Cennetten dünyaya bir damla düşmüş...

Mustafa İsen / Yazar
12.03.2021

Rivayet odur ki cennet yaratılırken bir damla dünyaya düşmüş de adına Sapanca Gölü denmiş. Kuzeyi göl, güneyi bir orman denizi ile kaplı bu özel bölge, düzenli ve bol yağışları, uygun iklim özellikleri ile görenleri büyüler. Bölge, Karadeniz ile Akdeniz iklim kuşakları arasında geçiş alanı olduğu için flora ve fauna bakımından çok zengindir. Bu bakımdan adeta bitki bitki üzerinde büyür.


Cennetten dünyaya bir damla düşmüş...

Anlatılır ki yeryüzü yaratılıp insanlar çoğalmaya başlayınca mekan kavgaları değilse bile arazi sürtüşmeleri baş göstermiş, insanlar arasında. Buna bir kesin çare bulmak için de herkesin bir alanda toplanıp olayın çözümlenmesine karar verilmiş. Ufak tefek itirazlar dışında konu halledilmiş ve herkes yeni yerine yerleşmeye başlamış. Ama bir süre sonra süklüm büklüm biri çıka gelmiş ve yerinin olmadığından kendisine de bir alan tahsis edilmesinden dem vurmuş. Toplantıya niye gelmediği sorulunca da o gün bir misafir ağırlamakta olduğunu, ona ayıp olmaması için ayrılıp gelemediğini bildirmiş. Bu söz yüce Tanrı'nın hoşuna gitmiş ve peki öyleyse kendime ayırdığım bir yer vardı, var git oraya yerleş denmiş. İşte orası Sapanca ve Kırkpınar çevresi, yani Sapanca Gölü ile Samanlı Dağları arasında kalan bölge imiş.

Bitki bitki üzerinde büyür

Elbette en doğrusunu Tanrı bilir ama rivayet odur ki cennet yaratılırken bir damla dünyaya düşmüş de adına Sapanca Gölü denmiş. Kuzeyi göl, güneyi bir orman denizi ile kaplı bu özel bölge, düzenli ve bol yağışları, uygun iklim özellikleri ile görenleri büyüler. Karadeniz üzerinde yağmur toplayan bulutlar güneye doğru taşınırken Samanlı Dağları'na çarparak bereketli yağmurlarını yöreye bırakırlar. Bölge, Karadeniz ile Akdeniz iklim kuşakları arasında tam bir geçiş alanı olduğu için flora ve fauna bakımından da çok zengindir. Bu bakımdan adeta bitki bitki üzerinde büyür. Seksenli yılların başlarında Erzurum Üniversitesinde asistanız. Ortalıkta bir kooperatif kurup ev sahibi olma furyası var. Herkesin hayalinde Ege ya da Akdeniz'de bir yazlık sahibi olmak yatıyor. Bir arkadaşımızın teklifiyle biz de böyle bir girişimde bulunuyoruz. Sıra yer seçimine gelince ben Sapanca'yı öneriyorum. Erzurum ve Sapanca, sadece mesafe açısından düşünseniz bile "ne alaka" denecek türden bir ilişki. Ekipte benim dışımda bölgeden kimse yok. Üstelik o yıllarda henüz TEM gündemde değil, Ankara İstanbul yolu gölün kuzeyinden geçiyor, hatta Sapanca'yı Adapazarı'na bağlayan göl kıyısındaki yol bile yapılmamış. Buraya ancak o yılların tıngır mıngır hareket eden ve günde ancak birkaç seferle sınırlı trenle ulaşılıyor. Ben Sapanca'nın bir biçimde fark edilecek bir saklı cennet olduğunu arkadaşlarıma anlatmaya çalışıyorum. Teklifim kabul ediliyor ve bir arkadaşla birlikte bölgeye gelip uygun yer arıyoruz. Bizi Kırkpınar'a yönlendiriyorlar.

Üstad'ın eşi de buralı

Kırkpınar o yıllarda orta büyüklükte bir Çerkez köyü. 1860'lı yıllardan sonra Kafkaslarda kaybedilen topraklardan Anadolu'ya göçler başlayınca Çerkez ailelerin uygun yerlere yerleştirilmeleri başlıyor. Bu yörede hem boş alanlar olması hem de göç edilen topraklarla benzeşmeleri yüzünden gelenlerce tercih ediliyor. Çerkez ailelerin sarayla da ilişkileri yüzünden çocukların bir kısmı İstanbul'da eğitiliyor. Bu yüzdendir ki yakın dönemde önemli siyasi hadiselere karışmış olan Yüzbaşı Kazım, Sapancalı Hakkı gibi isimler bu köyden. Necip Fazıl Kısakürek'in eşi Neslihan Hanım da. Üstelik Abdülhamit bu köye bir de cami yaptırıyor.

Kırkpınar'da karşılaştığımız Hasan Amca bu ailelerin önde gelenlerinden biri. Mesleğe jandarma subayı olarak başlamış, Osmanlı coğrafyasının farklı noktalarında uzun mücadelelerle geçen çalışma hayatını Hatay'ın anavatana ilhakı sırasında istihbarat uzmanı olarak başarıyla tamamlamış. Bizim kendisini tanıdığımızda yaşı seksenleri devirmişti. Beli bükülmüş olsa da dinç görünüyordu. Halden anlayan babacan biriydi, kısa sürede anlaştık. Böylece kırk yıllık Kırkpınar serüvenimiz başladı. Çerkez köylerinin kendisine has bir yerleşim tarzı vardır. Köyün ortasında her türlü sosyal faaliyet için epeyce geniş bir meydan bulunur. Okul ve cami buradadır. Kırkpınar'ı batıdan doğuya doğru geniş bir yol böler. Adı Bağdat Caddesi, Osmanlı Devleti'nin doğu seferleri için kullandığı, adını IV. Murad'ın Bağdat seferinden alan yol. Hala bir ordu bekliyormuş gibi geniş, şimdi etrafı kafelerle çevrili uzun bir cadde, öylesine uzun ki bir ucu İstanbul'daki Bağdat Caddesi. Geniş bir bahçeden geçilerek ulaşılan genelde tek katlı, güzel bahçeli Çerkez evleri bu yolun etrafındadır. Belki öyleydi diye düzeltmek lazım. Arsayı aldıktan sonra yörede çok hızlı değişimler oldu. Bunun en önemlisi otoyolun bu kez gölün güney tarafından, bizim arsamızın da oldukça yakınından geçmesi. Durumu değerlendiren bazı müteahhitler burayı keşfetti ve özellikle İstanbullular için güzel siteler kurmaya başladı. Belirtmeliyim ki arsa temini gibi inşaat açısından da şansımız yaver gitti. Halen komşumuz olan Ercüment Bey'in ciddi ve titiz çabasıyla ortaya güzel bir site çıktı. Komşularımızın büyük çoğunluğu İstanbul'dan. Burayı yazlık değil daha çok hafta sonu evleri olarak kullanıyorlar. Kuşkusuz onlarla birlikte bölgeye ayrı bir hava geldi. Başta tenis olmak üzere yeni spor alanları, yüzme havuzları sitelerin ayrılmaz parçası haline geldi. Daha çok sabahları ve akşamları karşılaşılan güzel spor giyimli her yaştan insanın yürüyüşleriyle geniş Bağdat Caddesi renklendi. Burada tanısın tanımasın herkesin birbirine günaydın demesi benim için de yenilikti. Şimdilerde bu usul biraz gündemden kalktı ama ben sonradan öğrendiğim ve içten inandığım bu geleneği ısrarla sürdürüyorum. Bunun faydasını da gördüğümü söylemeliyim; geçenlerde eşimle yürürken üç kişilik bir aileye günaydın dedik. Onlar da mukabele ettiler. Ama malum, herkes maskeli. Beş on adım sonra arkadan bir ses affedersiniz, Mustafa Hocam siz misiniz, diyerek geriye döndü. Neredeyse yirmi yıldır görüşmediğimiz İstanbul'da yaşayan bir arkadaşımız hafta sonu için ailesiyle Kırkpınar'a gelmişler. İyi niyetle yapılan işler, hoş bir karşılaşma olarak böyle geriye dönüyor.

Zamanla bu sitelerin sayısı arttı. Kırkpınar da kalabalıklaşmaya başladı. Çevrede yeme içme mekanları açılmaya başlandı. Ama hayatın bazen de başka yönleri var. O günlerde bölge meşum doksan dokuz depremiyle tam bir altüst oluş yaşadı. Çevremizden bir çok arkadaşımızın maddi manevi kayıpları oldu, canlar gitti. Bu aşamada evlerimizi depremzedelere tahsis ettik. Böylece Sakaryalıların bir kısmı da burayı ve site hayatını keşfetti. Bu kez Adapazarlı ailelerden de buralara kalıcı olarak yerleşmeyi seçenler oldu. Bu ikinci furyayla birlikte yerden biter gibi siteler ve bunlara bağlı olarak başta yeme içme olmak üzere ticari alanlar ortaya çıktı. Ama asıl değişim 2010' lu yıllardan sonra Arapların bölgeyi keşfetmesiyle başladı. Bu, sitelerin de daha gösterişli ve sadece Araplara göre inşası anlamına geliyordu. Hatta ticari alanlarda bile fiyatlar yerlilere göre ve Araplara göre diye iki kategoride değerlendirilir oldu. Daha da önemlisi lüks oteller açıldı. İstanbul bu kez bu otellere akmaya başladı. Şimdi moda ise bir nevi apart otel sayılacak müstakil villa kiralamalar.

Son iki yıldır Arapların gelişi neredeyse durdu. Ama inşaatlarda bir azalma yok. Bir bakıyorsunuz birkaç gün önce önünden geçtiğiniz arsa hummalı bir inşaat alanına dönüşmüş. Çok kısa süre içinde de iyi fiyatlarla satılan lüks konutlara. Bölgede ortaya çıkan değişimlerden biri de hem Sapanca Gölü kenarında hem de dağların arasından Sapanca Gölü'ne su taşıyan derelerin çevresinde kurulmuş olan çok sayıda yeme içme mekânı oldu.

Gölün kaynakları şişelerde

Buralarda da her bütçeye hitap eden seçenekler olduğundan farklı sosyal guruplar buralara da akmaya başladı.

Dağlardan ve vadilerden söz edince hem bir coğrafi özellikten hem de derelerden bu vesile ile söz edilmeli. Gölle dağlar arasındaki küçük yerleşim alanları dışında bölge dev ormanlarla kaplı bakir bölgelerden meydana gelir. Coğrafi bakımdan ondüleli bir görünüm sergileyen dağlar arasında rahatlıkla avucunuza alıp içebileceğiniz tatlı ve temiz sular akar. Bunlar gölü besleyen önemli kaynaklardır. Yoksa kaynaklardı mı desem. Çünkü şu anda piyasada satılan şişe ve damacana sularının büyük bölümü bu bölgeden. Kırkpınar'ın adı da bu çağıl çağıl akan derelerden geliyor.

Sapanca ve çevresi son yıllarda bir başka değişime daha sahne oldu. Türkiye'nin en önemli dış mekân bitkiciliği bu yörede yapılıyor. Göl çevresindeki verimli sulak alanlar ve bölgenin kendine mahsus iklim yapısı bu iş için çok uygun. Biraz bu üretim imkânlarının katkısıyla ama asıl bu işlere meraklı olan insanlar vasıtasıyla siteler kısa süre içinde bir botanik parkına dönüyor. Yirmi beş yıl önce evimizin hemen önüne elimle diktiğim çınar, gölgesinden yararlandığımız, yazları altında dostlarımızı ağırladığımız, torunlarla Çınaraltı dersleri yaptığımız ulu bir ağaca dönüştü. Eşimin aile bireylerinin her birinin özel günleri hatırasına bahçeye diktiği çeşit çeşit bitkiler sadece güzel çiçekleri ve kokularıyla değil, hatıralarıyla da bizi mutlu ediyor.

Küreselleşme sadece ekonomide, ticarette, siyasette hükmünü icra etmiyor. Uluslararası ilişkiler bu denli kolaylaşınca site bahçeleri çok sayıda egzotik bitkiye de ev sahipliği yapmaya başladı. Hatta bunlar Bağdat Caddesi'nin kenarlarına da taşıyor artık. Manolyalara bu yıl bir turunçgiller modası da eklendi. Her evin önünde salkım saçak meyveleriyle limonlar, mandalinalar, portakallar arzı endam ediyor artık.

Çınar, ıhlamur, ortanca

Ediyor etmesine de kışın ne yapacağı da belli olmuyor. Bu yıl uzun sürmüş sonbaharın ardından Ocak ayı ortalarında hava birden soğudu ve iki üç gece üst üste buralarda kırk yılda bir rastlanacak şekilde sıcaklıklar eksi onbeşlere düştü. Ardından da yoğun bir kar. Sonuç mu, neredeyse çiçek açmak üzere olan mimozaların gevrek dalları yerlere saçıldı. İtina ile yetiştirilen begonviller, palmiyeler donmanın getirdiği mahzunluğu giyindiler. Bir kere daha anladım ki her bölgenin kendine mahsus bir bitki örtüsü var, zorlamalar bir süre sonra üzücü sonuçlar doğruyor. Aslında bölgenin öylesine zengin bir bitki örtüsü var ki bu gibi ithal örneklere hiç gerek yok. Bana sorarsanız buraya en çok yakışan üç bitki, çınar, ıhlamur ve ortanca fikrimi ısrarla sürdürüyorum. Bölge değişmeye, gelişmeye devam ediyor. Hayatın başka alanları gibi bunun olumlu, olumsuz örnekleri var. Şimdi hızlı trenle ve E 5, Tem, Üçüncü Köprü yolu gibi ulaşım imkanlarıyla Kırkpınar, başta İstanbul olmak üzere çevresine daha yakın. Bu demektir ki bölgede cazibe varsa, ulaşım bu kadar kolay ve kısa ise, her türlü alternatifiyle konaklama sağlanmışsa, vadilerde ve göl kenarında güzel manzaralar eşliğinde nefis bir yöre mutfağı konukları bekliyorsa hareket de artarak devam edecek demektir. Kırk yıllık Kırkpınar sakini olarak ahvalimiz budur efendim.

[email protected]