Çanakkale Destanı beyazperdeye sığar mı?

Gülcan Tezcan / Gazeteci - Yazar
21.03.2015

Eldeki yekûna bakıldığında evet şimdilik Hollywood’un dev bütçeli, görkemli tarihi yapımlarıyla yarışabilecek çapta bir filmimiz yok. Ama epey yaklaştığımızı söylemek mümkün... Üstelik artık okullarda bölük pörçük arşiv görüntülerinden oluşmuş, korku filminden hallice belgeseller yerine gösterilebilecek o kadar da kötü olmayan, hatta epeyce eli yüzü düzgün bir avuç filmimiz var. Buna da şükür!


Çanakkale Destanı beyazperdeye sığar mı?
Tarihini destanlarla anlatan bir sözlü kültürün temsilcisi olarak Ortaasya’dan Anadolu’ya gelirken geçmişimiz, kültürümüz ve hatıralarımız da masallar, türküler, destanlarla taşındı bu topraklara. Nesilden nesile aktarılan bu miras, Osmanlı’da daha incelmiş bir edebi dille kaleme alındı. Anadolu’da 1980’lere kadar devam eden Cenknâme anlatma ve dinleme geleneği özellikle de Hz. Ali Cenklerini kazıdı toplumsal belleğimize. 
 
Anlatı konusunda bu kadar köklü bir mirasa sahip olmamıza rağmen geçmişi yüz yılı aşan sinemamızda epik filmler konusunda bu geleneğin kıyısından bile geçilememiş olması, bu birikimin sinema gibi daha çağdaş bir sanatın imkânlarıyla yeniden yorumlanamayışı sadece acıklı bir durum değil, sinemamızın en büyük eksikliklerinden biri olarak tartışılması ve konuşulması gereken konuların başında geliyor.  
 
Hamaset yüklü, batılıdan daha oryantalist bir zihinle çekilmiş kostüme filmlerle ‘tarihi’ film yaptığını zanneden sinemamız, Malkoçoğlu serileriyle halka eğlenceli bir seyirlik sunmanın ötesine geçemedi. En yakın tarihli kırılma noktalarımız olan Balkan Harbi, Milli Mücadele ve Çanakkale konusunda da sinemamızın sesi ya hiç çıkmadı ya çok cılız kaldı.  
 
Bağımsızlık savaşımızın en önemli dönüm noktalarından biri olan Çanakkale Zaferi’nin 100. yılında bu destanı anlatan film sayısının iki elin parmaklarını geçmeyişine olumlu yanından bakarsak hiç yoktan iyidir diyerek teselli bulabiliriz. Ortaya çıkan filmlerle ilgili doğru değerlendirmeler yapıldığı takdirde eksikleri görmek ve daha iyisini ortaya koymak için harekete geçmek de mümkün. Çanakkale gibi dağılmak üzere olan Osmanlı’nın tüm tebaasını aynı dava etrafında bir araya getiren, anlatılanlar kadar dile dökülmeyen, kayda geçmeyen nice büyük hikayelerin yaşandığı bir savaşı beyazperdede anlatmak elbette kolay iş değil. Bu yüzden ortaya çıkan işleri de birer öncü ve yol açıcı olarak görmekte fayda var. 
 
Dünya sinemasında da yer bulan en eski Çanakkale filmi, Peter Weir’ın yönettiği 1981 yapımı Gallipoli. İki Avustralyalı kardeşin öyküsünün anlatıldığı film, savaş eleştirisiyle dikkat çeken bir yapım ve bir batılı eliyle çekildiği için ne kadar objektif olabildiği tartışmalı. 
 
Türk sinemasında ise ilk örnek Nusret Eraslan ve Turgut Demirağ’ın senaryosunu yazıp yönettiği 1965 yılı yapımı Çanakkale Arslanları. O yılların popüler isimleri Tanju Gürsu, Ajda Pekkan, Muzaffer Tema gibi ünlülerin başrolünü paylaştığı film, Arıburnu’ndaki İngiliz taarruzunun nasıl püskürtüldüğünü konu alır.
 
Maneviyatçı Özakman! 
 
Çanakkale Arslanları’ndan bir yıl sonra Ertem Eğilmez Bir Millet Uyanıyor için kamera arkasına geçer. Türk sinemasının klasikleri arasına giren filmin başrollerinde Kartal Tibet, Erol Taş gibi yıldızlar vardır. Bir Millet Uyanıyor doğrudan Çanakkale Savaşı’nı konu almasa da savaş sonrası yokluklar içerisinde yeniden ayağa kalkma mücadelesini anlatır. 
 
‘Ulusalcı’ kült romanı Şu Çılgın Türkler ile çok satanlar listelerine giren Turgut Özakman’ın senaryosunu yazdığı, Yeşim Sezgin’in yönettiği Çanakkale 1915, ulusalcı arazlarına rağmen Çanakkale ruhunu en iyi yansıtan yapımlardan biri. Çanakkale Savaşı’nı kronolojik bir akış içinde anlatan filmde bütünlüklü bir senaryo olmasa da her Türk vatandaşının bildiği resmi tarihçe de onaylanan Çanakkale anlatılarının hemen hepsi ete kemiğe büründürülüyor. Şevket Çoruh, Baran Akbulut, Serkan Ercan, İlker Kızmaz, Ufuk Bayraktar gibi yakın dönemin tanınan oyuncularını kadrosunda bir araya getiren filmde savaşın manevi boyutu da ihmal edilmiyor. Filmin başlangıcında Çanakkale Cephesi’nin Balkan hezimetini unutturmak için önem taşıdığına dikkat çekilirken finalde zaferi getiren taarruzun Mustafa Kemal’in dehası ile gerçekleştiği vurgusu yapılıyor. Filmdeki en gereksiz ve rahatsız edici bölüm ise cepheden gelen yaralılara yardım etmek isteyen kadınların hemşirelik kursu talebini dillendirdikleri sahne. Paşa’dan hemşirelik kursu açmasını isteyen kadınlara karşılaşacakları tepkiler hatırlatıldığında bu günah (!)ın cezasına razı olduklarını söylemeleri ulusalcı kalemden çıkan bir hezeyan olarak görülüp, geçilebilir. Kahramanların ağzından öneri, olasılık gibi 1915’lerde kullanılmayan kelimelerin çıkması da yine benzer bir problematik olarak göze çarpıyor.
 
Oryantalist Son Umut
 
Sinemanın kurallarına riayet ederek çekilen ve cephedeki askerlerin hikâyesine odaklanan Çanakkale Yolun Sonu, Serdar Akar’ın yönettiği yakın zamanda çekilmiş bir diğer yapım. 2013 yılında vizyona giren film, daha önce Balkan cephesinde savaşmış, kardeşini kollamak için de Çanakkale’ye gönüllü olarak giden keskin nişancı Muhsin onbaşının üzerinden bir anlatıya girişiyor. Filmde savaş ya da öldürme güzellemesi yapılmazken Muhsin onbaşının ateş ederken her seferinde Allah’tan af dilemesi, onbaşının kardeşi Hasan’ın ‘öldürme’ konusunda uzun süre geri durması seküler anlamda ‘savaş karşıtlığı’ gibi görünse de bana kalırsa ecdadın savaş ahlakını hatırlatması bakımından önemli.  
Geçen yıl vizyona giren kendisi de Avustralyalı olan Russel Crowe’un yapımcısı ve yönetmeni olduğu The Water Diviner (Son Umut) Çanakkale’ye her iki tarafın halkları açısından bakmayı deneyen bir film. Oyuncu kadrosuna Türkiye’den Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ı da katan film, bu iki isme rağmen oryantalist ezberlerden kendini yeterince kurtaramamış. Esasen ağıt olan Hey Onbeşli türküsünün rakı mezesine dönüştürülmesi de filmde en göze batan hatalardan. Oğulları Çanakkale Savaşı’na gidip dönmeyen Avustralyalı bir babanın onları bulmak üzere Türkiye’ye gelmesini anlatan filmin alt metninde bu iki halkın birbirine düşman olmadıkları ve İngilizler yüzünden karşı karşıya getirildikleri mesajı veriliyor. 
 
Resmi tarih ezberi
 
Bu hafta gösterime giren en yeni Çanakkale filmi ise Özhan Eren’in yönettiği Son Mektup. Tansel Öngel, Nesrin Cavadzade, Hüseyin Avni Danyal gibi isimlerin rol aldığı film, benzerleri gibi Çanakkale Deniz Zaferi’ni anlatsa da hikâyesini Tayyareci Yüzbaşı Salih Ekrem üzerine kuruyor. 20 milyon TL’lik bütçesiyle şimdiye kadar çekilen en pahalı Çanakkale filmi olan Son Mektup, dramatik bir aşk hikâyesi eşliğinde Osmanlı’nın son büyük vatan müdafaasını perdeye taşıyor. Filmde vatanperverlik vurgusu öne çıkarken maneviyata dair göndermeler bir kaç hitabet sahnesinden öte geçmiyor. Son Mektup’un en önemli özelliği Çanakkale’nin tüm Osmanlı coğrafyası ve İstanbul için nasıl bir kilit noktası olduğuna ilişkin güçlü vurgusu. Bu vurgu kimi sinema eleştirmenleri tarafından algılanamamış; Çanakkale müdafaasının İstanbul’un fethine bağlanması garip karşılanmış. Oysa, sadece Son Mektup’ta değil, Çanakkale’ye dair filmlerin pek çoğunda İngiliz ve Fransızların bu saldırısının ardında siyasi ve askeri gerekçelerin ötesinde bir Haçlı bilenmişliği olduğuna dair ifadeler milli ve yerli bir bilincin gereği olarak yer alır. Son Mektup bu kabulü çok açık ve net biçimde dillendirirken ne yazık ki sinemasal açıdan daha güçlü ve etkileyici bir dil tutturamıyor. 
 
Resmi tarih tezine göre Çanakkale Zaferi’nin kahramanı olarak sadece Mustafa Kemal’in adı anılırken son yıllarda çekilen Çanakkale filmlerinin hemen hepsinde tarihi gerçekliğe uygun olarak Mustafa Kemal’in en etkin komutanlardan biri olduğunun altı çizilir, ancak, Çanakkale’deki diğer paşalar ve kahraman askerler de es geçilmez. Filmlerdeki bir diğer ortak payda da vatana anaların namusu olarak kutsiyet atfedilmesidir ki böylelikle Akif’in ‘İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek’ mısraını hatırlatan bilinç yeniden üretilir. 
 
Eldeki yekûna bakıldığında, evet, şimdilik Hollywood’un dev bütçeli, görkemli tarihi yapımlarıyla yarışabilecek çapta bir filmimiz yok. Hâlâ cephede pırıl pırıl üniformalarla gezen komutanlar, askerler çekmekten vazgeçemedik. Çatışma ve savaş sahnelerinde figürasyon kıtlığını aşamadık. Ama teknik olarak epey yol katettiğimizi ve yaklaştığımızı söylemek mümkün... Üstelik artık okullarda bölük pörçük arşiv görüntülerinden oluşmuş, korku filminden hallice belgeseller yerine gösterilebilecek o kadar da kötü olmayan hatta epeyce eli yüzü düzgün bir avuç filmimiz var. Buna da şükür!