Buranın taşı toprağı da Mevlevîdir

Mustafa İsen / Yazar
14.08.2020

Mısır seferine gidilirken ordu Konya ovasına ulaştığı sırada şiddetli bir fırtına zuhur etmiş, ardından da döne döne göğe yükselen bir hortum. Padişah yanında bulunan tanınmış bilgin Kemalpaşazâde'ye “Nedir bu” diye sorunca şu nükteli cevabı almış; “Hünkârım! Mevlânâ diyarı olan Konya'dayız. Buranın taşı toprağı da Mevlevîdir, sürekli semâ ederler.”


Buranın taşı toprağı da Mevlevîdir

Kadim şehirlerin her birinin yaslandıkları ulu kişiler vardır, bir efsanesi, hikayesi, herkesin dilinde bir menkıbesi olan… İstanbul deyince Eyüp Sultan hatırlanır, Bursa denince Emir Sultan. Ankara tarihi gündeme gelecek olsa elbette Hacı Bayram. Başka şehirler için de benzer isimler zikredilebilir. Ama bunların içinde hiçbiri Konya ve Mevlânâ kadar birbiriyle iç içe geçmiş değildir. Şöyle bir düşünün bakalım, Mevlânâ’sız Konya kime ne ifade eder.

Antikçağlardan beri önemli bir yerleşim yeri olan Konya, elbette bu durumunu coğrafi konumuna borçludur. İstanbul’dan güneydeki Ortadoğu topraklarına giden yol üzerinde oluşu, Anadolu’nun her bakımdan tam merkezinde yer alması onu çok eski çağlardan beri önemli kılar. Bu yüzden pek çok kervan, pek çok ünlü tüccar, seyyah, bilim insanı, derviş, bürokrat, sultan ve kralın yolu buraya uğramıştır. Mesela pek çok Osmanlı padişahı seferlere giderken buradan geçmiştir; Yavuz Sultan Selim, Kanûnî Sultan Süleyman, II. Selim ve IV. Murad Konya’yı görüp Mevlânâ Türbesi’ni ziyaret etmişlerdir. Elbette bu özellik şehrin gelişmesini pek çok açıdan olumlu yönde etkilemiştir.

Çarşılarıyla ünlü

Bizans döneminde az nüfuslu bir şehir olan Konya, Türklerin burayı almasından sonra gelişme gösterir. Selçukluların merkezi olması da bu büyümeyi hızlandırır. Yolların kesişim noktasındaki Konya, erken dönemlerden itibaren canlı bir ticari hayata da sahip olmuş, bir anlamda Anadolu’da uluslararası ticaretin merkezine dönüşmüştür. Nitekim Konya’da tabaklar, saraçlar, semerciler, dikiciler, çarıkçılar, mesçiler, kürkçüler, kevelciler, kunduracılar, kazazlar, arabacılar, keçeciler, çadırcılar gibi uzayıp giden ve sayıları kırk yediye ulaşan esnaf dalı faaliyet göstermekteydi. Yine bu yüzden erken devirlerden itibaren Konya çarşılarıyla ünlüydü. Bunlar olunca elbette şehir, hanları, hamamları, eğitim kurumları, dârüşşifâsı, imaretleri, eğlence mahalleriyle de dikkat çekecekti.

Yine bu avantajlı konumu Konya’yı aynı zamanda bir siyasi merkeze de dönüştürdü. Selçuklu ve Karamanlılara başkentlik yapan şehir, Osmanlı yönetimi sırasında da bir şehzade sancağı olarak bu konumunu devam ettirdi. Bu siyasi ve ticari merkezi yapı, şehrin her yönetim aşamasında da özel donatılarla süslenmesini sağladı. Bu yüzdendir ki Konya Bizans’tan başlayarak Selçuklu, Karamanoğulları ve Osmanlı döneminde başta kilise ve camiler olmak üzere mescid, medrese, zaviye, türbe, ticari yapılar ve su mimarisi gibi çok önemli eserlerle donatıldı.

Bu eserlerin pek çoğu önemli olmakla birlikte hiçbiri Mevlânâ’nın türbesiyle mukayese edilemez. Denebilir ki Konya’da her şey hep Mevlânâ etrafında döner. Asıl zenginlik ve kültürel atmosfer burası mihver alınarak teşekkül eder. Bütün İslam coğrafyasında sosyal müesseseler üzerinde derin tesirler bırakan tasavvuf, hem en estetik konumunu hem de en etkin pozisyonunu Mevlevilik ve Mevlânâ ile Konya merkezli olarak sağlamıştır. Osmanlı devletinin yayılma alanlarıyla mütenasip, şehirli Türk Müslümanlığının simgesi olarak Mevlevilik, Anadolu, Balkanlar, Kıbrıs, Arabistan Yarımadası, Kuzey Afrika’da kendine yer tutmuş ve buralarda zaman zaman bir akademi, zaman zaman da bir konservatuvar ya da halk eğitim merkezi görevi görmüş ve Osmanlı yüksek kültürüne insan yetiştiren, eser üreten çok önemli bir müessese olmuştur.

Yüksek Osmanlı kültürü

Bu faaliyet, ilki Konya’da kurulan Mevlevihaneler eliyle gerçekleştiriliyor ve buralarda din ve onun özgün yorumu olan tasavvuf yanında edebiyat, musiki, hat, tezhip, cilt, minyatür, nakış eğitimi yapılıyor, bunun da ötesinde usul ve adap öğretiliyor, ilave olarak marangozluk, aşçılık, bahçıvanlık, dokumacılık, oymacılık, saatçilik gibi zanaatları da mensuplarına kazandırılıyordu.

Mevlevilik yüksek Osmanlı kültürünü temsil ettiği için devlet katında da tercih edilen bir tarikattı. Başta, I. Ahmed, III. Selim, II. Mahmud, Mehmed Reşad, Abdülaziz olmak üzere Osmanlı padişahlarının, pek çok vezir ve üst düzey bürokratın Mevlevi olduğu biliniyor. Doğrudan mensup olunmasa bile bunların dışında kalanların da en azından Mevleviliğe sempati duydukları ifade edilebilir. Böyle bir mensubiyet doğal olarak Mevleviliğe pek çok bakımdan avantaj sağlamıştır.

Bu geniş yelpazeye rağmen elbette mevleviliğin asıl etkisi başta şiir olmak üzere güzel sanatlara olmuştur. Başta Mevlânâ olmak üzere tarikatın önde gelen kurucuların şiirle ünsiyeti mensupları arasında özellikle edebiyata karşı hususi bir ilgi doğurmuş bunun sonucu olarak da tasavvufla ilişkisi olan Osmanlı şairlerinin yüzde 68’i tarikat olarak mevleviliği seçmiştir. Ondan sonra tercih edilen ikinci tarikat olan halvetiliğin ancak yüzde 9 gibi çok küçük bir rakamla temsil edilmesi sanat adamlarının Mevleviliğe ne denli ilgi gösterdiklerinin açık kanıtıdır. Bu şairlerin çoğu Konyalı olmakla birlikte Mevlevihanelerin yer aldığı İstanbul, Afyon, Edirne, Şam, Bursa, Gelibolu, Selanik, Lefkoşe, Kahire, Saraybosna, Denizli, Manisa, Belgrat, Tokat, Halep, Burdur, Aydın, İzmir, Ermenek, Peçoy, Antakya ve Antalya gibi şehirlerde yetişmiş olmaları, bu kurumların imparatorluk coğrafyasında ne denli etkin birer eğitim ve kültür fonksiyonu icra ettiklerinin göstergesidir.

Mevlevihanelerin musikinin gelişimine katkıları da en az edebiyat kadar önemlidir. Çünkü Mevlevi musikisi, Türk tasavvuf ve tekke müziğinin en gelişmiş dalını oluşturur. Başlıca formları naat, taksim, mevlevi ayini, peşrev ve niyaz ilahisi olan bu musiki ekibi âyinhân ve sâzendelerden kuruludur.

Mevlevilik hat sanatına da önemli katkılarda bulunmuştur. Birer eğitim merkezi olan dergahlarda hüsn-i hat, başlı başına bir güzel sanat dalı olarak gelişmiş ve bu mekanlarda pek çok önemli hat ustası yetişmiştir.

Mevlevilik tarikatların yasaklanmasından sonra elbette eski revnaklı günlerini kaybetti. Konya da öyle diyebiliriz. Ama sonraki yıllarda yine de en süratle ayağa kalkan tarikat Mevlevîlik oldu. Yapılan işlemin gösteri boyutunda kaldığını düşünenler olsa bile bugün Konya’da bir tasavvuf müziği korosu, bu ekibin çalışmalarına ve faaliyetlerine imkan verecek bir kültür merkezi, müzelik vasfı sadece adında kalmış olan ve her daim insan kaynayan türbe, adım adım bir noktaya gidişin canlı örnekleridir.

İlk görev yeri tuvalet

Kültür Bakanlığında müsteşarlığa başladığım günlerdi, müzenin müdürlüğünü deruhte eden arkadaşımız beni ziyarete geldi ve dergahın bahçesini genişlettiklerini, her şeyi yeniden ele alıp tamamladıklarını ve sadece tuvalete yönelik epey eksiklerinin olduğunu ve bunun için bir miktar tahsisat beklediklerini söyledi. Nasıl sevindim anlatamam, malumdur, tarikata niyet eden salikin ilk görev yeri tuvaletle ilgilenmektir. Kendimi böyle bir göreve layık görülmüş gibi hissettim. Tabiatıyla tahsisat derhal gönderildi ve o eksik de tamamlandı. Yine kültür merkezinin tamamlanması da bu görev süresinde olmuştur. Ama bana asıl keyif veren işlem Mevlânâ Celaleddin Rumî’nin 800. Doğum Yıldönümü vesilesiyle düzenlediğimiz uluslararası etkinliklerdi. 8-12 Mayıs 2007 tarihlerinde İstanbul ve Konya’da Uluslararası Mevlânâ Sempozyumu ile başlayan faaliyetler, bu konuda gerçekleşmiş en güzel çalışmalardan biridir. Açılışı İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’nde, kapanışı Konya’da Mevlânâ Kültür Merkezi’nde yapılan sempozyuma ülkemizden ve 32 yabancı ülkeden fikir ve kanaat önderleri, bilim, kültür ve sanat adamları katılmıştır. Elbette musiki ve sema gösterileri bu programların ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Bu açılıştan sonra Saraybosna’da, Meksika’da, Kahire ve İskenderiye’de, Brüksel’de, Vatikan’da Şikago’da, New York’ta BM Merkezi’nde, Sidney’de, Melburn’da, Tokyo ve Osaka’da, Paris’te UNESCO Merkezi’nde, Duşanbe’de, Londra’da, Yeni Delhi’de, Singapur’da, Cakarta’da, Santiyago’da, BM Cenevre Ofisi’nin en büyük salonunda, Sevilla’da, Madrid’de, Şam’da, Berlin’deki Uluslararası Kongre Merkezi’nde bu etkinlikler yıl boyunca büyük bir özenle sürdürülmüştür. Bu büyük etkinlik Kültür ve Turizm Bakanlığı sorumluluğunda yürütülmüş olmakla birlikte başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere bütünüyle devlet katkısı ile gerçekleşmiştir.

Haydi detaya girmeden bir küçük katkımı daha nakledeyim, ücretle ziyaret edilen Mevlânâ ve Hacı Bektaş müzelerinin giriş ücretlerinin kaldırılmasında da bu fakir-i pür taksîrin dahli vardır.

Konya bugün de sanayi, tarım, ticaret, eğitim ve turizm şehri. Şehrin belki bütün hayatı ama özellikle turizm, neredeyse tümüyle Mevlânâ’ya endeksli. Doğrusu birisi bana sahip olduğu potansiyel imkanı iyi kullanan şehirlerle ilgili bir sıralama yap dese Konya’yı başa koyarım. Sadece Şeb-i Arus törenleri değil, Mevlânâ ile ilgili pek çok konuyu gündemlerine alarak bunu bir markaya dönüştürüyorlar. Bu işlemde şehirde genel bir mutabakat mevcutsa da bu işleri yapmakla görevli il kültür ve turizm müdürlerinin gayretleri de unutulmamalıdır. Elbette işin içine lokomotif olarak turizm girince başta yemek kültürü ve el sanatları olmak üzere elli civarında farklı sektör de kendiliğinden devreye girer. Son yıllarda artan üniversite sayısı da şehre olumlu etkiler sağladı.

Zengin Konya mutfağı

Bu yazıyı da bir anekdotla tamamlayalım: Ünlü biyografi yazarı Âşık Çelebi’nin naklettiğine göre Mısır Seferine gidilirken ordu Konya ovasına ulaştığı sırada şiddetli bir fırtına zuhur etmiş, ardından da döne döne göğe yükselen bir hortum. Padişah yanında bulunan tanınmış bilgin Kemalpaşazâde’ye nedir bu diye sorunca şu nükteli cevabı almış; “Hünkârım! Mevlânâ diyarı olan Konya’dayız. Buranın taşı toprağı da Mevlevîdir, sürekli semâ ederler.

Yolumu her yıl en az bir defa Konya’ya düşürüp başta yüce Mevlânâ ve Şems türbeleri olmak üzere ulu makamları ziyaret ediyor, dostlarla halleşip hasret gideriyor, elbette zengin Konya mutfağının da keyfini çıkarıyorum. Darısı sizin de başınıza…

[email protected]