Buna öğrenilmiş çaresizlik diyorlar

Dr. Hülya Bulut / Marmara Üniversitesi
6.08.2022

İster görsel içeriklerinde isterse dağıtımdaki filmlerinde hep "Coni"ler iyi adamdır ve günün sonunda hep onlar başarılı olmakta, hep onlar kazanmaktadır. Acaba neden siyah adam veya o toprağın gerçek sahibi olan Kızılderililer hiç kazanmaz?


Buna öğrenilmiş çaresizlik diyorlar

Bu sert ve dediğim dedik dünyada hep alttan almaya gerek var mı bilmiyorum, ama işte "can çıkmadan huy çıkmaz" demiş ya büyüklerimiz bir kere. Ben yine de her şeye rağmen nezaketin önemine inanıyorum. Bu yüzden de "öğrenilmiş çaresizlik" başlığını seçtim yazıya. Hani biz bu topraklarda kundaklara sarıp sarmalandık, bu toprakların memesinden süt içtik, bu toprakların irfanı, feraseti, vicdanı ile büyütüldük ya... Hani biz hayatımız boyunca bu toprakların ninnileri, sütleri, hakları bize helal olsun diye uğraştık durduk, hiçbir zaman sömürgeci Batı gibi olmadık ya... Bu yüzden belki yazının başlığı "Öğretilmiş Çaresizlik" olmalıydı veya "Hangi Çaresizlik", "Kimin Çaresizliği". Ama zaten başlık ne olursa olsun, amacımın gayet net bir şekilde anlaşılacağına dair hiç şüphem yok.

İnsanın gelecek kaygısı

Bugüne kadar gezme, okuma ve akademik çalışma yapma imkânı bulduğum birçok ülke, kültür oldu. Kim bilir belki en azından 40-50 yurt dışı destinasyon olmuştur. Hepsi de birbirinden farklı, hepsi de birbirinden renkli ve hepsi de birbirinden heyecanlı: Amerika, Britanya, Avrupa, Afrika Uzakdoğu... İnsanlar özünde hep aynı. İnançları, aileleri, değerleri, rekabete ve ölüme dair hisleri pek de değişmiyor. Anlaşılan o ki, insan denen mahlûkatı diğer canlılardan ayıran en temel özellik belki de hafızasının olması, gelecek kaygısı duyması, eninde sonunda bir gün öleceğini bilmesi. Bu nedenlerle de ölmeden önce "olmak" yerine hemen her şeye "sahip olmak" isteğine, hatta hırsına çok ama çok düşkün olması.

Çalışkanlığı, üretkenliği, gayreti, helal lokmayı çok önemserim, ama "hırs" dendiğinde orada durup düşünme ihtiyacı hissederim. Hele hele ikili ilişkiler söz konusu olduğunda hırs kelimesinin bana çağrıştırdığı şeyler; sevgisizlik, samimiyetsizlik, saygısızlık, yalan, dedikodu, iftira, had bilmezlik, ayak oyunları ve pusudur.

Oysaki her şey bir niyetle başlar. Niyet ederiz; sevmeye, aşık olmaya, seyahat etmeye... Niyet ederiz; abdeste, namaza, hacca... Niyet ederiz; kalp kırmamaya, kıymet bilmeye, daha iyi olmaya... Bir niyetimiz vardır elbette. Bazen bir sakız manisine, bazen bir kahve falına, bazen bir dilek ağacına bağladığımız çaputlara niyetleniriz. O niyetler ki, kendi kendilerini bağlarlar aslında. Yani farkında olmadan kendi özlerinden kopmuşlardır bir kere. Peki' bu farkındasızlıkların kendisi haline gelmiş niyetlere kim sahip çıkar ki artık? Niyetler, temel duyarlılıklarımıza yabancılaştıktan sonra gerçekleşseler ne yazar, gerçekleşmeseler ne?

Niyet ve uluslararası ilişkiler

Acaba, niyetlerdeki esas nokta niyet ettiklerimize ulaşmak değil de, niyet ettiklerimiz ile aramıza mesafe koymak olabilir mi? Tipik bir bürokrasi mekanizması gibi yani. Farkında olmadan biraz Weberyen hani. Yapmış kadar olmak, olmadan oldurmak, olmuş gibi başkalarını ikna etmek gibi yani. Farkında olmadan da biraz da Machiavellist hani.

Benzeri bir bakış açısı ile uluslararası ilişkilerde ise hırs dendiğinde niyetlenen ve şapkadan çıkan tek şey emperyalizmdir! Vahşi emperyalizm! Tarih boyunca birçok devlet daha fazla toprağa, daha fazla insana, daha fazla kaynağa önce sahip olmak, ardından da hükmetmek istemiştir. Bu noktada, bu niyetlere ulaşmak isteyen devletleri dikkatli ve farkında bir bakış ile değerlendirmek için sömürü, talan ve zulüm yapanla yapmayanı ayırmak oldukça önem arz eder. Yapılıp yapılmayanları, yaşanmış ve yaşanmakta olan olayları herkesin kendi duygu, akıl ve vicdan terazisinden geçireceğine eminim.

1970'lerden günümüze kadar 50 yılı biraz aşkın bir zaman diliminde, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar'da yaşanan savaşları, karışıklıkları, kıyımları, askeri darbeleri, iç savaşları hatırladıkça ve bu coğrafyalarda çaresiz kalanların bugün bile Osmanlı dönemini özenle ve özlemle anlatmaları bize bir şeyler söylüyor elbette. Osmanlı'nın kurduğu nizamın bütünlüğü, dengesi, adaleti bugün belki daha iyi anlaşılıyor. Hemen aklımıza "Yeni Osmanlıcılık" gelmesin. Ne yerin dibine batırmaya, ne de göklere çıkarmaya çalışmayalım ecdadımızı. Yapmamız gereken temel şey Osmanlı'nın geçmişimiz olduğunu bilmek, temiz niyetlerimizin özü olduğunu kabul etmek, hatası ve sevabı ile olduğu gibi kabul etmek. Bir de içindeki değerlere sahip çıkmak...

Emperyalizm denince akla gelen

Kanlı sömürü ve vahşi emperyalizm deyince akla en fazla Avrupa geliyor. Daha nokta atışıyla söylemek gerekirse en başta İngiltere ve bugünün ABD'si bir kenara not edilmeli. 1609'dan beri Afrikalıları sistematik bir şekilde köleleştirip yeni kıtaya ölesiye çalışmaya yollayanlar da, Avrupa'da hayvanat, çok pardon insanat! bahçeleri açıp "beslemek yasaktır" tabelası koyanlar da Belçika Kral'ı II..Leopold'un Kongo soykırımı da, Cezayir'de yaşananlar da, Ruanda'dakiler de halen hafızalarımızda. Listeyi daha fazla uzatıp içinizi karartmak istemiyorum ama Alev Alatlı'nın "FESÜPHANALLAH" ve "HAFAZANALLAH" başlıklı iki ciltlik muhteşem eserini bu konuya ışık tutması açısından olağanüstü istekle önermek isterim. Herhalde bu eserleri milyonlarca kişi okuyabilseydi, niyetlerine yönelik farkındalıkları artan daha güçlü bir Türkiye'ye varırdık.

Sömürü araçları

Diğer yandan şunu da hatırımızda tutmakta fayda vardır ki; emperyalist Batı'nın sadece top, tüfek, uçak, füze ve mühimmatla değil, teknoloji, yazılım, dil, kültür, edebiyat, sinema (Hollywood), marka bağımlılığı, egemen kıldığı tüketim anlayışı, arsız reklam dünyası, yaşam şekli ve benzeri diğer araçlarla da dünyanın geri kalanını sömürmektedir. Bu sömürüde bizlere dayatılanlar nedeniyle az ya da çok hepimizin de payı var ne yazık ki. Bu noktada Prof.Dr. Teyfur Erdoğdu'nun "Özgürlükten Kurtulmak" adlı kitabını da tekrar tekrar önermek isterim. İster görsel içeriklerinde isterse dağıtımdaki filmlerinde hep "Coni"ler iyi adamdır ve günün sonunda hep onlar başarılı olmakta, hep onlar kazanmaktadır. Acaba neden siyah adam veya o toprağın gerçek sahibi olan Kızılderililer hiç kazanmaz?!

Herhalde buradaki asıl amaç ruhumuzu, felsefemizi, inancımızı, güvenimizi kırmak ve bize "adamlar yapmış" veya "kasa her zaman kazanır" dedirtebilmektir. Yavaş yavaş öğrenilen bu hissiyat "bizden bir şey olmaz", "biz yapamayız" söylemine kendimizi inandırmamızı dayatır. Heyecanımızı kaybeder, yarışta kendimizi çürüğe çıkartırsak eğer onların ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Kısaca, "öğretilmiş çaresizlik" corona virüsünden bile hızlı yayılırcasına sosyal kodlarımızda yerini alır. Bunu sadece Türkiye'de değil, Tunus'ta, Mısır'da, Saraybosna'da, Azerbaycan'da, Kıbrıs'ta... veya işte o gitme fırsatı bulduğum ülkelerin bazılarında görmek mümkün. Peki, bu sistemli saldırıdan, dayatılmışlıklardan, kuşatılmışlıklardan kurtulmak mümkün mü? Zor, ama mümkün bana sorarsanız. Türkiye'de yaşandığı gibi bazen bir toplum 1999'da depremde, 2001'de ekonomik, siyasal ve sosyal krizde dibi görür, ama kaçacak ve sığınacak güvenli bir liman bulamaz. Düşünce kalıpları, üretim yöntemleri, kurumsal kapasitesi ve iş modelleri neredeyse tamamen yenilenmek zorunda kalır. İşte bu ruh hali ve arayış içerisinde milli sanayi hamlesi politik kültüründen yetişen ve üç nesil bir davaya adanmışlığın meyvesi olan Selçuk Bayraktar'lar çıkar gençlere rol model olur, teknolojide tahmin edilemeyen, oyun kurucu ve oyun değiştirici işlere imza atar, hepimizin gururu ve umudu olur, dualarımızda yerini alır. Üretim ve kullanıldığı alanlardaki başarısıyla tüm dünyanın dikkatini çeken Türk İHA'lar, SİHA'lar, TİHA'lar coğrafyanın kaderini değiştirir.

Kamuda yaşanan yeniden yapılanmalarla TİKA, AFAD, Kızılay'ın yıldızı parlar, Türkiye'nin aslında sahip olduğu, ama ne yazık ki bir süredir kendisine unutturulan, niyetlerinden dışlanan gönül coğrafyaları hatırlanır. Yaklaşık yarısı Türkiye'nin farklı bölgelerinde kurulmuş teknoparklarda bulunan 16-17 bin civarında yazılım ve teknoloji şirketi ortaya çıkar. THY gibi şirketler ve markalar pandemi koşullarında bile pozitif ayrışarak ön plana çıkar. İstanbul'un yeni havalimanı Avrupa'nın en işlek merkezi olur. Neredeyse çeyrek milyon beynin katıldığı TEKNOFEST bir gelenek haline gelir. KOSGEB'in bilinçli politikaları ve destekleri ile sanayiciler ve KOBİ'ler "vurkaç" taktiğini bırakarak ihracat piyasalarında kalıcı olur ve katma değerli işler yapmaya başlar. Türkiye, dünyanın gıda krizine "tahıl koridoru" ile büyük katkı sağlar.

Bir yolculuğa çıkmak

Tolstoy'un bir ifadesi vardır, bilirsiniz: "Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar. Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." Gelin bu ifadeyi, bu yazı bağlamında şöyle okuyalım: Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar. Ya samimi bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da o şehre kendi değerlerine, kendi niyetlerine sahip çıkan inançlı bir insan gelir.

Sonrasında ortaya çıkan tüm bu heyecanlar ve momentumlar umut verir. Toplum daha büyük projelere, yatırımlara, deneyimlere ve fırsatlara yönelir. Geçmiş korkularından arınarak "öğrenilmiş çaresizliği" elinin tersiyle iter. 2023 gibi son derece önemli bir yılda yine tek vücut olur. Tarafı ile bu defa 2030'a niyetlenir, sonrasında 2053'e ve sonrasında 2071'e... Her şey o şehre gelen ve kendi kökleriyle beslenen liderden kaynaklanır.

Ve sonra...hiç bitmeyen bir ruhla.... Allah'ın izniyle tüm muhteşem hikayeler hiç durmadan yoluna devam eder.

[email protected]