizasyon süreci bağlamında tekrar tekrar basılarak (1983, 1986, 1990 v.d.) geniş çaplı bir ilgiyi yaratmıştır. Bu ilgiyi takiben Bediüzzaman Said Nursi üzerine yaptığı çalışma 1989 yılında İngilizce, daha sonra 1992 yılında da Türkçe yayımlandı. Bu kitap -rahatlıkla iddia edebilirimki- en çok İslamcı camia tarafından satın alındı ve okundu. Ve fakat onu sosyolog değil de sosyolojist olarak gören Metin Karabaşoğlu dışında da doğru dürüst eleştirilmedi. Lakin hakkını da vermek lazım ki Şerif Mardin "Bediüzzaman Said Nursi Olayı"nda sosyal bir olguyu aktör(leri) üzerinden ideolojik/kültürel bağlamı içerisinde analiz etmeye çalışarak Türkiye için o yıllarda nispeten yeni bir metodun öncülüğünü yapmaya çalışmıştır. Bu analizler nedeniyle en baştan beri farkında olduğu ve yöntem açısından eleştirdiği çevreler nezdinde akademi camiasından dışlanmıştır. Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Genel Kurulu, onun üyeliğe alınmasını üç kez reddetmiştir. Gerekçenin ise Prof. Şerif Mardin'in genel olarak din sosyolojisi, özel olarak da Bediüzzaman Said Nursi üzerine yaptığı parlatıcı çalışmalar olduğu ileri sürülmüştür. Ancak yıllar sonra özür anlamına gelen TÜBA Uluslararası Akademi Ödülü'ne (2016) ve şeref üyeliğine layık görülmüş ve bu ödül de bizzat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 2 Şubat 2017 tarihinde kendisine tevdi edilmiştir. Bu bağlamda muhafazakâr demokrat iktidarın da kendisini sahiplendiği açıktır. Çünkü gerçekten de o Türk milletinin muhafazakar kesiminin muhafaza etmeye çalıştığı dinî, kültürel özelliklerine en azından o zamana dek var olan jakoben seçkinci tutumun aksine sosyolojik bir perspektifden yargılamadan ve aşağılamadan bakmaya çalışmış ve modernizmle- ki burası muhakkakki tartışmalıdır- bir uzlaşma çabasına girmesini desteklemiştir.

Şerif Mardin, kültüralist bir sosyal bilimci olarak din, ideoloji ve kültürün bireyi biçimlendirici işlevi üzerinde durmuştur. 'Din ve İdeoloji' eserinde bu konuyu ayrıntılı bir şekilde ele alırken Türk bireyinin biçimlenişini de norm/değer karşıtlığı üzerinde durarak açıklar. İşte bu önemli ve teorik perspektifini sunarken verdiği başlıca iki örneğin biri Kore Savaşı'nda esir düşen askerlerimizle alakalıdır diğeri ise İslâm ülkelerinde çocukların kimlik algılarını ölçen bir araştırmadır.

Değer/ norm karşıtlığı ve 'Kalın Türkler'

Şerif Mardin'e göre İslâmî toplumlarda, Batı toplumlarında çok daha önemli bir fonksiyon olan 'değer'lerin yerine 'norm'lar yani davranışlarımızı yönlendiren değişik kaynaklardan gelen çoğunlukla dinsel kurallar geçmektedir. Kişisel planda tercihler daha azdır. İnsanlar dışa dönüktür. Ne yapmaları gerektiğini, kendi vicdanlarıyla yaptıkları muhasebeden çok dinsel kaynaklı olan toplum normlarında arar. Şerif Mardin, bu kişilik yapısının Türkiye için günümüzde geçerli olduğunu iki ayrı çalışmanın gösterdiğini iddia eder: Bunlardan biri, Kore'de esir düşen Türk askerlerinin davranışını 'eleştiren'(?) raporlardır. Bu raporlardan anlaşıldığına göre, Türkler bir grup halini muhafaza ettikleri ve hiyerarşik yapılarını sakladıkları derecede, esir kamplarındaki hayatı diğer milletlerden daha kolay kaldırmaktadırlar. Fakat hiyerarşi kaybolunca, diğer milletlerden daha dağınık olmakta, daha kolayca beyin yıkamasına tabi tutulabilmektedirler. Bir diğer örneği de 6-14 yaşlarındaki çocuklarla yapılan bir araştırmadan veren Şerif Mardin, 'What are you?' sorusuna Türk çocukların 11 millet içerisinde en büyük yüzdeyle dinî cevap verdiğini söylemektedir. Kültürün kişilik özelliklerini oluşturmadaki rolünün İslâmiyette çok belirleyici olduğunu söyleyen Şerif Mardin, bu örneklerden yola çıkarak diğer toplumlarda olmadığı kadar toplumsal normlara bağlılığın Türkiye'de öne çıktığını ve kişiliği oluşturduğunu söylemektedir.

Şimdi Kore Savaşı vesilesiyle üzerinde duracağımız birinci örnekte; esir Türk askerlerin grup yapısını ve hiyerarşisini bozup fert fert işkenceye tabi tutulduğunda norm bağlılığı kalmayıp beyin yıkamasına daha çabuk maruz kalabilmeleri değer yokluğuna bir örnek olarak verilmektedir. Çünkü dışsal olarak referans alacakları bir norma değil de kendi değerlerine aidiyet hissetselerdi beyin yıkamasına maruz kalmayacaklardı...Şerif Mardin'in iddiası budur ama gerçekte öyle mi olmuştur?

Garip olan şu ki Kore'de esir düşen Türk askerlerinden ölen ve beyin yıkamasına maruz kalıp da komünist olan ve mekanizmanın nasıl işlediğini anlayabileceğimiz bir tane bile kalıcı örnek yoktur. Çünkü esirlerimizin hemen hepsi bir istisna hariç sağ salim ve propaganda faaliyetlerine kanmadan yurda dönmüştür. Fakat Amerikan tarafında yüzlerce beyin yıkamasına maruz kalmış ve komünist olup karşı propaganda faaliyetine başlayan askerler vardır. Yani beyin yıkamasına maruz kalıp da dönüşenler zımnen değer sahibi olduğu kabul edilen ABD askerleridir, Türk askerleri değildir. Şerif Mardin'in bu sonuca nereden ve nasıl vardığı hayrete şayandır. Ve ayrıca dayanaktan yoksundur. Ayrıca şu cümle de yine açıkça hem uydurma hem de mantıksızdır. Türk askerleri "...hiyerarşi kaybolunca, diğer milletlerden daha dağınık olmakta, daha kolayca beyin yıkamasına tabi tutulabilmektedirler." Bu cümledeki ileri sürülen durumun da hiçbir zaman geçerliği olmamıştır. Çünkü Çinliler her komutanı esir grubundan uzaklaştırıp tecrit ettiğinde onun yerine alt kıdemdeki diğer asker komutan olarak geçmektedir... Ve bu ilanihaye devam etmektedir. Yani Şerif Mardin hiçbir zaman var olmayan bir durumu hayal etmektedir oysa Amerikan askerleri arasında herhangi bir disiplin kalmayınca orman kanunları egemen olmuştur.

Amerikan davranışcı ekole verilen değer

Şerif Mardin'in bu örneklerden çıkardığı sonuçlar tartış(ıl)malıdır. Değer-Norm karşıtlığından yola çıkarak sivil toplumu ve haliyle 'değerleri' temellendirmek en azından kendisinin de 'Din ve İdeoloji' eserinin yeni baskısına yazdığı önsözde olduğu gibi Amerikan davranışcı ekole hak ettiğinden fazla değer atfetmekle alakalı görünmektedir. Batılı anlamdaki sivil toplum olgusunun ürettiği 'değer olgusunun' daha fonksiyonel özellikler taşıdığı yönündeki önyargısını kendisi de daha sonra fark ettiğinden bu konuyu daha sonra yazdığı bir makalede 'demon' yoksunluğuna bağlayarak tahkim etmeye çalışmıştır. Fakat bu normlara bağlılığın sadece İslâmiyetin ümmet/millet odaklı kültürel/ideolojik/sosyal yapısından mı geldiği yoksa en az dört bin yıllık Türk tarihinin asker-millet karakterinin topluluklara dayalı teşekkülünden mi geldiği de tartışılmamaktadır. Oysa burada daha derin tarihi/sosyolojik analizlerin yapılabileceği gibi daha da ötesi yapısalcı dil çözümlemesi açısından bakıldığında Türkçenin sentaksının bu toplumsal örgütlenmeyle beraberce yorumlanabilmesi de mümkündür. Kısacası sosyal yapının giysisi niteliğindeki kültürün dokunduğu kumaş olan geniş anlamdaki ideolojinin sadece İslâmiyetin ve Osmanlının sırtında -hegemon Batının gittikçe artan sosyal/siyasal tahakkümü karşısında- gittikçe yıpranan bir koruma sağladığı bir gerçekken, elbette sosyal yapıdan saptığı düşünülen her vaka da değer/norm karşılaştırmasında bir zaaf olarak yorumlanabilir. Kaldı ki normlara bağlılık ve hiyerarşiye uyum hususunda Japonların ve özellikle Çinlilerin genel olarak Asya toplumlarının daha da görünür olduğu da bir başka gerçektir. O halde bu alanda salt dinî mekanizmalara atıfta bulunmak aşırı yorum olarak nitelendirilebilir. Ayrıca davranışçı ekolün bağlamdan kopuk ve sonuca bağımlı bulgularının, sosyal olguyu anlamada yetersiz kaldığının itirafını yıllar sonra Şerif Mardin de yapmaktadır. Keza Şerif Mardin'in Kore savaşında esir düşen Türk askerlerinin davranışları konusunda derin bir yanılgı hatta mistifikasyon ve manüpülasyon içinde olduğu Amerikan kaynaklarına göre yapılan akademik çalışmada da çok net bir şekilde ortaya konulmuştur. Bizatihi Amerikan araştırmalarında, raporlarında ortaya çıkan sonuç Şerif Mardin'in tahayyülünden çok farklıdır. Düşmanla işbirliği yapma ve hayatını idame ettirme konusunda Türk askerleri zayiat vermemiştir. ABD askerlerinin zafiyeti ise olağanüstüdür.

Şerif Mardin'in bir başka bulgusu da şudur:

Utanç ve şüphe duygularına gelince burada önemli bir farkın ortaya çıkması muhtemeldir. İslâm toplumu, biraz önce gördüğümüz üzere bir normlar toplumudur. Bu normlar ise şahısta utancı çok özel şekilde ortaya çıkarır. Burada 'utanç' insanın kendi yaptıklarından utanması değil, toplumun beğenmediği bir hareketi yapmış olması dolayısıyla toplumun gazabına uğrayacağı korkusu şeklinde belirir. Bunun İslâmi bir görüntüsü olan 'Takiyye' (kendini sakınma) öğretisini yargımı kanıtlamak için ileri sürmek istiyorum (...) İnsanın kendi öz inançlarını saklayabileceği, onları açığa vurmaması gerektiği, bunun tehlikeli bir iş olduğu, ülkemizde her politikacının bildiği gibi hâlâ geçerli bir düşünce tarzıdır.

Şerif Mardin'in 2010'lu yıllarda ortaya attığı mahalle baskısı kavramının izini buralarda bulmak mümkünken ayrıca Şia mezhebinde merkezi bir rol üstlenen takıyye davranışının diğer Sünni cemaatlere nazaran FETÖ'de görülmedik derecede genel bir tutum olarak taktiksel anlamda yaygın bir şekilde kullanılması Şerif Mardin'in bu analizini kayda değer kılmaktadır fakat bu saptama da Kore'de esir düşen kahraman askerlerimize uymamaktadır. Çünkü Çin esir kamplarındaki askerlerimiz, takıyye yapmadıkları gibi aralarındaki düzeni ve hiyerarşiyi asla bozmuyorlardı. "Muhafızlar, Türklerin en kıdemlisini, verilen emirleri yapmadığı için cezalandırmakla bir şey kazanamıyorlardı. Zira kıdemde ikinci olan, üçüncü olan ve hatta yüzüncü olan idareyi ele alıyor ve fakat tutumda hiçbir değişiklik olmuyordu. Türklerden biri Çinlilere fazla yakınlık gösterince Türkler bu eri kendileri mahkeme ediyorlardı. Bu mahkemelerden birine çavuş Schlichter'de gözlemci olarak davet edilmişti. En kıdemli assubayın hakimlik yaptığı duruşmada iddianame okunmuş erin savunması dinlenmişti. Bir Türk düşmana yakınlığından dolayı suçlu bulunduğu takdirde feci şekilde dövülüyordu... Schlichter 'Eğer tekrar aynı şeyi yaparsa ne olur?' diye sorduğunda; 'öldürürüz onu cevabını almıştı'".

Amerikalıların bu tanıklığının üstüne şunu diyebilirizki birincisi eğer takıyye davranışını uygulamak isteseydiler Çinlilerle işbirliği yapmaları ya da onların isteklerine boyun eğmiş gibi görünerek davranmaları gerekecekti oysa ne esir Amerikan askerlerinin şahitlikleri böyle bir davranıştan bahseder ne de Türk askerlerinin davranışları buna benzer en ufak bir olayı ortaya koymuştur. Şerif Mardin maalesef burada olguları ve olayları kendi teorisine(?) uyarlamaya uğraşmıştır. İsmet Özel'in tabiriyle eğilip bükülmeyen 'Kalın Türk'ü eğip bükmeye ve kendi teorik perspektifine uydurmaya çalışmıştır. Lakin Kore Savaşı'ndan 75 yıl sonra Türk askerinin karakter salabetinin modern dünyanın olanca hoyratlığıyla süren ideolojik saldırılarına karşı kendini koruyup korumadığı da bir soru işareti olarak önümüzde durmaktadır. Hele ki 15 Temmuz darbe girişiminden sonra başta Yunanistan, Almanya ve Amerika'ya olmak üzere firar eden FETÖ'cü subayların bulunması bu mesele üzerinde fazlasıyla durulması gerektiğini ve salt askeri bir yönerge problemi olarak değil ontolojik bir problem olarak ele alınmayı gerektirecek önemde olduğunu olanca çıplaklığıyla hissettirmektedir. Bu sorunun cevaplarının Türk aydınları ve akademyası kadar, Genelkurmayın da sorumluluğunda olduğunu hatırlatmak isterim vesselam.