Büyük hamlenin eşiğinde

Ali K. Metin / Şair-Yazar
19.10.2019

Kültürel taassup ve hamaset, bize sürekli patinaj yaptırmakta. Evrensel değerlerle sahici bir ilişkiyi kuramadığımız sürece, bu patinajın devam etmesi mukadder. Bunun için kültürel şovenizmden de milliyetçilik patolojisinden de kurtulmayı başarmak zorundayız. Geleceğin Türkiye’si bizden ivedilikle bunu bekliyor.


Büyük hamlenin eşiğinde

Türkiye’nin 9 Ekim’de başlattığı Barış Pınarı Harekatı, iki açıdan bir dönüm noktası olma özelliğini taşıyor. Her şeyden evvel, 2016’da Fırat Kalkanı Harekatı ile Fırat’ın doğusunda startı verilen operasyonlar zinciri, DAEŞ gerekçesiyle bile olsa esasen PKK/PYD/YPG oluşumuna yönelik bir planın icrasıydı. DAEŞ, Türkiye açısından Amerika’ya karşı kullanılması gereken bir kozdu daha çok. Öyle de oldu. Fırat’ın doğusunda yürütülen operasyonlar DAEŞ’in olduğu kadar, Kürtçü terör gruplarının da bölgedeki hakimiyetlerini zaafa uğrattı. Bu da önümüzdeki süreçte Suriye’nin geleceğini belirleyecek siyasal patformda, Kürtçü politik aktörlerin elini zayıflatacak demografik ve coğrafi bir dönüşümün yolunu nispeten açtı. Açmasına açtı, ancak istenen hedeflere ulaşılabildiği şüpheli. Batılı ülkelerin Kürt gruplara hamilik yapma refleksleri de bu süreçte tabiatıyla had safhaya ulaştı. Bugün Kürt grupların, Suriye’nin hala yüzde 30’una hakim olduğu söylenmektedir. Barış Pınarı Harekatı, bu hakimiyet alanını minimize etmeye yönelik etkisiyle hem terör gruplarının hem de hamilerinin tepkisini çekmeye devam ediyor. Bunu belki gayet tabii bir durum saymak gerekir. Zira dış politika alanındaki önceliklerimiz açısından Batılı ülkelerle örtüşme içinde olmamız hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır. Onlar toplulukların irade ve haklarından dem vuracak, bizse milli güvenliğimizden ve toprak bütünlüğümüzden söz edeceğiz. Dünya nezdindeki emperyal güç imajını yitirmek istemeyen Amerika ise buradaki jandarmalık görevini kolay kolay elden bırakmak istemeyecektir. Trump’ın “bize ne” mealindeki çıkışları ne kadar samimi olursa olsun, büyük ölçüde Amerikan dış politikasına vaziyet edemeyecek bir çatlak ses olarak kalacak gözüküyor. Bizim açımızdan ise Barış Pınarı Harekatı, Kürt grupların “masa”daki gücünü zayıflatmaya yönelik bir hedefe matuf olmakla beraber, Kuzey Irak sınır hattını kapsayacak şekilde bir güvenlik koridoru oluşturma stratejimizin çok somut bir merhalesini teşkil etmektedir. Güvenli bölge, teröre karşı oluşturmaya çalıştığımız güvenlik koridorunun çok önemli ve esaslı bir parçasıdır. Ayrıca bu harekat ile terör grupları, Fırat’ın doğusu ile batısı arasına sıkıştırılarak kısmi şekilde bile olsa çembere alınmakta, hareket alanlarını iyiden iyiye kaybetmektedirler. (Yeri gelmişken bir çıkma yapıp belirtmek isterim: Gerek söz konusu sıkışmanın gerekse hakimiyet alanlarını kaybetmenin hıncıyla terör gruplarının sivil alanları hedef almaktan çekinmemelerini kendi adıma hayretle karşılıyor ve bu stratejik hatayı anlamakta bir bakıma zorlanıyorum.)  Suriye’nin kuzeyinin tamamında hakimiyetin tesis edilmesi için sadece Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Özgür Suriye Ordusunun yeterli olabileceğini söylemenin çok zor olduğu biliniyor. Dolayısıyla bölgedeki otorite boşluğunun bir an evvel giderilmesi Türkiye açısından da büyük önem arz etmekte. Buysa işin en kritik kısmı. Suriye’nin nasıl şekilleneceği konusunda kimsenin net bir öngörüsü olmadığını görüyoruz. Ama Türkiye, Barış Pınarı Harekatı ile Suriye’nin kuzeyinde bağımsız bir terör devleti oluşumuna izin vermeyeceğini ortaya koymuş oldu. Batılı güçlerin peyder pey geliştirmeye çalıştığı oyunu böylelikle bozdu. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, izlediği kararlı tavırla ve Rusya’dan aldığı güçle “Ben bu oyunu bozarım” dedi. Oyun şimdilik bozulmuş gözüküyor. 

Mülteciler sorunu 

Barış Pınarı Harekatı’nı dönüm noktası olarak öne çıkaran diğer özelliği ise resmi açıklamalarda dile getirildiği şekilde, Suriyeli mülteciler sorununa köklü bir çözüm zemininin oluşturulması. Mülteci sorunu konusunda bireysel, toplumsal bağlamlardaki samimiyetimizin tartışmaya açık olduğu doğru olabilir. Ancak siyasal eylemlerimiz açısından mesele, temel haklar ve değerlere ilişkin hassasiyetimizin belirleyici olup olamadığıdır.  Türkiye, “açık kapı” siyasetiyle bu konuda siyasal ve ahlaki olgunluğunu dünya aleme gösterdi. Ancak biliyoruz ki mesele bundan ibaret değil. Meseleyi bu kadar basite indirgemek, Suriyeli mültecilerin dramını anlayamadığımızın bir resmi olacaktır. Malını, mülkünü, topraklarını, hatta hafızasını terk edip yollara düşmenin bu insanlarda nasıl bir travmaya yol açtığını aklı selim insanlar olarak düşünmüş olmamız lazım. Mültecileri sadece birer insan kaynağı olarak gören pragmatik zihinlerin “açık kapı” politikasını anlamalarını elbette beklemiyoruz. Yaşanan sarsıntıyı ve insanlık durumunu anlamalarını da bekleyecek değiliz. Ahlaki ve vicdani hassasiyetlerin dumura uğradığı bünyelerde, gerçek bir empatiden bahsetmek zor. Ensar kardeşliği, kuru söylemlerle değil ancak söz konusu empatiyle mümkün. Ne ki, mültecileri sırtımızda bir asalak gibi görüyorsak bunu zaten yapamayız. 3 milyon 600 bin mülteciyi ne yapacağımız değil, mesele asıl itibariyle bu insanların dramını ortadan kaldırmak üzere ne yapabileceğimizdir. Barış Pınarı Harekatı bu anlamda mültecilere olan bakış açımızla ilgili Türkiye’nin ahlaki hassasiyetini ve vizyonunu temayüz ettiren bir irtifayı ortaya koymaktadır. Güvenli ve huzurlu bir şekilde insanları ait oldukları topraklara kavuşturma, iskan etme yolundaki adımıyla Türkiye, “açık kapı”dan sonra insancıl politikanın ikinci /nihai gereğini yapmıştır. Mülteciler için, bölgesel koşullardaki pozitif gelişmelere uygun olarak fiili seçenek oluşturmuştur.  Tabii bu süreçte, dünya ülkelerinin de taşın altına elini koymaları kaçınılmaz olacaktır. Buradaki yeniden yapılanmanın 300-400 milyarları bulacağına ilişkin tahminleri dikkate alacak olduğumuzda, Batılı ülkelerin Barış Pınarı Harekatı’na yönelik yaklaşımlarını belki daha geniş perspektiften değerlendirebileceğiz. 

Mim koyma ihtiyacı  

Dönüm noktası olarak bahsettiğim iki ayrı boyutundan hareketle Barış Pınarı Harekatı’nın, Türkiye açısından bir taşla iki kuş anlamına geldiğini söylemek yanlış olmaz. Bu anlamda, terörle mücadeleye karşı yürütülen güvenlikçi politikalarla mülteciler konusundaki insani politikalar birbiriyle muvafık hale gelmiş, hatta getirilmiş gibidir. Bunu elbette Türkiye’nin bir başarısı saymamız gerekir. Stratejik vizyona sahip bir dış politikanın ve siyasi kararlılığın ifadesi olarak kabul edebiliriz. Ancak terörle mücadele konusunda bir mim koymaya da ihtiyaç var gibi gözüküyor. Terörle mücadelede izlenen stratejinin tamamen askeri yöntemlere irca edilmesi ne kadar rasyoneldir, bu sorunun belki de daha ciddi şekilde sorulması gerekiyor. Başka bir açıdan söyleyecek olursak, siyasal çözüm arayışlarını yeniden gündeme getirecek bir açılım sürecinin başlatılması pekala mümkün olabilir. Tayyip Erdoğan’ın liderlik gücünü ve kapasitesini bu yönde harekete geçirecek yeni manevralarla terör meselesine çok daha köklü çözümler üretilebilir. Bunun bir imkansız ütopya olarak görülmesi, Türkiye’yi ne yazık ki milliyetçi politikaların cenderesine sıkıştırıp durmaktadır. Milliyetçi politikalar Türkiye gerçekliği içinde ne kadar çözüm üretme kabiliyetini haiz değilse, sol, liberal politikaların  iktidarındaki bir Türkiye’nin de kabule şayan, makul, bütünlükçü milli çözümler üretebilmesi o kadar imkansız. Türkiye’nin siyasal bütünlüğü, hiç şüphesiz hukuk temelli demokratik, kapsayıcı bir milli mutabakatı öngörüyor. Ancak bunun dahi yeterli olmayabileceği kırılgan bir zemin üzerindeyiz. Bu itibarla, milli birlik ve bütünlüğün teminatı evvelemirde kültürel bütünlüğü pekiştirme ve ihya etmeyi şart hale getirmektedir. Bunun da ancak İslami hassasiyetler etrafında oluşturulacak kültürel aksiyon ve değerlerle realize olabileceğini tespit etmek, bu konuda öncelikle entelektüel ve siyasal bir mutabakatı oluşturmak durumundayız. Başka deyişle, ortak değerler etrafında, ideolojik dahası varoluşsal bir bütünleşmeyle kayıtlı olduğumuzu fark etmek gerekiyor. Bununsa kolay iş olmadığını biliyoruz. Hatta burada mutabakattan ziyade süreçten bahsetmemiz belki daha doğru ve yerinde olacaktır. Bu da bizi kutuplaştırıcı değil, kavrayıcı ve kuşatıcı bir vizyon üretmeye zorlamaktadır. Bu vizyonun gerçekçilikle mukayyet sosyal ve kültürel dinamikleri, İslami kimlik ve değerlerle bütünleşik bir siyaseti olmazsa olmaz bir düzeye getiriyor. Sol ve liberal siyaset, fiili planda Türkiye halkını motive edecek ne ambiansa ne de temel kodlara yeterince sahip. Ufkumuzu açmak ve siyasette yenilik yapmak için elzem, ancak kültürel değerlerle sahih bir korelasyon kurmadaki güdüklüğü, Türkiye’yi, geleceğe ancak İslami çizgide bir siyasetin taşıyabileceği konusundaki kanaatimize dayanak teşkil etmektedir. İslami-muhafazakar siyasetin bugüne kadar sol ve liberal düşünceden aldığı esin, kabul edelim ki bugün gelinen nokta açısından son derece kıymeti haiz olmuştur. Nitekim böyle bir yararlanma ve/veya etkilenme süreci olmasaydı mesela AK Parti diye bir oluşum olmayacaktı. Mesele, zamanın ruhuyla diyalog halinde olmak ve gerekli açılımları gerçekleştirmekten ibarettir. Bundan sonraki süreçte de söz konusu beslenmenin kaçınılmazlığını çok iyi görmemiz gerekiyor.  

Etki-tepki yasası 

Kimse sanmasın ki, etnik Kürt milliyetçiliği sadece Türk milliyetçiliğine bir tepki olarak kendisini göstermekte. Bunun ciddi bir etken olduğu doğru. Etki-tepki yasası çerçevesinde, Türk milliyetçiliğini körükleyen siyasetin bütün bu olanlarda önemli payı olduğunu kimse yadsıyamaz. Ancak Türk milliyetçiliği kadar Kürt milliyetçiliği de son 150-200 yıldır dünyayı etkisi altına alan ideolojik gelişmelerin tarihsel çıktılarıdır. Dolayısıyla burada, Türk ve Kürt milliyetçiliklerini aşan, sosyal ve kültürel dinamiklerle korelasyon içerisinde, evrensel değerlerle temellendirilmiş kuşatıcı nitelikte bir ideolojiyi mutlaka tedarik etme sorumluluğuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bugüne kadar olduğu gibi bunu da Batı dünyasından beklememiz gerekmiyor. Dahası Batı dünyası, Avrupa Birliği gibi projelerle milliyetçilik ötesi bir sürece çoktan girdi bile. 

Kültürel ortak payda en önemli şansımız ama bundan kimse kültürel şovenizmi anlamamalı. Bu bizi, tıpkı etnik milliyetçilik gibi körleştirecek bir tehlikedir. Yaşadığımız derin problem de tam zaten burada yatıyor. Kültürel taassup ve hamaset,  bize sürekli patinaj yaptırmakta. Evrensel değerlerle sahici bir ilişkiyi kuramadığımız sürece, bu patinajın devam etmesi mukadder. Bunun için kültürel şovenizmden de milliyetçilik patolojisinden de kurtulmayı başarmak zorundayız. Geleceğin Türkiye’si bizden ivedilikle bunu bekliyor. 

[email protected]