‘Cemaat’ ve ‘itaat’

Kamil Çayır / İbrahim Çeçen Ünv. İslami İlimler Fakültesi Araştırma Görevlisi
28.03.2015

Kur’an-ı kerimin ifadesiyle (Ankebut-2) insanlar “iman ettik” demekle kurtulamayacakları gibi, cemaat mensupları da maalesef, biz itaat ettik demekle kurtulamayacaklardır.


‘Cemaat’ ve ‘itaat’
Son dönem Türkiye siyaset sahnesinde özelde Gülen Cemaatinin, genelde ise diğer cemaatlerin siyasi tercihleri ve bu hususta cemaat müntesiplerinin “ulu’l-emre itaat” saikiyle hareket etmeleri bizleri birkez daha “ulu’l-emr” ve “itaat” kavramlarını islami açıdan inceleme yoluna götürdü.
 
“Ulu’l-emr” yani yetki/emir sahipleri kavramı, Kur’an-ı Kerimde Nisa suresi 59 ve 83. Ayette olmak üzere iki yerde geçer. 59. Ayette, sıralı bir şekilde Allah ve Resulüne itaatten sonra “ulu’l-emr”e de itaat edilmesi gerektiği beyan buyrulur. 
 
“Ulu’l-emr” ile kimlerin kastedildiği hususunda farklı yorumlar getirilmekle birlikte bundan muradın Raşid halifeler, ordu komutanları, Fakihler, alimler ve yöneticiler olduğu ifade edilmiştir. Ayette geçen “minküm” kaydı ile birlikte dar anlamda düşünecek olursak ulu’l-emr ifadesinden Müslümanların herhangi bir işinin başında olan kişi olarak Cemaat liderlerini anlamak mümkündür. Geniş anlamda ise bu ifadeden Müslüman Devlet başkanı, İslam halifesi anlaşılabilir.
 
Kayıtsız itaat yok! 
 
Cemaat yapılanmalarında genel olarak Cemaat liderine, büyüğüne itaat konusu dini bir çerçeveye oturtulurken bahsettiğimiz Nisa suresi 59. Ayeti referans olarak gösterilmektedir. Ancak bu ortamlarda, bahsedilen ayetin “Allah’a, Rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin” olan ilk kısmı yüksek sesle dile getirilirken, “eğer ulu’l-emrin emir verdiği bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün” kısmı tarih boyunca emir sahiplerinin Allah’ın gölgesi olarak konumlandırılması itibarıyla hata yapmayacağı düşünülerek kısık sesle dile getirilmektedir.
Ulu’l-emr’e itaatin ayet-i kerimede “etiu” diye kayıtlanmaması ve devamındaki “eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz” kaydı, ulu’l-emr olan kişilere “kayıtsız-şartsız” bir itaatin olmadığını göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamberin de bu hususta söylemiş olduğu “İyi ve faydalı şeylerde itaat edilir” ve “Allah’a isyan hususunda hiçbir mahluka itaat edilmez” hadisleri bu hususu teyit eder niteliktedir.
 
Hal böyleyken, İslam’ı referans alan bir cemaatin mensuplarının kafire karşı şedid, kendi aralarında da merhametli olmaları gerekirken tam aksi istikamette olarak İslam ve Müslümanlara apaçık cephe almış ülkelerle işbirliği içinde, kendi dindaşlarına en ağır bedduaları layık görmesi, siyasi tercihlerinde de, hem geçmişinde hem de mevcut söylemlerinde dinin ve dini değerlerin karşısında duran ve hatta savaş açan bir parti ile yanyana durması, onu desteklemesi “ulu’l-emre itaat” hususuyla açıklayacakları bir husus değildir. Mümtehine suresinde de ifade edildiği üzere “Onlar size gelen gerçeği inkar ettikleri halde siz onlara sevgi gösterisinde bulunuyorsunuz” diyerek dinin ve dini değerlerin karşısında duran kişi ve gruplarla dostluk kurmanın, bunları desteklemenin açık açık nehyedildiği bir gerçektir.  “Biz partiyi değil, şahsı destekliyoruz” gibi bir yaklaşım ise günü kurtarmak, durumu idare etmek adına söylenen beyaz yalandan başka bir şey değildir.
 
İtaat kurtaramayacak!
 
Mensuplar tarafından dile getirilen: “Biz verilen emre itaat etmekle mükellefiz, gerisi emri verenin sorumluluğudur” şeklinde bir nevi sorumluluğu kendilerinden atma ise her ne kadar dünyevi alanda kendilerini kurtarır gibi görünse de, uhrevi anlamda durum hiç de öyle değildir. Kur’an-ı kerimin ifadesiyle (Ankebut-2) insanlar “iman ettik” demekle kurtulamayacakları gibi, cemaat mensupları da maalesef, biz itaat ettik, verilen emri yerine getirdik, demekle kurtulamayacaklardır. Öyle ki, verilen emir şayet Hakk’ın hakimiyetini hiçe sayan bir emir olursa, emri yerine getiren kişiler “Ey Rabbimiz, muhakkak biz sadatlarımıza (dinde ileri gelenlerimize) ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik de, onlar bizi senin yolundan sapıttılar. Ey Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanete uğrat” (Ahzab-67-68) diyerek, dünya hayatında toz kondurmadıkları o büyüklerini, liderlerini uhrevi alemde azaplarının ikiye katlanması ve lanetle hatırlayacaklar ve “biz verilen emri yerine getirdik” demekle sorumluluğun kendilerinden kalkmadığını göreceklerdir.
 
Cemaat müntesiplerini emre itaat etmek ve motive etmek amacıyla verilen tarihi örneklerden biri de, Uhud savaşı esnasında Okçular tepesindeki askerlerin Hz. Peygamberin emrine itaatsizlik etmeleri sonucu uğranılan hezimet durumudur. Ancak burada Hz. Peygamber ve Ulu’l-emr olan kişilerin verdikleri emirlerde şu husus bilinmelidir ki, Hz. Peygamber bir emir verdiğinde mü’minler için bir tercih hakkı bulunmamaktadır. (Ahzab/36) Fakat Ulu’l-emr’in verdiği emirlerde ise bir mukayyedlik söz konusu olup, o emir ancak Kur’an ve sünnet ölçülerine uyduğu müddetçe ifa edilebilir.
 
İnanlar tefekkür etmeli
 
Cemaat ortamında yaşanan hadiselerden biri de, cemaatin lider kadrosunun aldığı karara itiraz edenlerin cemaat ortamından tard edilmesi ve cemaat müesseselerine alınmaması meseledir ki, bunu dini bir temele oturtmak amacıyla yine tarihi bir misal olarak, Tebük Gazvesi’ne katılamayan Kab b. Malik, Mürare b. Rebi ve Hilal b. Ümeyye’ye karşı Allah Rasülü’nün ve Müslümanların tavrı gösterilir. Evvela bu hadisede şu bilinmelidir ki, Hz. Peygamber bu üç sahabeyi kesinlikle mescidlerden ve meclislerden men etmemiş olup sadece Müslümanların bu 3 sahabi ile konuşmaları yasaklanmıştır. Nitekim Kab b. Malik’in namazlarda mescidde hazır bulunması, Hz. Peygamber’e yakın durmaya çalışması, namazlardan sonra Hz. Peygamber’e selam verdikten sonra, selamının alınıp alınmadığını gözlemlemesi bu hususta cemaat yöneticileri tarafından müntesiplerine mescid ve meclislerin yasak edilmesinin dini-tarihi dayanağı olmadığını göstermesi bakımından manidar bir tablodur. Şayet cemaat yöneticileri, evlerini, yurtlarını, sohbet halkalarını birer ilim ve irfan meclisi, Allah’ın adının zikredildiği yerler olarak görüyorlarsa, ki böyle olduğuna kanaatimiz kavidir, oraları kendilerinden farklı düşünen kişilere yasak etmek, girmelerini engellemek, ayet-i kerimede (Bakara 114) beyan buyrulduğu üzere dünyada rezillik ve ahirette de büyük bir azap ile neticelenecek zalimliğin en büyüğüdür.
 
Kur’an-ı Kerim “düşünmüyor musunuz?” “akıl etmiyor musunuz?” şeklindeki hitaplarıyla inananları tefekkür etmeye, düşünmeye sevketmiş, sonuçlarını hesaba katmadan düşüncesizce, başkalarının aklıyla hareket etmekten, güncel bir tabirle akıllarını kiraya vermekten men etmiştir. Nitekim Bakara 104. Ayetten de anlaşıldığı üzere Hz. Allah, Hz. Peygamber ve sahabesi arasındaki münasebette “bizi güt demeyin, bize bakıver” deyin buyurarak insanların akıl ve şahsiyet sahibi olmalarını emretmiş, tabir-i caizse koyun gibi güdülen, birilerinin ardında her denileni sorgusuz sualsiz, sonuçlarının nereye varacağını hesap etmeden yerine getirmeyi nehyetmiştir.
 
Hulasa olarak, ulu’l-emre itaatin gerekliliği ayet ile sabit olmakla birlikte bu itaat mutlak bir itaat değildir ve Kur’an ve sünnet ölçüleri ile mutabık olması koşuluyla sınırlandırılmıştır. 
 
“Benim liderim/önderim/şeyhim ne derse doğrudur ve bir hikmeti vardır” şeklindeki tamamen teslimiyetçi bir yaklaşım lideri/şeyhi hata yapmaz bir konuma ulaştırmaktır ki bu da hata yapmayan tek varlık olan Hz. Allah’a şerik tutmak anlamına geleceğinden dikkat edilmelidir. Ayrıca herhangi bir hata görüldüğünde, dünyalık makam ve mevki endişesine düşmeden, şayet doğruyu söylersem itibarımı kaybederim (Kasas/57) düşüncesinde olmadan her zaman ve her mekanda hakikati ifade etmek gerekmektedir.
 
Lideri/şeyhi sevmekte, hürmet göstermekte ölçülü olmalı, aşırıya gitmemeli, onları Allah’ı sever gibi sevmemelidir. (Bakara 165)
 
Ülkemiz toplumunun gözünde Cemaatler, mensupları arasında kardeşlik bilincini geliştiren, birbirlerine iyiyi ve güzeli tavsiye eden, siyasetten ve güncel tartışmalardan uzak yapılanmalar olarak görülmektedir. Toplum nezdinde böyle bir itibara sahip Cemaatlerin, çeşitli siyasi ve güncel tartışmaların içerisine girerek itibar kaybı yaşamamaları hem kendileri hem de toplum nazarındaki konumlarının muhafazası açısından istenilen bir durumdur.