Burjuva halleri...

0
3.09.2012

Unutmayın ‘Angaralı’ Vehbi Koç, zeytunî bir Doğan’a binerdi. Adanalı Sakıp Sabancı’nın, Zürih’te bir ipek pijama aldıktan sonra göle bakarak yanındaki dostuna, “Hayalimde Hacı canlandı. Bana ‘ulan ... sen ipek pijama giyecek adam mısın!’ dedi” diye içlendiğini bizzat o arkadaşından dinledim. Dikkat edin. Kimin burjuva, kimin yerli, kimin nevzuhur olduğu sandığınız kadar basit değildir.


Burjuva halleri...

Prof. Dr. İSKENDER ÖKSÜZ /Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi

Orhan Pamuk, Alman gazetesi Die Zeit’la mülakatında, “Burjuvazi beni sinirlendiriyor” demiş. Ve eklemiş “Kibirleri, dar görüşlü bir şekilde bencillikleri ve kendi ülkesinin insanlarından nefret etmeleri beni tiksindiriyor... Onların yaşamı benim de yaşamım. Aynı sınıftan, aynı sokaktanız. Alışkanlıklarımız aynı. Aynı dükkândan alış veriş yaparız.” Aklıma, bir zamanlar komünistler için söylenen bir söz geldi: “Kalpleri uzaktaki proletaryanın sevgisi ile o kadar doludur ki, yakınlarındaki insanlara yer kalmamıştır.”

Velhasıl Pamuk, tanıdığı insanlardan nefret ediyor. Çünkü onlar kendi ülkelerinin insanlarından nefret edermiş. Böylece nefret çemberi kapanıyor. Tanımadığı insanlar hakkındaki duygularını henüz bilmiyoruz. Belki en iyisi hiç tanımaması.

Peki, Die Zeit niçin Pamuk’la röportaj yaptı? Herhalde şöhret olduğu için. Nobel Edebiyat Ödülü şöhret demektir. Medya da şöhretle röportaj yapmayı sever. Meselâ rap sanatçısı olmanız kâfidir. Size tarihle, coğrafyayla, felsefe veya sosyolojiyle ilgili soru sorarlar ve siz de güzel güzel cevaplar verirsiniz.

Güzel cevaplar bellidir. Dünya barışı... Türkler 1,5 milyon Ermeni öldürdü veya Saddam’da kitle imha silahları vardı, güzel cevaplardır. Son yüz elli yılda Balkanlar’da, Kafkaslar’da etnik temizlik için beş milyondan fazla Türk öldürüldü, Ermenistan Hocalı’da katliam ve etnik temizlik yaptı kötü cevaplardır.

Nobel Edebiyat, Nobel Barış Ödülleri’nin genellikle edebiyat ve barıştan başka dayanakları da vardır. Bunlar biraz güzellik yarışmalarına benzer. Güzellik yarışmalarında adaylara idealleri ve hayattaki arzuları sorulur. Onlar da “dünya barışı” diye cevap verirler. Ama herkes bilir ki aslında bel, kalça, göğüs ölçüleri daha önemlidir. Nobel Edebiyat Ödülü de buna benzer. Edebiyattan bahsederler ama herkes bilir ki edebiyat o kadar önemli değildir. Bunu, Soljenitsin Nobel Edebiyat ödülünü aldığında Gulag ve İlk Çember’i okumaya kendimi mecbur hissedince anladım. Pamuk’u tenzih ederim. Aslında o, Türkçesini biraz düzeltse, pekalâ yazabilir. Fakat Nobel Komitesi için Soljenitsin’in Sovyetlere muhalefeti daha önemliydi. Pamuk’un da tam zamanında sarf ettiği malum sözler.

Zarar yok... Ne olmuş yani? Obama da 2009 Nobel Barış Ödülü’nü aldığında iki harbin, Irak ve Afganistan cephelerinin başkomutanıydı.

Entelektüel namusu nedir?

Entelektüel namusu, popüler bazı lâfların tekellüm ve tekrarı değildir. Entelektüel namusu, ülkeniz aleyhinde konuşmak da değildir.

Entelektüel namusu, kucağınıza bırakılan iddiaların her biri için, kökten, “Gerçekten öyle mi?” diye sormak, bu sorunun cevabını bilmeden konuşmamaktır. Bu sorunun cevabını öğrendikten sonra da, cevap hâkim kanaate ters de olsa, susmamaktır.

Biraz daha gelişmiş entelektüel namusu, düşüncelerinizi kucağınıza bırakılan iddialarla sınırlamayıp, “bunlar mı konuşulmalı, peki şu ötekiler niye konuşulmuyor” diye sorgulamaktır.

Burjuva ne demek?

“Burg”, tahkim edilmiş şehir demek. Bizde aynı kelime “Burgaz” şekliyle yer isimlerinde geçiyor.

Burjuva, kelime anlamıyla “şehirli”. Yani feodal asillerden değil. Ruhbandan da değil. Geçimini toprak yerine ticaretten, ürettiği hizmetten veya imalattan sağlayan. Yani aslında tam da bizim esnaf dediğimiz, sonra büyüyüp de iş adamı olmasını dilediğimiz cins insan. Oxford sözlüğüne, Webster’e, Wikipedia’ya baktım. Muhafazakâr, sosyal orta sınıf gibi özellik ve anlamlar. Oxford Sözlüğü, “Marksist bağlamda” diyerek şu tarifi de veriyor: “kapitalizmin çıkarını savunan; komünist olmayan”. Müteveffa Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğü’ndeki (veya onun kaynağı olan müteveffa Sovyetler Birliği Komünist Partisi Felsefe Sözlüğü’ndeki) “faşizm” tarifiyle aynı: “Komünist olmayan”.

Orhan Pamuk acaba hangi anlamda kullandı.

Pamuk’un Die Zeit mülakatından sonra aynı konuda yazan kalemler vardı. Onlar hangi anlamda kullandı?

Bir kere şunlarda fikir çoğunluğu var gibi: 1) Burjuva olmak iyi bir şey değildir. 2) Bizdeki burjuva devlet eliyle zenginleşmiştir. 3) Yerleşik burjuva yeni burjuva türemesini istemez. 4) Hâsılı zenginleşmek iyi bir şey değildir.

“Burjuva olmak iyi bir şey değildir” bir değer hükmüdür. Öyle hissediyorsanız öyledir. Fakat bunu söyleyenler büyük ihtimalle -tıpkı Orhan Pamuk gibi- kendileri de burjuvadır; çevreleri de öyledir. Kendinizi ve çevrenizi sevmemek pek sağlıklı bir ruh hali değildir. Keşke sevseydiniz.

‘Yoksulluk kültürü’

Türkiye’nin cemiyet yapısını bilenler yukarıda verdiğim burjuva tarifinden de anlayacaklardır ki “burjuva” bizim için pek geçerli bir etiket değildir. Problem de değildir. İllâ bir problem lâzımsa bizimki burjuvanın çokluğu değil, yokluğudur. Ben kendi hesabıma, öz değerlerine muhafazakâr, ürettiğiyle geçinen insanlara son derece taraftarım; karşı değil.

“Devlet eliyle zenginleştiler” hem iş adamı hem de devlet bürokrasisi aleyhine bir hırsızlık iddiası mıdır? Öyleyse gereğini yapmak lazımdır... Onlar yediler biraz da bunlar yesinler, hırsızlığa teşvik ve hırsızlığı hoş görmektir.

Burjuvanın yeni burjuvalar yetişmesine karşı çıktığı da saçmadır. Çünkü burjuvanın ürettiği mal ve hizmetin baş tüketicisi yine burjuva olacaktır. Esnaf veya iş adamı, müşterisinin çoğalmasını niçin istemesin ki?

Zenginleşmek fevkalade iyi bir şeydir. Ürettiği ile, verdiği hizmetin üstünlüğü ile, yenilikçiliği ile... Bunları yapanlar sayesinde ülke de zenginleşir, refah artar. Bunları yapamayanlar ve “devlet eliyle” gelir sağlamaya çalışanların ülkeleri de fakirleşmeye mahkûmdur. İstisnası toprağından petrol veya doğal gaz memleketleridir.

Yazılarda “son on yıllarda üç kat büyüdüler”, “dört kat büyüdüler” gibi ifadeler var ve bunların telmihi, böyle büyümelerin ahlâki olamayacağı üzerine. Bu düşüncelerin bizde tarihî kökleri var. Fakat basit bazı hesaplar da var. Şöyle ki, yılda yüzde 7-8’lik büyüme, on yılda sizi yaklaşık iki kata, yirmi yılda dört kata çıkarır. Bu hıza ve sürekliliğe klasik sektörlerde ulaşmak başarıdır. Yeni sektörlerde, internet veya iletişimde bu hızda giden yönetici kovulur. Bir başka hesap da, iş dünyasının, yani “burjuva” dediklerinizin büyüme hızlarının ağırlıklı ortalamasının kabaca ülkenin büyüme hızını verdiğidir.

Nihayet, bizdeki hâkim kanaatin aksine zenginleşme bir sıfır toplam oyunu değildir. Yani Kayserililer zenginleşiyorsa, Gazi Antepliler fakirleşmemektedir. Tersine, birinciler zenginleşiyorsa, onlarla iş yapan ikinciler de zenginleşir.

Aslında konu yanlış va’z edilmekte, yine Avrupa kavramları ile Türkiye meselesi tartışılmakta ve dolayısıyla yanlış tartışılmaktadır.

Bir asır önce yüzde doksanı topraktan geçinen bir ülke idik. Köyümüzün bir geleneği, değerleri vardı. Şehrimizin de bir geleneği ve değerleri vardı. Bu iki gelenek ve değerler sistemi hemen hemen aynıydı. Dünyanın her yerindeki gibi şehirdeki daha ince, daha rafineydi. Sonra yüzde doksanı kırda tutan baraj yıkılıverdi. Birkaç on yıl içinde, özellikle 1950’den sonra ve bilhassa 1970’lerde kır, şehre aktı. Bu öyle bir akıştı ki, yeni gelenlerin şehirli olmalarına ne yeterli zaman ne de sayıca imkân vardı. Birkaç on yılda kır nüfusunun şehir nüfusuna oranı neredeyse tersine döndü!

Yeni gelenler köyün, kasabanın cemiyetinden, değer ve geleneklerinden kopuyordu. Fakat şehrin değer ve geleneği de onları kendine bağlayamıyor. Bu insanlar, büyük şehirleri gecekondu kuşaklarıyla sardı.

Prof. Dr. Orhan Türkdoğan hocamız daha 1970’lerde bunu tespit etti ve “Yoksulluk Kültürü”nde anlattı.

Bu yeni şehirliler yeni değer ve gelenekler aradılar. Kimisi sol militan oldular, kimisi sağ. Kimisi de yeni Müslüman. Fakat -işte en önemli nokta burasıdır- bunların hemen hepsi kökten kopuktu. Sol zaten taşıma suyla dönüyordu ve dayanacağı bir gelenek yoktu. Belki İştirakiyun Fırkası, Mustafa Suphi... Sağ da Türkiye’nin geleneğindeki sağ değildi. Ne İslamcılar Mehmet Âkif zamanının İslamcıları idi, ne Milliyetçiler Ziya Gökalp zamanının milliyetçileriydi. Burada fikirlerdeki değişimden bahsetmiyorum. Kopukluktan, gelenekten habersizlikten, yeniden ve sıfırdan başlamaktan bahsediyorum. Genel olarak kalitedeki hızlı bir düşüşten. Düşünce ve hissetme yerine slogan ve ritüelden... Temel güdünün mensubiyetten ibaret olmasından.

Merkezi bir su baskını gibi saran bu dalgalardan birinin yönetimlere de hâkim olması tabiî idi. Sol ve milliyetçiler 12 Eylül idaresi tarafından ezildi. Bunlar bir daha kendilerini toparlayamadı. Eski güçlerine ulaşamadılar. Solun zafiyetinde SSCB’nin dağılmasının etkisi de büyüktür. Bugün solun gücü bir nevi ihvanlık dayanışmasından ibarettir. Eski komünistlerin eski komünistleri kayırmasından ibarettir.

12 Eylül’den önceki mücadelenin asıl aktörleri olan bu iki güç ezilince geriye yeni Müslümancılar kaldı. 12 Eylül bunları ezmemiş, hatta asıl tehlike diğer ikisidir, bunlar da denge ağırlığı olsun diye teşvik bile etmişti. Bu kayıtsız şartsız bir teşvik değildi ve “ince ayar” için tokat hazırdı ama zaman farklı işledi. 28 Şubat’a gelindiğinde taşlar çoktan yerine oturmuştu. Laikçiler Müslümancılara karşı harekete geçmeye karar verdiklerinde kendilerini “din aleyhtarı” konumunda buldular ki tarihte bu konumdan galip çıkan olmamıştır.

Zenginleşmek iyidir

Şimdi bize sunulan hikmeti bir yana bırakıp şu fikir birliği edilen yanlışların doğrularını yazmaya çalışalım:

1) Üretmek, ürettiğini satmak, üretilenlerin ticaretini yapmak, yeni şeyler bulup bunlardan para kazanmak iyi bir şeydir. Muhafazakâr orta sınıf güçtür.

2) Devlet eliyle zenginleşmek, eğer gerçekten devletin ihtiyacı olan kalemlerin açık ve eşit ihalesi ve alımıyla yapılmıyorsa iki taraflı hırsızlıktır. Daha önce başkalarının hırsızlık yapması sizin hırsızlığınızı mubah kılmaz. Devletin malı deniz değildir, yiyen de bal gibi domuzdur. Miri mal kul hakkıdır.

Esnaf ve değerlerini bilen orta sınıfın çoğalması ve güçlenmesi Türkiye’nin güçlenmesi ve zenginleşmesi demektir.

Zenginleşmek, helal yollardan, alın teriyle, yaratıcılıkla oluyorsa ülkenin zenginleşmesidir. Kötü olan zenginlik değil israf ve gösteriştir; zenginliği kullanışta takınılan tavırlardır. Kısacası ahlâktır.

Ya cipler? Cipler bugün, eğer arazide kullanmıyorsanız, israf ve gösteriştir. Başınız açıksa da öyledir, kapalıysa da öyledir. Altın takmayacağım diye gümüş alyans takıp sonra şehirde cipe binmenin izahı yoktur. Zaten İstanbullu, Antepli, Kayserili, Ankaralı veya oraların köylüsü, bunu yapmaz; edep eder. Ama onların İstanbul’a göçmüş torunları yapabilirler. Çözülme budur.

Unutmayın ‘Angaralı’ Vehbi Koç, zeytunî bir Doğan’a binerdi. Adanalı Sakıp Sabancı’nın, Zürih’te bir ipek pijama aldıktan sonra göle bakarak yanındaki dostuna, “Hayalimde Hacı canlandı. Bana ‘ulan ... sen ipek pijama giyecek adam mısın!’ dedi” diye içlendiğini bizzat o arkadaşından dinledim. Dikkat edin. Kimin burjuva, kimin yerli, kimin nevzuhur olduğu sandığınız kadar basit değildir.

Nefretinize mukayyet olunuz.

[email protected]