‘Cemaat’ ve ‘teslimiyet’

Kamil Çayır - İbrahim Çeçen Ünv. Araş. Görevlisi
10.05.2015

Kur’an’ın birçok yerinde “akletmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz” gibi ifadelerine muhatap olan bir müslümanın, lideri / şeyhi / büyüğü tarafından emredilen işlerinde “bir hikmeti vardır” veya “bir bildiği vardır” şeklinde teslimiyetçi bir yaklaşımda bulunması doğru değildir.


‘Cemaat’ ve ‘teslimiyet’

28 Mart tarihinde STAR Açık Görüş’te yayımlanan bir önceki yazımızda cemaat ortamlarında sıkça kullanılan ‘İtaat’ kavramını ayetler ve hadisler ışığında incelemeye çalışmıştık. Bu yazımızda da yine cemaat ortamlarında sıkça tekrarlanan ‘sadakat, teslimiyet, bağlılık, sorgulama’ gibi hususları incelemeye çalışacağız.

Cemaat ortamlarında mensuplardan istenilen genel olarak, tasavvufi öğretilerin bir devamı niteliğinde müridin mürşid karşısında “ölü yıkayıcısının elindeki ceset” olması gerektiğine benzer şekilde mensupların da lider karşısında tam bir teslimiyet, sadakat ve bağlılık içerisinde olmasıdır. Mensupların aklına yatmayan bir husus olduğunda onu aklî olarak açıklamaktan ziyade ya “hocaefendi / büyüğümüz/ liderimiz daha iyi bilir” veya “böyle emredilmişse mutlaka bir hikmeti vardır” şeklinde kalıp ifadelerle konu kapatılarak üzerinde tefekkür edilmesi, düşünülmesi, sorgulanması engellenir. Tabiri caizse, lider tabakadan gelen her emir, akli olarak düşünülmeksizin ve herhangi bir yorumda bulunulmaksızın 1982 Anayasası’nın 4. maddesi gibi “sorgulanamaz” ve “sorgulanması dahi tasavvur edilemez”dir.

Oysa kendilerini Kur’an ve Sünnete bağlı, tasavvufi geleneğin temsilcileri olarak gören mensuplar keşke bir kez olsun o Kur’an’ı açıp okumuş olsalar, Hz. Peygamber’in ve onun arkadaşlarının hayatını tetkik etseler, tasavvufi geleneği bizzat kaynaklarından araştırmış olsalardı. Öyle ya, onlara göre Kur’an-ı Kerim, Ramazan-ı Şerif aylarında mukabele ve düğün - sünnet merasimlerinde program açılışlarında okunmak için nazil olan bir kitap(!) olduğundan, üstelik sadece meal okunduğunda da mensuh ayetler olması sebebiyle kafa karıştıracağından(!) büyüklerden / abilerden duyulanlarla veya hocaefendinin kitaplarında yazılanlarla iktifa edilmesi lazımdır! Hal böyle olunca da akla yatmayan en ufak bir hususta “bir hikmeti vardır” ve “büyüğümüz / hocaefendi daha iyi bilir” şeklindeki sözlerle lider tarafından verilen bütün emirler sorgulanamaz ve tartışılamaz bir niteliğe bürünmektedir.

Bu yazımızda sorgulama, sadakat, teslimiyet ve akletme gibi hususlara Kur’an, Hz. Peygamber ve Tasavvuf geleneği çerçevesinden bakacağız. Biz müslümanların rehber kitabı olan Kur’an’ı kerim ile başlayacak olursak; Bakara suresi 30. ayette geçtiğine göre, Hz. Allah yeryüzünde kendine bir halife yaratacağını meleklere söylediğinde melekler Hz. Allah’ın bu emrini sorgulamışlar, Hz. Allah’ın bu emrine alternatif yorumlar getirerek yaratacağı halifenin bozgunculuk çıkaracağını ve kan dökeceğini söylemişlerdi. Yüce yaratıcının “alîm” ve “habîr” olduğunu en iyi şekilde bilen melekler, Hz. Allah’ın halife yaratması konusunda “bir bildiği vardır” veya “bir hikmeti vardır” şeklinde yaklaşmamış ve bu durumu izah talebinde Hz. Allah’a sorular sormuşlardı. Meleklerin bile Hz. Allah’ın emrini sorguladığı, niçin ve nedenini aradığı bir durumda, cemaat mensuplarının liderlerinin emrini sorgulayamaması, hatta bundan da öte bu emirleri sorgulanabilir nitelikte bile görmemesi, yolunda olduklarını iddia ettikleri Kur’an’ın mesajını ne derecede anladıklarını göstermesi bakımından manidardır.

Müslüman sorgulamalı

Yine Kur’an-ı Kerim’den bir misal olarak İbrahim (a.s.) Hz. Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini isteyince Hz. Allah “Yoksa inanmıyor musun Ey İbrahim” demiş, bunun üzerine de İbrahim (a.s.) “İnandım Ya Rabbi, fakat kalbim tam olarak mutmain olsun diye istiyorum” demişti. Şayet bu ve buna benzer ayetler üzerinde iyice tefekkür edilebilirse Kur’ani anlamda teslimiyetin nasıl olması gerektiği ve sorgulamanın da mutlak olarak “muhalefet etmek” anlamına gelmediği net bir şekilde anlaşılabilir. Öte yandan Hz. Peygamber ve arkadaşları arasındaki münasebete baktığımızda da yeri geldiğinde sahabenin de Hz. Peygamberi sorguladığını, peygamberin görüşlerinden farklı fikirler beyan ettiğini müşahede ederiz. Hz. Peygamber’in en yakınındaki o insanlar “Ey Allah’ın Rasulü, bu bir vahiy midir, yoksa sizin şahsi görüşünüz müdür?” diyerek Hz. Peygamber’i sorgulamışlar ve vahye istinad etmeyen konularda şahsi kanaatlerini bildirmekten asla geri durmamışlardır.

İkinci Akabe bey’atinde Hz. Peygamber’in Medinelilerden; “hiçbir kimsenin kınamasından çekinmeden doğru bildikleri konuları korkusuzca ortaya koymaları” konusunda biat alması yine aynı şekilde Hendek savaşı sırasında Gatafan kabilesiyle anlaşma yapmak istediğinde sahabilerden ve Ensar’ın ileri gelenlerinden Sa’d B. Muaz’ın Rasulüllah’a muhalefet ederek kendi fikrini açıkca söylemesi de bu konuda manidar tablolardandır. Sahabenin bu şekilde Hz. Peygamber’i sorgulaması hiçbir zaman “fitne çıkarmak” olarak algılanmamış, bilakis Hz. Peygamber’in çevresindeki insanların görüşlerine son derece saygılı ve değer veren biri olarak övgüyle tarih sayfalarında yer bulmasına sebep olmuştur.

Tasavvufi kaynaklara da baktığımızda yine tasavvufi geleneğin temsilcilerinden “ikinci bin yılın yenileyicisi”(Müceddid-i elf-i sani) ve tasavvuf silsilesinin kutuplarından biri olarak kabul edilen İmam-ı Rabbani, Abdülhamid-i Bingali’ye göndermiş olduğu “Tasavvuf yolcusuna lazım olan edepler” ile alakalı yazmış olduğu mektubunda (292. Mektup) bakınız ne diyor: “Müride ilham ve feraset yolu açıldığında müridin şeyhine muhalif davranması yerinde olur. İsterse şeyhi katında onun aksi tahakkuk etmiş olsun. Çünkü mürid, artık taklid bağından kurtulmuştur. Bu durumda mürşidini taklidetmesi hatadır. Görüldüğü üzere: Ashab-ı kiram bazı içtihada dayalı meselelerde ve münzel olmayan hükümlerde Resulûllah (s.a.s) efendimizin görüşüne muhalefet etmişlerdir. Bazı kereler de doğru olan, ashab tarafında bulunmuştur.Kemal ve ikmal mertebesine ulaştıktan sonra, muhalefet caiz olup edep dışı hareketten de sayılmaz. Belki edep, doğrudan doğruya bu muhalefettir. Nitekim ashab-ı kiram kemal manada edep sahibi idiler; Resulûllah (s.a.s) efendimize uyma dışı bir harekette de bulunmazlardı.”

Tasavvuf geleneğinin önemli temsilcilerinden biri olan İmam-ı Rabbani’den alıntıladığımız bu cümlelerden de teslimiyet, sadakat ve bağlılık gibi hususların ne derecede olması gerektiği açık olarak ifade edilmektedir. Yine aynı şekilde fıkıh kitaplarında çokca rastladığımız üzere İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammed bir çok konuda hocaları olan İmam-ı Azam’a muhalefet etmişler ve farklı fikirler beyan etmişlerdir. Özellikle yargı alanındaki ictihadlarda İmam-ı Azam’ın görüşünün yerine talebesi Ebu Yusuf’un ictihadının tercih edilmesi ve İmam-ı Azam’ın görüşü ile İmameyn’in (Ebu Yusuf, Ebu Muhammed) görüşlerinin farklılaştığı durumda; hocaları olan İmam-ı Azam’ın yerine talebelerinin görüşlerinin tercih edilmesi bu konuda dikkat çekicidir. Özetle, bu talebeler iradelerini hocalarına teslim edip, “hocamız ne diyorsa o doğrudur” diyerek bir kenara çekilmemiş, Allah’ın kendilerine vermiş olduğu akıllarına ihanet etmeyerek, hocalarının tam aksi bir istikamette de olsa rahat bir şekilde görüşlerini ifade etmişlerdir.

Akıl etmiyor musunuz?

Hem Kur’an, Hem Hz. Peygamber’in hayatı hem de tasavvuf kaynaklarından alıntıladığımız örnekler göz önüne alındığında sadakat, teslimiyet ve sorgulama gibi hususların çerçevesinin nasıl olması gerektiğini net bir şekilde çizmek mümkündür. Hal böyleyken Kur’an’ın birçok yerinde “akletmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz” gibi ifadelerine muhatap olan bir müslümanın, lideri / şeyhi / büyüğü tarafından emredilen işlerinde “bir hikmeti vardır” veya “bir bildiği vardır” şeklinde teslimiyetçi bir yaklaşımda bulunmadan ve üst tabakalar tarafından sıkça tekrarlanan “itaat, teslimiyet, sadakat, bağlılık” gibi kelimelerin büyüsüne kapılmadan onları Kur’an ve Sünnet eleğinden geçirdikten sonra tatbik sahasına koyması gerekir. Şu da unutulmamalıdır ki, bir yerde nekadar çok “itaat, sadakat, teslimiyet, bağlılık” gibi kavramlar kullanılıyorsa orada o kadar yolunda yürümeyen işler var ve o işler bu kelimelerin büyüsüyle kapatılmak isteniyor demektir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kutlu Doğum programında “Mezhebini din edinmiş olanlarla başımız dertte” ifadesine benzer şekilde günümüzde de maalesef araştırmadan ve incelemeden her türlü işlerinde cemaat büyüklerinin sözlerini adeta nass olarak kabul eden, yani “Cemaat”ini “din” edinen topluluklarla Müslümanların başı derttedir. Kaldı ki, nassın kaynağı Kur’an ve Sünnet olarak sabit olmakla birlikte, cemaat liderlerinin sözlerini de mensuplar, olması imkansız, ancak -farz-ı muhal- bu kategoriye almış olsalar bile, Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin Râzi (ö.1209), Adudiddîn el-Îcî (ö.1355), Seyyid Şerif Cürcânî (ö.1413) gibi ulemaya göre; bir husus akla uygun gelmiyorsa nass tefsir edilerek yani yorum getirilerek aklın çizmiş olduğu istikamette gidilir. (Akıl ile nakil taâruz ettiğinde akıl tercih olunur, nakil tefsir olunur) Yani liderin / hocaefendinin dediği değil, aklının uygun gördüğü şey yapılarak liderin/hocaefendinin sözleri tefsir edilme yoluna gidilir.

Euripides’e izafe edilen güzel bir söz vardır: “Köle düşüncesini söyleyemeyendir” diye. Maalesef günümüzde de her ne kadar kendisini hür addetse de büyüğü/lideri karşısında düşüncesini açıkça ifade edemeyen kölelerin mevcudiyeti aşikardır.İradesi elinden alınmış, özgüvenini yitirmiş, şahsiyetsiz kişilerin, sadece akl-ı maaş sahibi olup, akl-ı maad’ını kullanamayanhayvanlardan pek bir farkı olmasa gerektir. İnsanı hayvandan ayıran en büyük özellik de işte bu aklını kullanabilme, sorgulama yeteneğidir.

Şahsiyeti cemaat kimliği içerisinde asimile olmuş, varlığını cemaatinin varlığına adamışinsanlar artık birer “şahıs” değil “militan”dır.

[email protected]