Bu sefer olacak galiba!

MUHSİN KIZILKAYA Yazar
26.01.2013

Sanki bu sefer “barış girişimi” camdan kalp... Kimse kırılacak o kalbin müsebbibi olmak istemiyor. Bu işin başarısı iktidarın hanesine yazılır diye gizliden gizliye hasetten çatlamak üzere olan müzmin muhalifler bile “aman bir aksilik olur da bütün günah hanemize yazılır” diye temkinli konuşuyor...


Bu sefer olacak galiba!

Eğer son günlerde askerler çıkıp, “son terörist kalıncaya kadar mücadelemiz sürecek,” diye kükremiyorlarsa; şehit aileleri meydanlara toplanıp bayraklara sarınarak, “bir evladım daha var, onu da vatana feda edeceğim,” diye bağırmıyorlarsa; hükümet yetkilileri, “gelip adaletin güçlü kollarına teslim olun” diye çağrılar yapmıyorsa;  ana muhalefet partisi CHP sözcüleri, “teröristlerle yaptığınız pazarlıkta vatanı mı satıyorsunuz?” diye kışkırtıcı sorular sormuyorlarsa; her hayırlı girişim karşısında kapkara puntolarla sekiz sütuna “vatan elden gidiyor” manşetlerini atan necip Türk basını, “haydi arş yiğitler vatan imdadına” naralarını atmıyorsa;DTP eş başkanları hükümetin başlattığı girişimi “Kürtleri uyutma taktiğidir, hani bunun yasası” diye yapılmak istenene burun kıvırmıyorsa; Tillolu olup da kendini safkan Alp ErTunga’nın torunu sanan yavru muhalefet partisi MHP’nin sözcüsü Oktay Vural’ın bile cüssesine oranla sesi bu kadar çok az çıkıyorsa bu kez olacak galiba...

TÜSİAD destekliyor, MÜSİAD yanında, Odalar, Borsalar, işadamları, işçiler, köylüler, sendikalar, televizyon kanalları, radyolar, irili ufaklı gazeteler, dergiler, şehit yakınları, gaziler, askerler, milletvekilleri, sanatçılar, din adamları, toplumu oluşturan kim varsa hepsi hep birlikte bu kez yekvücut olmuş hükümetin arkasında...Fethullah Gülen, Aydın Doğan, İbrahim Tatlıses,Zübeyir Aydar, Ümit Fırat, Murat Karayılan, Eyüp Can, Remzi Kartal, Fehmi Koru, Mümtaz Soysal, Ali Bayramoğlu, Ali Sirmen, Akif Beki, Hasan Cemal, Hilal Kaplan, Cengiz Çandar, Yalçın Akdoğan, Hüseyin Çelik, Sırrı Sakık, Ali Bulaç, Yaşar Kemal, Hüseyin Gülerce, EtyenMahçupyan, Can Dündar, Ahmet Hakan, Hilmi Yavuz ve yüzlercesi, belki de kişisel tarihlerinde ilk defa benzer cümlelerle başlıyorlar kelama, aynı kelimelerle oturuyorlar yazı başına.

Çözüm dili ile konuşmak

Sanki bu sefer “barış girişimi” camdan kalp... kimsekırılacak o kalbin müsebbibi olmak istemiyor, kimse kötülük kendisinden bilinir diye kem söz etmeye cesaret edemiyor. Tenkidi olan da sonraya saklıyor sitemini sanki. Bu işin başarısı iktidarın hanesine yazılır diye gizliden gizliye hasetten çatlamak üzere olan müzmin muhalifler bile”aman bir aksilik olur da bütün günah hanemize yazılır” diye temkinli konuşurlar.”Sözcü”, “Aydınlık” gibi gazetelerin köşelerini tutmuş bir avuç Naziyi saymazsak tabi, o kadarcık cılız sese de tahammül edeceğiz artık.

Peki, nasıl oldu da böyle oldu? Daha birkaç ay öncesine kadar ölülerin çetelesini abartarak birbirimizin yüzüne fırlatmıyor muyduk? Beş yüz ölüden, yüzlerce şehitten bahsetmiyor muyduk? “İdamdan”, “Meclis’in dışına atılmaktan”, “kökünü kazımaktan”, “devleti dize getirmekten”, “ilan edilen demokratik özerklikten”, “şahadetin kutsiyetinden”, “vatanın bölünmez bütünlüğünden”, “duygusal kopuştan”, “alan hakimiyetinden”, “kurtarılmış ilçelerden”, “kontrol edilen 400 kilometrekareden”, “Kürt halkının onurundan”, “Türk sorunundan”, “çakıl taşından”, “faşist hükümetten” hançeremizi yırtarcasına konuşmuyor, kelimeleri gülle yapıp birbirimize fırlatmıyor muyduk? Daha birkaç ay öncesine kadar Öcalan’ın adı “bölücü terörün başı”, devletin adı “faşist AKP devleti” değil miydi? Ne oldu da Öcalan’ın adı “İmralı”, Erdoğan’ın adı “Sayın Başbakan” oldu? (Ha bu arada DTP’liler, o kadar çok “Sayın Öcalan” sıfatını kullanıyorlar ki, bu gidişle bir süre sonra yeni kuşaklar Öcalan’ın adını “Sayın”, soyadını “Öcalan” sanacaklar!)

Galiba akamete uğrayan bir önceki -isterseniz adına “demokratik açılım”, isterseniz “Oslo süreci” deyin- sürecin başarısızlığında, hepimiz kendimizi bir parça suçlu gördüğümüzden olsa gerek...

Habur neden akamete uğradı?

O vakit aniden gelmişti her şey, ortalık dağınıktı, hiç kimse hazır değildi barışa, her şey o kadar olağan seyrinde gidiyordu ki, savaşı kanıksamış, ölülerin listesini tutmayı unutmuş, kanın içinde debelenerek her tarafımız kire pasa batmış bir halde yaşayıp gidiyorduk. Düzeni bozma girişimi ani reflekslere yol açtı. Bunu hiç öngörmemiştik çünkü, ilelebet böyle gidecek sanıyorduk; yoksul Anadolu çocukları şehitlik mertebesine ulaştıkça her biri birer mücevher değerinde olan çakıl taşlarımız kıymete biniyordu. Askeri üniformalarla Habur’dan gelen Kürt gençlerini otobüslerin damında görünce, kurdeşen döker gibi her tarafımız kaşınmaya başladı. Kişi başına düşen “şahlanmış milli hislerimiz” 1939 Almanya’sının ortalamasının üstüne çıktı. O gençleri şimdiye kadar sadece, televizyon ekranlarında “etkisiz hale” getirilmiş bir halde, kan akan yerleri buzlanarak, ille de yanında suç aleti silahıyla birlikte sırtüstü yatarken görmüştük. Ölü olmalarına zor katlanıyorduk, baksanıza şimdi otobüs damında bize el sallıyorlar kanlı canlı, vatanın imdadına bugün yetişmeyeceksek ne zaman yetişecektik?

Televizyon kanallarının neredeyse “sabah şekerlerinden” bile feragat ederek canlı verdiği böyle bir “milli şahlanma” karşısında hiçbir iktidar direnemezdi. Habur’dan kalkan otobüsler, Diyarbakır’a ulaştığında, Şeyh Sait’in idam edildiği Dağkapı Meydanına barışın tabutunu dagetirip bıraktılar. Bu her şeyin sonu oldu! Sonradan ortaya çıkan gelişmeler bu hadisenin türeviydi, teferruattı yani.

Hadi diyelim devlet her şeyi yalapşap yaptı, eline yüzüne bulaştırdı, tecrübesizliğinin kurbanı oldu. Peki, öbür taraftakilerin basiretini bağlayan neydi? Kimsenin aklına, “barış elçileri askeri üniforma giyerek yola çıkmaz” cümlesi gelmedi mi?

Gelmiştir belki, ama orta yerde bir gerçek vardı. O zaman hiç kimse, ne devlet, ne Öcalan, ne örgüt, ne aydınlar, ne sivil toplum kuruluşları, ne de halk barışa inanıyordu. O yüzden hiç kimse elini taşın altına koymamıştı. İlk deneme, bir el ense denemesiydi. İki taraf da hasmını kolaçan ediyordu. El ensede elini kispetin altına geçiren, rakibini tuşa getirecekti.

Çünkü girişim kusurluydu. Doğru bir girişim, yanlış aktörlerle başlamıştı.

Devlet Abdullah Öcalan’a güvenmiyordu. Tutuklandığı 1999 yılından beri ortaya koyduğu performans, dillendirdiği teoriler, gelgitlerle yürüttüğü politika, içeri girdiğinde var olan Türkiye ile geçen sürede değişen Türkiye arasındaki farkı anlayıp anlamadığı konusundaki tereddüt, devletin gözünde Öcalan’ı “tek belirleyici”, “son karar mercii” noktasından uzaklaştırmıştı. Devlete göre Öcalan, hapishanede günlerini dolduran, örgüt üzerinde sanıldığı kadar etkisi olmayan “güvenilmez” bir tutsak liderden başka bir şey değildi. Şartlar değişmiş, şartlara göre PKK değişmiş, PKK artık Öcalan’dan bağımsız, bazı komşu devletler ve istihbarat örgütleri tarafından kolayca manipüle edilen bir örgüttü. O yüzden görüşülecekse eğer, Öcalan’la değil, artık ondan bağımsız devasa bir yapı haline gelmiş örgütün fiili yöneticileriyle görüşülmeliydi.

Öcalan’ın devlete bakışı da pek farklı değildi. İçeri girdiğinde, askerlerin borusunun öttüğü, vesayet rejiminin bütün haşmetiyle yerinde durduğu, Türkiye tipi laiklikle arası pekiyi olmayan bir İslamcı parti iktidara gelse bile kısa sürede alaşağı edileceği, Kemalist rejimin ilelebet yaşayacağına inanılan bir Türkiye vardı. Dolayısıyla askerlerle arasını iyi tutmalı, sonradan iktidara gelen AK Partiye de gidici gözüyle bakmalıydı. Ona sürekli bu fikir empoze edilmiş, o da buna inanma noktasına gelmişti. O yüzden eğer görüşülecekse, AK Parti hükümetinin görevlendireceği adamlarla değil, devletin asıl sahipleri olan askerlerle görüşmeliydi. Sivil iktidarın sözünün kıymeti yoktu, öten boru paşaların borusuydu!

‘Postmodern bir Haşhaşi hareketi’

Oysa hem devlet, hem de Öcalan, birbirleri hakkındaki fikirlerinde yanılgı içindeydiler. Öcalan, içerde günün birinde bir af çıkar da dışarı çıkarım diye duvara çentik atarak geçirmiyordu günlerini. Birbiri ardına ortaya attığı teorilerin içinde, örgütün yapısında önemli bir değişikliğe yol açacak bir yapının da mimarlığını yapmıştı. İçerde DTP diye bir parti kurmak, DTK diye bir kongre inşa etmekle kalmamış, uzun bir süre nasıl bir yapı olduğu konusunda görüş birliğine varılamayan “KCK”denilen bir sistem kurmuştu.Bu sistem, daha sonra birçok kişinin sandığı gibi bir “paralel devlet” yapılanması değil, düpedüz “sanal bir devlet”ti. Yazar Murat Ciwan’ın deyimiyle KCK bir nevi “post modern bir Haşhaşi” hareketiydi. Bu yapılanmanın nizamnamesi Öcalan’a, yeryüzünde hiçbir totaliter yönetim biçiminin kendi liderine tanımadığı kadar geniş yetkiler tanıyordu. Nizamnameye göre Öcalan, lider değil “önderlik”ti, “tek karar mercii”ydi, bütün kararları veto edebiliyor, her şeye tek başına karar verebiliyordu. KCK sistemi kısa süre içinde örgüt içinde dal budak salmış, dünyanın herhangi bir yerinde bulunan herhangi bir Kürdü, bu sanal devletin “doğal vatandaşı”haline getirmişti.

Devlet de eski devlet değildi. Öcalan KCK sistemi ile uğraşırken, devlet de giyeceği yeni bir elbisenin provasını yapıyordu. MGK’na sivil genel sekreter atıyor, ret ve asimilasyon politikasından vazgeçiyor, Kürtçenin onurunu iade ediyor, üniversitelerde Kürdoloji bölümlerini açıyor, Kültür Bakanlığı “Mem û Zîn”i basıyor, TRT Şeş 24 saat Kürtçe yayın yapıyor, seçimlerde adaylar Kürtçe propaganda yapabiliyor, hassas illerde demokrat valiler görevlendiriyor, Öcalan’ın devletin asıl sahipleri sandığı birçok darbeci paşayı Silivri’ye gönderiyor, liselerde Kürtçeyi seçmeli ders haline getiriyor, anadilde savunma için yasal düzenleme yapıyor, birçok alanda birçok ezberi bozuyordu.

Muktedir önderlik...

Her iki tarafın birbirini “tanıması”, akamete uğrayan bir Oslo süreci, başlayan bir devrimci halk savaşı, bu yüzden daha çok gençken toprağa düşen binlerce insanın canı pahasına oldu. Devletin Öcalan’ın “tek karar mercii” olduğunu anlaması, Öcalan’ın da Başbakan Erdoğan’ın artık bir “muktedir” olduğunu kavramasının bedeli ne yazık ki çok ağır ödetildi hepimize.

O yüzden bu kez olacak galiba diyorum. Çünkü görüşmeler doğru yerden başladı. Daha önceki süreçte, örgütün “önderlik” kurumunun bir alt kademesinde yer alanlarla yapılan görüşmeler tutanak haline getirilip “önderliğin” onayına sunuluyordu. “Önderliğin” yaptığı katkılarla devam ediyordu. Oysa Öcalan’ı tanıyan ve KCK sistemini bilenler bilir, Öcalan kendi örgütünden birilerinin fikrine “katkı” yapmaz, olsa olsa onun fikirleri bir alt kademedekilere “dikte”ettirilir. Asıl olan onun fikridir. Buna karşı gelecek olanın akıbeti de, 1999 sürecinde hepimizin malumudur.

“Oslo sürecinde” Öcalan tek belirleyici değildi. Onun için bütün varlığıyla o sürece destek vermedi. Şimdi, tek belirleyici ve son karar alıcı olan odur. Ona bu yetkiyi KCK sözleşmesi veriyor. Buna da kimse karşı çıkamaz. Oslo sürecinde bir alt kademedeki adamlarının neleri “beceremeyeceğini” herkes görsün istedi. Bu süreçte kendisinin nelere “muktedir olduğunu” herkese göstermek istiyor. Bunun böyle olduğunu devlet de, PKK de biliyor.

O yüzden bu sefer olacak galiba diyorum.

[email protected]