Estetiğe ve güzele dair mutabakatın değil talebin bile kalmadığı, ekonomik büyümenin kaçınılmaz kabul edildiği bir Türkiye vasatında konuşmak zorunda kalıyoruz cami mimarisi ile ilgili problemleri. Ayrıca bu, Türkiye’nin siyasi tarihindeki çatışmaların dışında değerlendirilebilecek bir husus da değil.
NAZİFE ŞİŞMAN/Sosyolog, Yazar
Çamlıca’ya yapılacak camiyle ilgili yarışma sonuçlarının açıklanmasıyla neredeyse eş zamanlı bir panel düzenlendi İstanbul’da. Zamanlama ilginçti. Bir taraftan yarışmanın formalite icabı olduğu ve Başbakan’ın ne olursa olsun, ne kadar eleştirilirse eleştirsin istediği camiyi yaptıracağı şeklinde görüşler dile getiriliyordu.
Diğer taraftan AK Partili bir belediye, davetli mimarların söz konusu projeyi kıyasıya eleştirdiği bir panel düzenliyordu. Bu çakışmanın nasıl bir stratejiye karşılık geldiği yoruma açık.
Esenler Belediyesi’ne bağlı Şehir Düşünce Merkezi’nin geçen hafta başında düzenlediği panelde konuşan mimarların hemen hepsi Çamlıca’ya yapılacak projenin kalite, uygunluk, estetik vb. pek çok kriter bakımından herhangi bir sıfatla anılamayacak kadar kötü olduğunda hem fikirdi. Ama cami mimarisine yaklaşımları bakımından farklılıklar söz konusuydu. Ve bu farklılıklar, bu konudaki genel yaklaşım farklılıklarıyla da örtüşen bir niteliğe sahip.
‘Cem’ olmadan ‘cami’ olur mu?
Prof. Sadettin Ökten’in görüşü, dünyaya söyleyecek sözümüz var mı ki onun sembolik ifadesi olan bir yapı ortaya koyabilelim ifadesiyle özetlenebilir. Grek üslubunun sembol yapıları olan akropollerin arkasında tragedyalar, Ortaçağ’ın sembol yapıları olan katedrallerin arkasında koca bir Hıristiyan dünya görüşü ve tecrübesi vardı; Süleymaniye ve Selimiye camilerinin arkasında da Selçuklu’yu da içine alan bir Osmanlı medeniyet tecrübesi.
Hoca’ya göre modern toplumun sembol yapıları olan fabrikalar ve gökdelenlerle cesamette boy ölçüşecek camiler inşa etmek bir söz söylemek anlamına gelmiyor. Ona göre medeniyet inşası olmadan tarzdan ve üsluptan bahsetmek anlamlı değil.
Fakat ideali beklerken yaşanan döneme dair bir çözüm önerisi yok Hoca’nın.
Esasında meselenin cami mimarisi ile sınırlı olmadığına, insana, eşyaya külli bakışla alakalı olduğuna dikkat çekmesi çok önemli. Nitekim merhum Turgut Cansever’in kızı Mimar Feyza Cansever de içinde yaşayacağımız güzel evler yapmadan güzel ibadethaneler yapamayacağımızı söylerken aynı hususu vurguluyordu. Zaten bir yapıyı oluşturan tek başına mimar değildir. Bu sebeple Çamlıca için yapılan cami tasarımı sadece mimari bir üslupla ya da daha doğrusu üslupsuzlukla ilgili değil, toplumun geneli hakkında, “BİZ”im ne olduğumuz konusunda da ipuçları veriyor. Yani cami tasarımıyla ilgili sakillikler daha genel bir problemin parçası.
Babası Behruz Çinici ile birlikte modern bir yapı olan Meclis camiini yapan mimar Can Çinici’ye göre de uhrevi mekanın inşası ile ilgili problemleri modern seküler dönemle bağlantılı düşünmek gerekir. Çünkü modern camilerin manevi atmosferi ile ilgili şikayetlerin aynısı yeni kilise yapıları için de dile getiriliyor.
Cumhuriyet döneminde mimarların camiyle ilgili bir üslup oluşturamadıkları eleştirisini haksız bulan Mimar Doğan Tekeli ise siyasi merkezin, kamunun bani olarak talepte bulunmamasının, iyi projelerin gerçekleştirilmemesi önündeki engellerden biri olduğuna işaret ediyor. Mimari açıdan bir sanat eseri olan cami inşasını, halk öyle istiyor diye 16. yüzyılın taklitlerine mahkum etmek esasında popülist bir yaklaşıma karşılık gelir. Tekeli’ye göre göstermelik bir yarışma sonucunda jüri biri konvansiyonel, biri modern olmak üzere adeta yedekli iki tane ikinci seçerek zaten hata yapmıştır. Tekeli’nin mesleğine saygısı olan hiç bir mimarın 36 gün içinde böyle büyük bir proje yapmaya kalkışmayacağı vurgusu, neden birinciliğe layık eser bulunamadığının da cevabı gibi.
Kubbenin sembolik anlamı
Prof. Dr. Zekai Görgülü ise cami yapılarında tamamen modern tasarımlara alan açılmasından yana. Ona göre kubbe ve minarenin simgesel anlamı işlevsel anlamını geçmiş durumda. Artık mimari teknik olarak büyük kubbeye ihtiyaç yok; kimse minarede ezan okumadığına göre, minareye de. Elbette bir kaç yüzyıl öncesinin camilerinin kötü taklitlerini yapmak çözüm değil; modern kenti dikkate alan tasarımlar yapılmalı. Fakat Prof. Görgülü’nün unuttuğu nokta, kubbe ve minarenin kolektif hafızada işlevselliği aşan simgesel bir yer tuttuğu gerçeği. Geçmişin müşterek bir biçimde hatırlandığı yerler olarak kolektif imgeleme mal olan temsillerdir, kolektif hafızayı oluşturan. Bu bakımdan Türkler için kubbeli, minareli cami de dünyaya bir söz söyleyebildiğimiz geçmişin ve bizi biz yapan değerlerin temsili konumundadır.
Dindar mimarlar nerede?
Hatta minare öyle sembolik bir anlama sahiptir ki, yüksek sesle ezan okunması tamamen yasak olan İsviçre’de bile genel bir kültürel çatışmanın sembolü olabilmiştir. Türkiye’deyse siyasi merkezin ve mimarlık dünyasına hakim olan elitlerin dini kamusal alandan dışlayan tutumları nedeniyle, cami mimarisinin kullanıcı aktörü olan halk, nitelik arayışını tamamen imha etse de her köşe başına selatin camilerin kötü taklidi bir cami yaparak kendini ifade etme yoluna gitti. Yani plansız projesiz, market üstü camileri hazırlayan siyasi ve toplumsal bir arka plan mevcuttu Türkiye’de. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı temsilen panele katılan Kamil Uludağ’ın işaret ettiği işte bu gerçekliktir. Ama günümüzde “mimarlar dindar değildi, dindarlar da mimariden anlamıyordu” şeklinde ifade edilen yargının aşılmaya çalışıldığını gösteriyor, en azından bu ve benzeri toplantılar.
Bu aşamada dikkat edilmesi gereken nokta şu: estetiğe ve güzele dair mutabakatın değil talebin bile kalmadığı, rantiye-şantiye mantığına dayalı ekonomik büyümenin kaçınılmaz kabul edildiği bir
Türkiye vasatında konuşmak zorunda kalıyoruz cami mimarisi ile ilgili problemleri. Ayrıca bu, Türkiye’nin siyasi tarihindeki çatışmaların dışında değerlendirilebilecek bir husus da değil.
Hacı Emmiler ‘biz de varız’ diyor
Laiklik, kamusal alanın sekülerliği gibi konuları önceleyenler, cami yapımını duydukları anda refleks olarak karşı çıkarken, camiye kullanıcı olarak talip olanlar ya da halkın bu taleplerine duyarlı siyasetçilerse, cami mimarisi ile ilgili haklı eleştirileri bile bu reflekse indirgeme yoluna gidiyor ve eleştiri kanalını kapatıyorlar.
İsmail Kara, Müslüman halkın büyük şehirlerde camiler üzerinden dayanıklı ve sembolik bir siyaset hatta bir mücadele yürüttüğünden bahseder.
“Halk için kendini görünür kılmanın, bu memleketin Müslüman olduğunu vurgulamanın yollarından biri de büyük yapılı, yüksek minareli, çok şerefeli camiler yapmaktır. Çok az istisnalar hariç “güzellik” büyüklükle eşitlenmiş gibidir.” (Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, 2009)
Güzelliğin büyüklükle eşitlenmiş olmasının arka planında hangi saiklerin yer aldığını da ayrıca analiz etmek gerekiyor. 1970’li yıllarda Schmauher “Küçük Güzeldir”i kapitalist ekonomiye karşı bir çözüm olarak sunmuş ve daha sade, daha mütevazi, vicdanlı ve merhametli bir yaşamın, önceliği insana veren bir ekonomi anlayışının sloganı olmuştu bu ifade.
Ama günümüzde gökdelenlerle, küresel dev şirketlerin arka planı oluşturduğu bir vasatta artık böyle bir ideal yerini bulmuyor. Hem bu vasat hem de Türkiye’nin özel siyasal şartları, büyük yapılı, yüksek minareli çok şerefeli camileri hazırlamıştır denilebilir.
Büyüklükle estetiğin ilişkisi
Bu bakımdan sokak aralarına, Karadeniz sahillerindeki her tepeye bir cami yapma mücadelesine girişen cami derneklerini, bu derneklerin gönüllüsü “Hacı Emmi”leri hoş görebiliriz belki. Ama siyasetçi, mimar, bani -hele de bu bani kamu olursa- olarak sıralayabileceğimiz aktörlerin ne konuya karşı ilgisizliklerini, ne de camilerin cesameti, “gelenekselliği” ya da ultra-modernliği üzerinden “aşırı ifade” girişimlerini haklı görmemiz mümkün değil.
Kendini ifade edişte estetik ile büyüklük arasındaki ilişkiye işaret eden şu anekdotla tefekküre kapı aralayabileceğimizi ümit ediyorum: Aslan Yürekli Rişar Kudüs’ü ele geçirdiğinde Selahaddin Eyyubi’ye bir güç gösterisinde bulunur. Koca bir demir kütlesi olan kılıcını çeker ve kalın bir demir direği ortadan ikiye biçer. Beklenen Selahaddin’in daha kalın ve büyük bir kılıcı çekip daha kalın bir direği ikiye ayırmasıdır. Fakat Selahaddin’in gücünü gösterme biçimi oldukça farklıdır. Narin, ince kılıcını çeker ve sadece havaya fırlattığı ipek şalın altına tutar. Kendi ağırlığıyla düşen ipek ikiye ayrılır.