Çağdaş Türk düşüncesinin kötücül başkarakterleri

Murat Güzel / Yazar
12.01.2020

Osmanlı devletinin son yüzyılında yaşadığı iktisadi sıkıntılar ve savaş meydanlarındaki kayıpların sebeplerini soruşturma, devleti yaşatma, toplumsal gelişmeyi sağlama, muasır medeniyetler seviyesine ulaşma, geri kalmışlığa yol açan âmilleri giderme vb. temalar etrafında başlayıp gelişen tartışmanın ana mihveri, radikal olsun ya da olmasın hemen her önemli değişim sonrasında tazelenir.


Çağdaş Türk düşüncesinin kötücül başkarakterleri

İki yüzyıla yaklaşan bir süredir Türk toplumu ve düşüncesinin temel tartışma konuları arasında Batılılaşma süreci ve çabasının yorumları başat konumdadır. Batılılaşma sürecinin bu sorunla en ilgisiz olduğunu zannettiğimiz fikri çabaları bile birçok alan ve düzeyde belirlediğini fark ederiz. En azından o düşünme çabasının zeminini oluşturur bu süreç ya da yine en azından o çabaların dilinde, işleyişinde sürecin etkileri, izleri -aranırsa- bulunur. 

İçselci modernleşme

Nasıl adlandırılacağından hangi imkân ve yollarla gerçekleştirileceğine ya da gerçekleştirilebilir olup olmadığına kadar birçok yan sorunu da içeren bir yumaktır belki de Batılılaşma. Kimileri Batılılaşma yerine ‘muasır medeniyetler seviyesine yükselme’, kimileri ‘modernleşme’, kimileri ise ‘yenileşme hareketleri’ tabirlerini kullanacaktır bu büyük değişim hareketi için. Yine aynı şekilde kimileri Batı’yı bire bir örnek almaktan yola çıkmak gerektiğini söyleyecektir (pür Batıcıdır elbette bunlar; aralarında liberal, sosyal demokrat, Kemalist, sosyalist vb. ayrımlar olsa bile genellikle Batıcı tanımına uygun hareket ederler), kimileri ise bunun tamamen yanlış bir yola girmek olacağını, çünkü Türk toplumunun asli kodları (kültür ve din) ile Batı dünyasının asli kodlarının uyuşmayacağını, topyekun bir değişim ve Batılılaşma hamlesinin kimlik ve kişiliğimizi bozduğunu/bozacağını ileri sürerek Batılılaşma/yenileşme/modernleşme hareketlerinin aşmamasının gerekli olduğunu düşündükleri sınırları ve kırmızı çizgileri işaretlemeye girişecektir (genelde İslamcı/Türkçü/muhafazakâr çevrelerdir bu türden tezleri savunanlar da.) Bir de elbette toplum olarak ne kadar Batılılaşmak istersek isteyelim bunu hiçbir şekilde başaramayacağımızı savunanlar bulunur. Bu yaklaşımlar açısından Batılılaşma handiyse kültürel ve/veya pedagojik bir sorundur. Yaşadığımız toplum kültürel ve/veya pedagojik bakımdan Batılılaşmayı başaramaz görünmektedir böyle düşünenlere- eğer Batılılaşmak isteniyorsa bazı ön şartlar yerine gelmelidir (Bu türden görüşleri ileri sürenlerin kısm-ı ekserisi “pür Batıcı” çevrelerdir, özellikle de Kemalisttirler.) Elbette bu tür düşünenlerin olduğu yerde tam tersi bir ihtimali düşünüp eskiden Batı’nın olduğu konumda “bizim medeniyetimizin” bulunduğunu, Batı’nın bizim geçmişimizde bulunan, ancak unuttuğumuz ya da ihmal ettiğimiz bazı önemli değerleri baz alarak tarihsel süreçte kendini yeniden oluşturduğunu/icat ettiğini söyleyenler de vardır ya da olacaktır (bunlara da İslamcı ve/veya Türkçü çevrelerde rastlanır.) 

Terminatör meseleler

Ayrıca bazen gelişme sosyolojisindeki içselci modernleşme teorilerinin tersine dışsalcı bir yaklaşımı temsil eden ve kapitalizmin ilk kez Batı’da ortaya çıkmasının doğurgularını da düşünen bağımlılık kuramı ve bunun yanı sıra dünya-sistemi yaklaşımlarından da yararlanarak “geri kalmışlığımızın” tarihini yeniden düşünmek gerekliliği de vurgulanır. Tam da burada Modern Türklükte Kültür Hareketleri adıyla 1921’de Almanya’da yaptığı doktora çalışmasıyla dikkat çeken ve Türk modernleşmesinin ilk yorumcularından biri sayabileceğimiz Ahmed Muhiddin’in Batılılaşma/modernleşme/yenileşme tarihinde sürekli muhafazakâr-İslamcı-milliyetçi kanadın olumlu bir örnek olarak zikrettiği Japon modernleşmesinin niçin bize örnek olamayacağını açıklama yöntemine dikkat edilmelidir. 1960’larda temelde iktisat disiplini çerçevesinde gelişen bağımlılık teorilerinin ve Immanuel Wallerstein’ın dünya sistemi analizlerinin öncülü olabilecek bir görüşü ileri sürer çalışmasında Ahmed Muhiddin. Osmanlı’nın iktisadi modernleşmesi ile Japon kalkınması hiçbir zaman birbiriyle kıyaslanamaz ona göre; çünkü Osmanlı, coğrafi olarak kapitalist Batı’nın hemen yanında, onun çeperinde yer alır ve hem iktisaden hem de askeri bakımdan Batı tasallutuna açıktır. Japonya ise Osmanlı’ya nazaran coğrafya olarak Batı’dan uzak olmasının avantajlarını sonuna dek kullanmıştır. 

Osmanlı devletinin son yüzyılında yaşadığı iktisadi sıkıntılar ve savaş meydanlarındaki kayıpların sebeplerini soruşturma, devleti yaşatma, toplumsal gelişmeyi sağlama, muasır medeniyetler seviyesine ulaşma, geri kalmışlığa yol açan âmilleri giderme vb. temalar etrafında başlayıp gelişen tartışmanın ana mihveri hemen her radikal olsun ya da olmasın önemli değişim sonrasında tazelenir. Her seferinde aynı konulara, kimileyin yukarıda sıraladığımız bakış açılarının herhangi biriyle de olsa, dönülür. Zaman zaman bu dönüşlerde Penelope’un gündüz dokuyup gece söktüğü kefen tülüyle simgeleyebileceğimiz bir umarsızlığın izi görülür; aydınlarımız önceden çözülmüş sayılabilecek konu ve temaları yeniden ele alır, onları yeniden sorunlaştırıp çözer veya çözümsüz olduğunu ispatlar ve ancak bu yeniden ele alışta meseleyi düşünmeye dair herhangi bir ilerleme yaşanmaz her nedense. Sözgelimi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Tanzimat’tan beri yetiştirilen nesillerin macerasında Heinrich Heine’ın ‘teoloji alimi’nin hikayesine benzer bir fasit daireyi bulgulaması bundandır. Belki de Türk aydınlarının hemen her önemli tarihsel dönemeçte, Tanzimat’tan bu yana gündemlerini işgal eden konuları, çoğu kez değişmeyen bir üslup ve tarzda, yani aynı şekilde, aynı umursamaz tavırla, aynı motiflerle ele alıp tartışmalarında Kierkegaard’ın bahsettiği türden bir ‘tekerrür’ bile görebiliriz. Bu konular, Türk aydını için “hiçbir zaman kendisinden bıkılmayan sevgili eştir” sanki, fakat bu noktada ‘hatırlama’ya karşı ‘tekerrür’e ilişkin Kierkegaard’ın yaptığı vurguların tersine Türk aydını bu durumun asla farkına varmış gibi davranmaz. 

Sözgelimi 1980’lerin ortalarında ezanın Türkçe okunup okunmamasıyla ilgili bir tartışma başlatılır, bu tartışma bir şekilde bir sonuca erişmiş, en azından bu sonuç üzerinde farklı toplumsal düşünceye mensup kişiler anlaşmış görünür; ama her nedense aynı konu bu kez 28 Şubat postmodern darbesi sürecinde yeniden gündeme getirilir, yine benzer argüman ve tezler ileri sürülür, bu argüman ve tezlere verilen 10 yıl öncesindeki cevaplar da aynı şekilde tekrarlanır. 

Kopukluk ve tekrar

Bu kez tartışmanın sahiden kapandığını düşünürsünüz; ama ne mümkün, 2010’ların ortalarından itibaren aynı tartışma tekrar açılır, bu kez “yeni kuşak” olduğunu düşündüğünüz ve böylelikle sözümona ittiba ettikleri teorisyen abilerinden daha yetkin ve daha ileri bir düşünme seviyesinde, olgunluğunda olduklarını vehmettiğiniz aydınlar o teorisyen abilerinin bile savunmaktan ar ettiği, ar etmek zorunda kaldığı, kalitesi eski tezlerden bile daha düşük tezlerle tartışmayı harlamaya çalışırlar. 30-40 yılda bir, ezanın Arapça mı Türkçe mi okunacağına dair yapılan tartışmalarda dere tepe düz gidilmiş, ama bir arpa boyu yol alınamamıştır sanki. Çağdaş Türk düşüncesinde ele alınan böyle birçok başka meselenin de “Terminatör” filminin kötücül baş karakteri gibi ölmeyen, eski haliyle yeniden dirilen bir tarafı olduğunu düşünmeniz işten bile değildir. Tartışma doğuran meseleler sanki ilk kez konuşuluyormuş gibidir her seferinde; önceden hiç düşünülmemiş, hiçbir sav ve karşı sav geliştirilmemiş gibidir bu meseleler için. Tanpınar’ın, Tanzimat’tan beri yetiştirilen nesillerin macerasında devamlılıktan çok kopukluktan mütevellit bir “tekrar” bulgulamasına şaşmamalıyız. Sorunların yeni ve taze olduğunun vehmiyle harekete geçirilmiş gibidir Türk aydınlarının düşünme şekli. İlk kez bu sorunlarla karşılaşılmadığının farkındadır elbette, ama nedense ona varıncaya dek sanki kimse bu sorunlara el atmamış, o sorunlar olduğu gibi aydınımızın onu çözmesini beklemiş gibidir. Eylemdeki tekerrürün, düşünmede hafızaya (alışkanlığa) dayanması gerekli olduğu da göz ardı edilir böylelikle. Bu durum bir yerde bize çağdaş Türk düşüncesinin tarih ve toplumdışı bir perspektifle söz aldığını, kendi tarihsellik ve toplumsallığının köklerine ilişkin herhangi bir eleştiri ve sorgulama cihetine gitmediğini, böylelikle kendi güncelliğini ve geçerliliğini ispatlama gayretinden ister istemez feragat ettiğini düşündürürken, diğer yandan hemen her zaman düşünme faaliyetine içkin bir kötülükle nitelendirilemeyecek bu durumun sağlayacağı kimi avantajları da -sözünü ettiğimiz eleştirellik bunlardan biridir, yine hakkı verilerek uygulanabilirse farklı tarihsel düzeyleri aynı zeminde kıyaslamaya yol açacak türden bir price de conscience’a ve hatta tarihselci bir fark mantığına da imkan tanıyabilir bu tür bir tarih ve toplumdışı perspektif- kullanamayan bir hazır cevaplılık ve kolaycılığa bel bağlamasına sebep olmaktadır. Bu nokta, Tanpınar’ın Heine’dan ödünç aldığı “teoloji alimi” benzetmesini de yersizleştirir böylelikle. Bu kopukluk ve tekrarın, Türk aydınlarına has olmak üzere bir tutarlılık arayışından çok, tipik bir siyasal kâra tamah etmişlikten kaynaklandığı da aşikârdır. 

@uzakkoku