Caydırıcılık paradoksu

Salih Şimşek/ Yazar
12.06.2025

Birinci Dünya Harbi'nin patlak vermesi, caydırıcılığın paradoksal doğasının tarihî bir vesîkasıdır. Dönemin Alman Şansölyesi Bethmann Hollweg ve stratejistleri, Rusya'nın birkaç yıl içerisinde askerî kapasitesini dramatik şekilde artıracağı öngörüsüyle, bu tehdidi erken safhâda ortadan kaldırma sâikiyle harekete geçmiştir. Burada caydırıcılık, beklenenin tam aksi bir sonuca gebe olmuştur.


Caydırıcılık paradoksu

Salih Şimşek/ Yazar

Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik 2022 senesinde başlattığı savaş, Avrupa'nın Soğuk Savaş sonrası benimsediği liberal güvenlik anlayışının tarihî ve sistemik sınırlarını keskin şekilde açığa çıkarmıştır. Bu çatışma bölgesel ve askerî bir mes'eleden ziyâde, Avrupa'nın bütüncül bir siyasî paradigma hâlinde tâkip ettiği diplomasi temelli barış doktrinini ve ekonomik bağımlılığa dayalı pasifizasyon (barışçılaştırma/pacification) stratejilerini derin bir krize sürüklemiştir. Rusya'nın Kiev'e yönelik saldırısı, klasik jeopolitik paradigmaları yeniden canlandırarak, Avrupa'nın jeostratejik önceliklerini ve güvenlik anlayışını kökten sorgulamasına sebep olmuştur.

Bu noktada Avrupa, mevcut çatışmanın mâhiyetini 2022 evvelinde yanlış yorumlayarak, ekonomik ve diplomatik angajmanın mutlak te'sirine dâir aşırı güven duymuş, askerî güç faktörünün ehemmiyetini büyük ölçüde göz ardı etmiştir. Ukrayna'daki kriz, bu varsayımın ne kadar büyük bir stratejik hatâya dönüştüğünü açıkça gözler önüne sermiştir.

Avrupa'nın pasifize politikalarının varsayımları

Avrupa'nın 1990 sonrası Rusya'ya yönelik benimsediği stratejik doktrin, özellikle Almanya'da "Wandel durch Handel" (ticaret yoluyla dönüşüm) prensibi ile ifâde edilen ekonomik entegrasyon teorisi üzerine kurulmuştu. Bu teorinin esâsı, ekonomik bağımlılığın siyasî çatışma ihtimâlini azaltacağı ve devletleri liberal-demokratik değerlere yakınlaştıracağı fikrine dayanıyordu. Ancak bu varsayım, Almanya'nın günümüzdeki en mühim siyaset bilimcilerinden Herfried Münkler'in açık şekilde tenkit ettiği üzere, yanlış hesaplamalar ve idealist önyargılar içeriyordu.

Münkler, Avrupa'nın Rusya'ya yönelik bu politikalarının, Kremlin'in stratejik kültürünü, tarihî güvenlik algısını ve jeopolitik sâiklerini hesaba katmadan, yalnızca ekonomik mantığa dayanarak geliştirildiğini ifâde etmektedir. Münkler'e göre ekonomik bağımlılık, her zaman barış ve işbirliğini sağlamamaktadır. Aksine, bağımlılığı kontrol eden devletin elinde stratejik bir silaha da dönüşebilmektedir. Nitekim Nord Stream boru hatlarıyla Rus gazına duyulan bağımlılık, Rusya'nın Avrupa üzerindeki stratejik etkisini artırmış ve Avrupa'nın siyasî irâdesini zayıflatmıştır.

Ayrıca Münkler, NATO'nun doğuya genişleme siyasetinin, Avrupa'nın ekonomik angajman politikalarıyla çeliştiğini ve paradoksal sonuçlara yol açtığını imâ eder. Bir yandan ekonomik ilişkilerle Rusya'yı sâkinleştirmeyi hedefleyen Avrupa, diğer yandan NATO'nun genişlemesiyle Kremlin'in tarihî güvenlik korkularını harekete geçirmiştir. Bu stratejik tutarsızlık, Rusya'nın daha sert ve agresif tepkiler vermesini tetiklemiştir. Avrupa'nın NATO genişleme stratejisiyle ekonomik angajmanı senkronize edememesi, sonuçta pasifize politikalarının etkisiz kalmasına yol açan stratejik bir hatâ olmuştur.

Avrupa'nın pasifizasyon yaklaşımının stratejik ve ahlâkî sınırları

Avrupa'nın Rusya'ya yönelik pasifize siyasetinin başarısızlığı, yalnızca stratejik değil, aynı zamanda ahlâkî ve normatif açıdan da derin sorunlar ihtivâ etmektedir. Avrupa, ekonomik çıkarlarını gözetirken Rusya'daki demokratik gerilemeyi ve otoriterleşmeyi sürekli görmezden gelmiş, evrensel değerleri pragmatik ekonomik çıkarların gölgesine terk etmiştir. Bu yaklaşım, sonuçta Rusya'nın otoriter yapısını daha da kuvvetlendirmesine yol açmıştır. Avrupa'nın değer temelli dış politika retoriğiyle eylemleri arasındaki bu tutarsızlık, Kremlin'e stratejik bir üstünlük kazandırmıştır.

Gürcistan (2008) ve Kırım (2014) krizleri sonrası uygulanan yaptırımların stratejik etkinliği de sınırlı kalmıştır. Avrupa, Rusya'nın ekonomik ve siyasî izolasyonla karşı karşıya kaldığında geri adım atacağını varsaymıştır. Fakat bu varsayım, Kremlin'in Çin ve İran gibi diğer aktörlerle alternatif ittifaklar kurmasına yol açarak stratejik derinliğini ve direnç kapasitesini artırmıştır. Dolayısıyla yaptırımlar, caydırıcılığı sağlamak yerine Rusya'nın agresif stratejilerini besleyen bir unsur hâline gelmiştir.

Sonuç olarak Avrupa'nın pasifize stratejisinin başarısızlığını doğuran temel sebep, ekonomik entegrasyon teorisinin jeopolitik ve askerî-stratejik gerçeklerle uyuşmadığını hesâba katmaması ve NATO'nun genişleme politikasıyla ekonomik angajmanın birbirine muhâlif stratejik dinamikler oluşturmasıdır. Avrupa'nın Rusya'ya yönelik diplomasi merkezli güvenlik anlayışının teorik varsayımları çökmüştür. Bu sebeple bugün Avrupa, caydırıcılık politikasına geri dönüşü zarûrî görmekte ve askerî caydırıcılığın stratejik ehemmiyetini yeniden keşfetmektedir. Ancak bu caydırıcılık politikasının kendi içinde taşıdığı paradokslar ve riskler de ayrıca incelenmesi gereken karmaşık bir sorun teşkîl etmektedir. Bu sorun da makalenin safahâtında ortaya koyulmaya çalışılacaktır.

Caydırıcılığın yeniden keşfi

Avrupa'nın Rusya karşısında uyguladığı pasifize siyasetlerin stratejik iflâsı, Avrupa'nın güvenlik politikalarında askerî caydırıcılığın yeniden keşfedilmesini kaçınılmaz kılmıştır. Avrupa, diplomatik tahammül ve ekonomik entegrasyona dayalı politikalarının Rusya'yı caydırmada yetersiz kaldığını kabûl etmek sûretiyle, caydırıcılığı merkeze alan yeni bir askerî-stratejik paradigmayı benimsemiştir. Bu dönüşüm, münhâsıran bir tercih değil, Avrupa'nın jeopolitik ve askerî güvenliğini muhâfaza etmek için zarûrî bir hamledir.

Merhûm Thomas Schelling gibi strateji teorisyenlerinin târif ettiği veçhîyle, caydırıcılık, düşmanın herhangi bir saldırı girişiminde bulunmasını engellemek üzere, askerî kapasitenin ve karşı hamlelerin ağırlığını önceden göstermektir. Avrupa'nın bugünkü caydırıcılık stratejisi de, Rusya'ya muhtemel bir saldırının mâliyetlerinin, elde edebileceği faydalardan çok daha ağır olacağını net şekilde göstermeye dayanmaktadır. Bu stratejik yaklaşımın merkezindeyse caydırıcılığın başarıyla uygulandığı tarihî misâller yatmaktadır.

Soğuk Savaş devri, caydırıcılığın en etkili şekilde işlemiş olduğu dönemlerden biridir. ABD ve Sovyetler Birliği arasında gerçekleşebilecek bir nükleer savaş, her iki taraf için de topyekûn yok oluş anlamına gelmekteydi. İşte bu "karşılıklı kesin yıkım" (mutual assured destruction) olarak adlandırılan doktrin, devletler arası savaşın çıkmasını önleyen bir caydırıcılık dengesi yaratmıştır. Bu denge, askerî gücün fiilen kullanılmadan barışı muhâfaza edebileceğini açıkça göstermektedir.

Kore yarımadasında, 1953 ateşkesinden bugüne kadar büyük çaplı bir çatışmanın yaşanmaması da caydırıcılığın mücessem bir başarısıdır. ABD'nin Güney Kore'deki askerî varlığı, Kuzey Kore'nin daha büyük çaplı bir askerî harekât düzenleme ihtimâlini, karşı karşıya kalacağı askerî mâliyetlerin yüksekliği sebebiyle caydırmaktadır. Kore'de caydırıcılık, ideolojik husûmete rağmen sulhün muhâfazasını sağlayan hayâtî bir faktördür. Benzer şekilde, Kıbrıs'ta 1974 yılındaki askerî müdahaleden bugüne kadar geçen süreçte büyük çaplı bir çatışmanın olmaması da caydırıcılığın te'sirini göstermektedir. Türkiye'nin adadaki askerî varlığı, muhtemel askerî girişimleri yüksek mâliyetle karşılaşma riskiyle karşı karşıya bırakarak, çatışmaları engelleyen bir caydırıcı faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Avrupa'nın yeni caydırıcılık stratejisinin içeriği ve Rusya karşısındaki önemi

Bugün Avrupa, tarihî caydırıcılık misâllerinden ders alarak, Rusya karşısında benzer bir askerî caydırıcılık mantığını hayâta geçirmektedir. Almanya başta olmak üzere Avrupa devletleri, savunma bütçelerini artırmakta, NATO'nun doğu kanadını güçlendirmekte ve ileri askerî teknolojilere yatırım yapmaktadır. Avrupa'nın bu hamlelerinin arkasında yatan temel stratejik hesaplama, Kremlin'i, herhangi bir askerî girişimin sonuçlarının Rusya açısından tahammül edilemeyecek kadar ağır olacağı konusunda net bir şekilde iknâ etmektir.

Caydırıcılığın başarısı, psikolojik ve stratejik algıların hassas şekilde yönetilmesine bağlıdır. Ancak Rusya'nın askerî teşebbüste bulunmasının ekonomik, askerî ve siyasî mâliyetlerinin çok yüksek olduğunun Kremlin'e sürekli ve net şekilde gösterilmesi bu caydırıcılığı inşâ edecektir. Avrupa'nın caydırıcılık stratejisinde başarılı olması için askerî güç artışı kadar, diplomatik ve psikolojik unsurların da dikkatli ve koordineli bir şekilde kullanılması zarûrîdir.

Sonuç itibârıyla, Avrupa'nın caydırıcılığa geri dönüşü, pasifize politikaların yarattığı stratejik boşluğu gidermek için kaçınılmazdır. Caydırıcılık siyaseti, tarih boyunca birçok vakıâda başarıyla uygulanmış, askerî gücün fiilen kullanılmadan sulhü te'sis etmenin mümkün olduğunu göstermiştir. Fakat bu stratejinin uygulanmasında dikkate alınması gereken riskler ve caydırıcılığın paradoksal doğası da Avrupa'nın yeni güvenlik siyasetinde ihmâl edilemeyecek ölçüde mühimdir. Avrupa, caydırıcılığı hem başarılarıyla hem de potansiyel riskleriyle derinlemesine kavrayıp yönetebilirse, uzun vadede güvenliğini sağlayabilecek ve barışı koruyabilecektir.

Caydırıcılık paradoksal sınırları

Caydırıcılık teorisinin merkezinde, devletlerin ve aktörlerin rasyonel ve hesaplı hareket edecekleri varsayımı yatmaktadır. Ancak bu varsayım, tarih boyunca birçok kez ciddî sınamalara da mâruz kalmıştır. Özellikle devletlerin ve aktörlerin irrasyonel psikolojik faktörler, yanlış algılar ve stratejik önyargılarla hareket ettikleri durumlarda, caydırıcılığın başarısız olma ihtimâli artar.

Birinci Dünya Harbi'nin patlak vermesi, caydırıcılığın paradoksal doğasının tarihî bir vesîkasıdır. Dönemin Alman Şansölyesi Bethmann Hollweg ve stratejistleri, Rusya'nın birkaç yıl içerisinde askerî kapasitesini dramatik şekilde artıracağı öngörüsüyle, bu tehdidi erken safhâda ortadan kaldırma sâikiyle harekete geçmiştir. Burada caydırıcılık, beklenenin tam aksi bir sonuca gebe olmuştur. Rusya'nın güçlenme potansiyeli, Almanya'yı çatışmaya erken girmeye sevk ederek savaşı önleyici bir faktör değil, teşvik edici bir etken oldu ve caydırıcılık paradoksu dört yıl boyunca en ağır şekilde dünyayı kasıp kavurdu.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde Neville Chamberlain'in Hitler'e yönelik uyguladığı diplomatik caydırıcılık stratejisi de benzer bir stratejik hatâyı ihtivâ eder. Chamberlain, diplomatik tavizlerle ve ekonomik yaptırımlarla Hitler'i caydıracağını varsaymıştı. Ancak Hitler'in ideolojik hezeyanları ve tahripkâr stratejik hesapları, bu diplomatik caydırıcılığı etkisiz kıldı. Nitekim, Münih Anlaşması Hitler'e cesâret vermiş ve caydırıcılığın başarısızlığı savaşın kaçınılmazlaşmasına sebep olmuştur.

Yakın dönem misâlleri olarak, Rusya'nın 2008 Gürcistan ve 2014 Ukrayna müdahaleleri caydırıcılığın güncel stratejik sınırlarını gözler önüne sermektedir. Batı'nın ekonomik yaptırımlar ve siyasi izolasyon tehditleri, Rusya'nın stratejik hesaplarını değiştirmek için kifâyet etmemiştir. Bilâkis, Kremlin, bu riskleri göze alarak hedeflerini gerçekleştirmekte tereddüt etmemiştir. Bu misâller caydırıcılığın, karşı tarafın risk toleransı yüksek olduğu durumlarda etkisiz kalabileceğini de ortaya koymaktadır.

Avrupa'nın güncel caydırıcılık stratejisi ve riskleri

Avrupa'nın Rusya'ya yönelik caydırıcılık stratejisinin mevcut koşullarda kendi içinde ciddî riskler barındırdığı unutulmamalıdır. Avrupa'nın askerî güç kapasitesini artırma ve doğu sınırlarını güçlendirme çabaları uzun vadede Rusya'nın tehdit algısını yükseltecek bir durum oluşturmaktadır. Nitekim Rusya, Avrupa'nın askerî ve teknolojik olarak gelecekte üstünlük sağlayabileceğini değerlendirdiğinde, tıpkı Almanya'nın Birinci Dünya Harbi öncesi yaptığı hesaplama gibi, mevcut durumda sâhip olduğu avantajı kaybetmeden evvel sınırlı ve erken bir askerî müdahâleye girişme ihtimâlini göz ardı etmeyecektir.

Böyle bir erken müdahâlenin potansiyel sahaları olarak Baltık bölgesi, Moldova, yahut Kuzey Kutbu bölgeleri düşünülmektedir. Özellikle Baltık ülkeleri, NATO ittifakı içinde olmalarına rağmen, Rusya'nın sınırlı, hızlı ve hibrit bir müdahâlesine karşı oldukça hassas durumdadırlar. Rusya, NATO'nun fiilî müdahâlesini tetiklemeden, sınırlı bir askerî operasyonla stratejik bir mesaj vermeyi tercih edebilir. Böyle bir durum, caydırıcılığın paradoksal şekilde ters sonuç verdiği bir vakıâya dönüşebilir.

Caydırıcılık siyasetinin paradoksu tam olarak burada ortaya çıkmaktadır. Avrupa, caydırıcılık kapasitesini artırdıkça Rusya'yı caydırmak isterken, Kremlin'in tehdit algısını yükselterek onu erken müdahale seçeneklerine yönlendirebilir. Bu paradoksun yönetilmesi, Avrupa'nın önümüzdeki dönemde karşılaşacağı en büyük stratejik mes'ele olacaktır.

Güvenlik politikalarında düşük ihtimâllerin yaratacağı sonuçlar, gerçekleşme olasılığı düşük olsa bile, devletlerin stratejik hesaplamalarında mühim bir mevkî işgâl etmektedir. Rusya'nın sınırlı askerî müdahale ihtimâli düşük görülse de, gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkacak sonuçlar son derece dramatik olacaktır. Bu sebeple, Avrupa'nın caydırıcılık stratejisini uygularken, sadece askerî güç artışını değil, psikolojik faktörleri, diplomatik angajmanı ve Rusya'nın stratejik algılarını çok dikkatli şekilde yöneterek dengelemesi gerekmektedir.

Velhâsıl, Avrupa'nın caydırıcılık paradoksunu deruhte etmesi ve yönetmesi, gelecekteki barış ve güvenliğin en kritik sâikidir. Caydırıcılığın teorik varsayımlarını somut askerî risklerle ve tarihî derslerle birleştirerek, psikolojik ve stratejik hesapları doğru şekilde yönlendirmek zorundadır. Avrupa için asıl başarı, caydırıcılığın paradoksal yapısını tüm boyutlarıyla kavrayarak, onu yönetebilme yeteneğine bağlı olacaktır.