Bozuluşun değil oluşun filmi: Buğday

Dr. Celâl Fedai / Şair-yazar
2.12.2017

Vaktiyle İsmet Özel’e uygulanan “çağdan çıkarma oyunu” şimdilerde Semih Kaplanoğlu’na oynanıyor. Ona ödüller verenler, bir şeyi hesap edememiş: Düş kurabilen bir sanatçı olabilmeyi kendine yol seçen Kaplanoğlu’nun dedeleri arasında Hüsn ü Aşk şairi Şeyh Galib de vardır. Dede, 26’sına kadar Nâbî’nin mesnevilerini geçen bir mesnevinin bir daha yazılamayacağının kesin kabulü altında ömür sürdü. Rabbinin ona üflediği nefesin onda dolaşan ve bir ses olarak ondan dışarıya çıkan haline Hüsn ü Aşk mesnevisi diyoruz biz bugün.


Bozuluşun değil oluşun filmi: Buğday

“Çağdan çıkarma oyunu”, ilk kez sahnelenmiyor Türkiye’de. Tarihi yüz yılı aşkın. Batı’daki tarihi ise biraz daha eski. Bu oyun şimdilerde, Buğday adlı filminden ötürü Batı’da ve bizde, aynı anda, Semih Kaplanoğlu için sahneleniyor. İkinci Paylaşım Savaşı yıllarında şair Ezra Pound, yeryüzünün bugünü görüp ABD’nin liderliğini yaptığı Batılı dünyaya karşı Mussolini’yi tercih ettiği için yok sayılmaya, unuttu-rulmaya çalışılmıştı. Zaman, Mussolini’yi devirenlerin vahşilikte ondan geri kalmadığını gösterdi tüm dünyaya. Hâlâ da yaşadığımız bundan başkası değil. Pound, ABD’de, andığım tercihinden ötürü hayvan barınağına benzer bir hapishanede yatırıldı uzun süre. Akli dengesi yerinde olmadığı fikri ağır basınca da salındı. İtalya’ya gitti. Pek az konuştu. Hatalı mıydı acaba görüşlerinde? Şair Allen Gins-berg’e şöyle demişti: “Semptomu neden ile karıştırdım.” Pound, Yahudiliği suçlu görmüştü. Dünyanın oluş düzenini bozuluşa götüren bir suçtu bu. Semptom buradaydı. Neden ise daha derinlerde. Kendi başına Yahudiler bundan suçlanamazdı. Lakin oluştan bozuluşa doğru hızla işleyen bir döngü de başlamıştı çoktan. Yahudi’si, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı Budist’i bu işin içindeydi artık. Durdurulamayan bu bozuluşa karşı konuşuyordu o. Faizin, tefeciliğin (usura) üzerine inşa edildiği ekonomik düzene bir şey diyordu Pound: “Usura’yla yoktur kimsenin bir evi iyi taştan / her parçası düzgün kesilmiş, iyi oturan/ (…) usurayla daha bayat bir kırıntı halinde ekmek/ kuru kâğıt gibi/ dağ buğdayı yok, güçlü unu yok/ (…) Usura keskiyi paslandırır/ usura işle işçiyi paslandırır. Usura ana rahmindeki çocuğu öldürür/ Delikanlının sevgisini durdurur/ Yatağa felç getirir, yatar/ genç gelinle güvey arasına/ DOĞAYA KARŞI”

Düş kurabilen sanatçı

Dediklerinin bu kadarı bile, zamanın siyasetinin ve o siyasete bağlı sanat iktidarının, onu niçin “çağdan çıkarmak” istediğini söyle-meye yeter bize. Nitekim Pound, faşist ilan edildi. Tıpkı Mehmet Akif’in ondan biraz daha önce Türkiye’de gerici ilan edilmesi gibi. Akif’in ölümünün hemen ardından ona dair yapılan yayınların ekseriyeti koca şairi yok saymaya, unutturmaya dönüktür. Akif’in yazgı-sının Necip Fazıl’a devredilişini anımsatırsam, “çağdan çıkarma oyunu”nun Türkiye’de 1980’lere kadar uzanan tarihini de göstermiş olurum. O tarihin içinde, 1950’lerin ortasında Türkiye’de gelişmeye başlayan şiirin “materyalist” yanını Edip Cansever üzerinden okudu diye Sezai Karakoç da vardır. Ne yapmıştır Sezai Karakoç? Ahmet Oktay’a göre, “yazınsal iktidarı dışlamış ve yazınsal iktidar tarafın-dan dışlanmış”tır. Yok sayılmış, unutturulmaya çalışılmıştır. 1970’lerin ortasında bir sosyalistken ihtida eden İsmet Özel’e de “dönek” diyen Türkiye’deki aynı yazınsal iktidardır. İsmet Özel’in Müslüman olduktan sonraki şiirlerine burun kıvıran bu iktidar bir ayrık otu gibidir. Türkiye’deymiş gibi görünür ama kökü, sanatın da hayatın da oluş sürecini bozuluşa çeviren aklın anavatanındadır. Ve sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde sanatın doğasını başkalaşıma uğratmaktadır. Tabiattan daha önce sanatın ontolojisi bozulmalıdır ki tabiatın bozulmasına sanatçıdan bir ses yükselip halk katında bir yankı bulamasın.

Vaktiyle İsmet Özel’e uygulanan “çağdan çıkarma oyunu” şimdilerde Semih Kaplanoğlu’na oynanıyor. Ona ödüller verenler, bir şe-yi hesap edememiş: Düş kurabilen bir sanatçı olabilmeyi kendine yol seçen Kaplanoğlu’nun dedeleri arasında Hüsn ü Aşk şairi Şeyh Galib de vardır. Galib Dede, 26’sına kadar Nâbî’nin mesnevilerini geçen bir mesnevinin bir daha yazılamayacağının kesin kabulü altında ömür sürer. Büyük bir ağırlıktır bu, has şair için. Rabbinin ona üflediği nefesin onda dolaşan ve bir ses olarak ondan dışarıya çıkan haline Hüsn ü Aşk mesnevisi diyoruz biz bugün. Eser vücut bulduktan sonra, Galib Dede’nin eserinin konusunu, Hz. Mevlana’nın Mesne-vi’sinden almakla eleştirenler olur. Esasen tüm sanatçıların aynı zamanda yaşadıkları ve yine tüm has sanatçıların birbirlerine layık olmak için birbirlerini aşmaya çalışan bir gayret içinde oldukları gerçeğini bilmemenin bir neticesi midir bu eleştiri? Evet, bu misal için böyle belki ama mesele Pound, Akif, N. Fazıl, S. Karakoç ve İ. Özel misalleriyle anlatmaya çalıştığım modern zamanlar sonrası haline, bu kadar naif gelmedi. Sanatın da insanın da doğası, bozuluş sürecinde epeyce yol aldı. Bugün geldiği nokta ise son derece kaba. Buğday, bu “kaba”lığın varacağı vahşeti görüyor.

Ama bunu insanlara nasıl anlatmalı? Pek az sanatçının karşı karşıya kaldığı bir durumdur bu. Kaplanoğlu, Galib Dede’nin Osmanlı şiiri tarihi içinde duyduğu hali sinemanın tarihi içinde duyuyor olmalı. Önünde Tarkovski var. Onun aşılamaz denilen eserleri. İçindeki şair, meydan okumak durumunda. Yoksa onlara layık olamayacak. Buğday’ı ile Kaplanoğlu, Tarkovski’yi “aşıyor”… Çağdan çıkarmak oyununa maruz kalmasının bir nedeni bu. Asıl neden ise Tarkovski’nin söyleyemediği son sözü Kaplanoğlu’nun söylemesi: “Hepimiz rüyadayız, ölünce uyanacağız.” Estetik bir söz değil bu. Sözün ucu İslam’a doğru… Labirentinde kaybolmuş Thsesus’a benzeyen insan-lar için Ariadne’nin ipliği gibi. Tahammülsüzlük de buna zaten. İnsanlar labirentinden çıksın istenmiyor. Onları oradan çıkaracak şey, Tarkovski tarafından söylenmiş miydi? Bana kalırsa hayır. Tarkovski, labirenti mükemmel anlattı. Ama onun ipi, o labirentin genetiği ile oynanmış buğdayından imal edilmişti. Orada eridi. Buğdaya derin bir özlemdi. Daha ötesi için de onun gördüğü rüyadan başka bir rüya gören daha doğrusu gördüğü rüyayı tabir edebilen bir rüya gerekti. 

Duchamp tasarımı dünya

Marcel Duchamp, 1915’te şöyle bir düşünden bahsetmişti: “Bir toplum tasarlamak… İnsanların gırtlaklarında hava sayaçları… Üc-reti ödenmediğinde hava seyreltilerek verilecek.” Duchamp’ın tasarladığı dünyada yaşıyoruz. Dünyanın gırtlağına hava sayacı takılalı çok oldu. Duchamp’ın resim sanatını tahrip etmekten ibaret kariyerini arkasından gelenler daha da ileri götürdüler. Ressamlar insanlığın maruz kaldığı vahşete karşı acz içinde. Benzer durum müzisyenler için de geçerli. Ezra Pound gibi bir şairin sesini de İkinci Paylaşım Savaşı’ndan beri Batılı dünyada duyamıyoruz. Sanat alanlarının sustuğu yerde, sinemadan şaşırtıcı şekilde bir itiraz yükseldi. Bergman, Tarkovski, kendi naiflikleri içinde bir “itiraz”ın adı oldular. Daha ötesi onlar için güçtü çünkü itiraz ettikleri şeyin içinden doğmuşlardı. Onların bu durumunu, Aliya İzzetbegoviç’in sanatçının dünyaya karşı tutumunu dillendirdiği şu cümlelerini düşünerek Semih Kaplanoğ-lu’nunki ile karşılaştıralım: “Hakikî bir şair, hakikî bir sanatçı, istemese bile ‘mücadeleye girmiştir’.  Onun sanatı -eğer hakikî ise- daima yalanların aleyhine şahitlik etme durumundadır. Sanatçıların kaçınılmaz mücadelelerinin bulunduğu yer burasıdır.” Kaplanoğlu, Buğday ile, Aliya İzzetbegoviç’in hakikî bir sanatçıya dair çizdiği mücadele alanının tam da merkezinde yerini almış durumda. Dünyada ve Türkiye’de maruz bırakılmak istendiği “çağdan çıkarmak oyunu” bunun bir neticesi.

Peki, bunu nasıl başardı Kaplanoğlu? İslam maneviyatından doğan bir estetik arayışıyla kuşkusuz. İslam maneviyatından doğan İs-lam sanatının estetik ifadesi, “meydana getirme”dir. Daha başka bir ifade ile söylersek, İslam estetiği, “meydana getirmenin estetiği”dir. Meydanda olmasın diye gözlerden ırak tutulan şey ne ise sanatçı onu meydana getirir. Bazen de o kıymet, meydanda kalmakla öyle değerinden düşer ki o vakit has sanatçı onu alıp meydandan kaçırır. İslam estetiği, hümanist “yaratma estetiği”nin ve Marksist “üretim estetiği”nin karşısına “meydana getirme estetiği”ni koymuştur. Kaplanoğlu, tüm yeryüzünün beraberce koşturarak gittiği bozuluşun önüne bir buğday taneciğini çıkarıyor. Buğday, görünmesin diye meydandan uzak tutulan insanî cevherdir. Kaplanoğlu, onu örten onlar-ca ayrıntı içinden bir yoksulluğa ulaştırıyor kahramanlarını. Bozuluşun değil oluşun cevheri olan Buğday’ı meydana getiriyor. Zamanımı-zın kaçtığı şeydir bu. İşe bakın ki tüm insanlığın önüne getirilen bu cevher için Kaplanoğlu’nun filminin “evrensel olmadığı” sesleri yük-selebiliyor. Çağdan çıkarma oyununun tipik argümanlarından biridir evrensellik arzusu. Zavallılığın göz boyayan meydan okuması…

Önce ekmek bozuldu

Tüm bunların ötesinde çok ama çok zor görünen bir şey daha vardır: Sanatçının kendi hali… Rahmetli Naim Süleymanoğlu, son olimpiyatında sıfır çekince, ekran başındaki bizlerin de hayalleri yıkılmıştı. Oysa o kendi başladığı ve tüm efkârını tek başına çektiği bir halin içindeydi. Kaplanoğlu, kendi Buğday’ı ile baş başa olmalı ki arayışı onu buraya getirdi. Bana kalırsa bundan sonra artık önünde Tarkovski de yok. Hakikî bir sanatçı olarak bir mücadeleye girmişti. Mücadelesi onu nereye götürecek, bunu bizim gibi o da yaşayıp görecek. Kaplanoğlu’nun Buğday’ı ile geldiği yerin Türkiye’nin geldiği yer ile de bir bağı var. Onun yazgısı, Türkiye’ninki ile tetabuk etti. Türkiye de yıllardır maruz kaldığı “çağdaş çıkarma oyunu”nun zorlu bir sahnesi içinde bugün. Buğday’ı anlamaya çalışanı zorlu bir yazgı bekliyor. 1946’da Marshall yardımıyla kendilerine verilen ilaçlı tohumluk buğdayı yoksulluğundan ötürü ekmek yapıp yiyenlerin düçar oldukları maraz, bugüne dek uzandı. Bileklerimiz burkuldu, ellerimiz kütleşti. Aklımızdaki iltihap beynimizin rengiyle kamufle oldu. Amerikan buğdayının ekmeğini yemekteyiz o gün bugündür. Oktay Akbal’ın deyişiyle “önce ekmekler bozul”muştu o günlerde. O bozukluk, her yanımızı Pound’un “usura”sı olarak sardı.

Türkiye’de temel sorun, Müslüman olan bu ülkenin insanlarının bir türlü tarihî kaderlerini üstlenecek bir nefs terbiyesinden geçeme-meleridir. Buğday, buna, meydana getirmenin estetiği içinden Kaplanoğlu’nun bir daveti. Hikâyenin ayrıntılarını yorumlamaktan buraya gelinebilecek mi bilemiyorum. Davetin içinde kaybolup onu da bir labirente dönüştürmeyiz umarım.

@CelaliFedai