Çernobil, İsrail ve İsrafil

Bülent Tokgöz / Şair, Yazar
25.04.2020

Biz radyasyona ve dezenformasyona maruz kalan faniler, alternatif felâketlerden hangisinin tercihe şayan olduğu konusunda hayli kararsızız. Sürecek de bu kararsızlık. İsrafil'e yapacak çok az şey bıraktık gerçi; ama sûruna üfürdüğünde her şey gibi şükür ki kararsızlığımız da sona erecek.


Çernobil, İsrail ve İsrafil

Bazı isimlerin etrafındaki kasvet hiç eksilmeyecek. Facia ve felâketin standart bir birimi olarak her musibette hatırlanacak.

Bu sene, uğursuz yıl dönümlerinden 34’üncüsü. Kazadan bu yana toprakta ve çam ormanlarında hapsedilmiş radyasyon, 10 günde güç bela denetlenebilen bir orman yangınıyla özgürleşerek 140 kilometre ötedeki Kiev’i koyu ve kasvetli bir duman tabakasıyla kapladı. 2020’ye de normal bir yıldönümü zaten yakışmazdı.

Allah unutturmasın

İlk kâbusta olduğu gibi rüzgârlar duman tabakasını kuzeye mi taşıyacak, yoksa meteorolojik şartlar bu sefer başka bir yönü mü işaret edecek? İlkinde derenin bu yakasındaki bizler talihliydik ama gene de nasipleneceğimiz kadar nasiplenmiştik. İnfilakın gerçekleştiği reaktörün üstü 36 bin ton ağırlığındaki çelik bir lahitle kapanıyor şimdi, milyar dolarlardan söz ediliyor ama 100 yıl sonra yenilenmesi gerekecek. Kâbus 100 bin yıl daha devam edecek. İnsan denen miskin meskûn ölmez de yaşarsa, Çernobil oralarda bir yerde varlığını ona hep anımsatacak.

Türkçede az bilinen bir deyim vardır, kul başına gelen dehşetli hadiselerden sonra söylenir: Allah unutturmasın!.. İnsan hatasıyla oluşmuş felâketlerin en büyüğü denen Çernobil, bu dua ve temenniyi en çok hak eden hadiselerden biri. Daracık yeryüzünde onun gibi tamamlanmış 450 reaktör daha var, yenileri de rakamları artırmak için birbiriyle yarışıyor.

Petrol ve gaz gibi fosil yakıtları zamana yenik düşerken umut diye tutunduğumuz nükleer enerji, insanlık tragedyasının son sahnesi olabilir. Saklanan bilgiler açığa çıktıkça öğreniyoruz ki Çernobil ilk değildi; ona denk bir sızıntının yaşandığı söylenen Fukuşima hadisesi 2011’de başımıza geldi… Ne de çabuk unutuyoruz. Allah unutturmasın.

Üç saniye

İhtimal hesapları ne de iyimserdi oysa. Reaktör kazası, tesis içindeki radyoaktivitenin çevreye yayılmasıdır, ki buna Kalbin Erimesi denir ve “reaktörlerin toplam 10 bin yıllık hayatında anca bir kere meydana gelir.” Ağır bir kaza ihtimali 10 trilyonda 1’dir. Çernobil’de işte o en kötü biricik ihtimalin gerçekleşesi tuttu. Niye?

Kötü teknoloji ve insan hatası. Olmadık bir kazanın olmadık şekilde gerçekleşmesi için ikisi bir kontrol odasında yan yana geldi. Reaktör, ağır çekirdeklerin bölünmesiyle fizyon enerjisinin açığa çıktığı yerdir; oluşan yüksek ısıyı azaltmak için soğutma suları kullanılır. Çernobil’deki işletim ekibi, işte bu soğuk suyu devreye sokan elektrik gücünün düşmesi neticesinde reaktörün nasıl kontrol altında tutulabileceğini sınamak için uzun süredir hazırlandığı deneyi 26 Nisan’da başlatır.

Deneyin başındaki mühendis Anatoli Dyatlov’dur. Gençliğinde denizaltılara nükleer reaktör yerleştirme işinde çalışırken kendi hatası yüzünden yüksek dozda radyasyona maruz kalmış, bilahare doğan oğlu lösemiden ölmüştür. Nükleerle arasında böylesine alengirli bir mazi olan gergin ve geçimsiz Anatoli, diğer mühendislere kulak asmadan, gerekenden daha düşük bir güçle sistemi çalıştırır. Nükleer bilimcilerin tamamen aptalca dediği bir mantıkla, denetim çubuklarını devre dışı bırakması gibi asla yapmaması gereken birkaç hatayı daha ardı ardına yapınca, üç saniye içinde olanlar olur.

Ağını seren balıkçı

Gece 01:23’te yakındaki gölde ağını seren bir balıkçı, reaktörün üzerinde mavi bir parıltı görür. Bu nükleer patlamadan beklenecek bir ışıktır. Yıldırım sesiyle reaktörün 2 bin ton ağırlığındaki çelik kapağı havaya fırlar. Radyoaktif enkaz da 2 bin metre havaya saçılır. Yavaşlatıcı diye kullanılan 1700 ton grafit de tutuşunca olabilecek en kötü senaryo bir yangın sahnesi hâlinde dokuz gün boyunca yaşanır. Bu, radyasyonun yayılabileceği kadar yayılması için en kesin yoldur.

Anatoli, tarihin bu en başarısız deneyinden ötürü 10 yıl hapse çarptırıldı, beş yıl sonra serbest bırakıldı ama kendisi de radyasyon kurbanlarından biri olarak 1995’te kalp yetmezliğinden öldü. Doğrusu Anatoli, kendi hatasının olduğu kadar sistemin de kurbanıydı. Ondan böylesi bir deney yapmasını isteyen Sovyet sistemiydi. Burada ikinci bir “Niye?” için duraksamamız gerekiyor.

Opera Operasyonu

1981 ortasında Irak’ın Osirak nükleer reaktörü hizmete girmek üzereydi. İsrail geç kalmaktan korkuyordu. Fransız danışman ve mühendislerin işbaşı yapmadıkları bir Pazar olması hasebiyle de 7 Haziran, son gündü. İkazda bulunmadan, ültimatom vermeden, tamamen hukuksuz biçimde, Opera Operasyonu için Tel Aviv düğmeye bastı.

Sekiz uçak, radara yakalanmamak maksadıyla 10 metre irtifada, neredeyse yerde sürünerek, Ürdün ve Suudi Arabistan’ı geçtikten sonra tesisin dibine kadar sokulup birden havalandı ve birer tonluk bombalarını 10’ar saniye aralıklarla bıraktı. 16 bombadan 15’i isabet etmişti. 80 saniyede dönüş yoluna girdiklerinde ne reaktör kalmıştı ne baca. F-16’ların havadan karaya kullanıldığı bu ilk operasyon, İsrail’in taktik zaferi olarak kabarık sabıka dosyasına eklendi.

Sovyetler, benzer bir hava akını veya füze taarruzuyla nükleer tesislerinin vurulma ihtimaline binaen böylesi riskli bir deneye kalkışma lüzumu duymuştu. Bombardıman sonucu elektrik sistemi devre dışında kaldığında reaktör zapt edilebilir miydi? Cevabını hep birlikte almış olduk.

Batılı uzmanların dediği kadar varmış. Çernobil’in ve genel olarak Sovyet tesislerinin lisans prosedürlerine riayeti epeyce sorunluymuş. Kalp kabı gereken muhkemlikten uzakmış, dış güvenlik kabuğu da iç kaza basıncına dayanacak güçte değilmiş. Moskova’nın önceliği bu zafiyet görüntüsünü saklamak oldu. Haber sızıntısı onun için radyasyon sızıntısından daha tehlikeliydi.

Ona kalsa haberin demir perdeden geçmemesini sağlayıp olayı örtbas edecekti. Gelgelelim iki hafta boyunca yükselen dumanların saklanması o kadar kolay değildi. Hele gizemli duman bulutlarını anlamaya çalışan İsveçli bilim adamları bunun kontrolden çıkmış bir nükleer reaksiyondan kaynaklandığını ve Kiev istikametinden geldiğini ısrarla belirtince daha fazla inkârın ecele faydası yoktu.

İki kutup arasındaki dehşet dengesi dengesini kaybetmesin, mizansen sürsün diye ketum olmalıydı yine de. Bir Leninizm analizinde geçtiği gibi Bolşevik nizamında Parti’nin hedeflerine hizmet eden İyi ve Kötü’den başka iyi veya kötü yoktu. Çernobil: Gizlenen Gerçek kitabında anlatıldığı gibi her türlü rakamsal değer beceriyle gizlendi.

Kara Bölge

Sistematik yalan, Kremlin’in 70 yıldır alışık olduğu bir uygulamaydı. Gorbaçov döneminin başbakanı Rizhkov’un itiraf ettiği bir ahlakî iflas hüküm sürmekteydi: “En tepeden aşağı, en dipten en yukarıya, birbirimizden çaldık; rüşvet aldık-verdik; raporlarda, gazetelerde yalan söyledik; birbirimize madalya taktık, yüksek kürsülerden pisliğin içine birlikte yuvarlandık…”

Kremlin, gerçekleri de yangını da bastırmakta zorlanıyordu. Helikopterlerden dökülen kum ters tepmişti, kurşun ve nitrojen de kâr etmemişti. Yangın sonrası daha çetrefilli bir temizlik ve arıtma sınavı onu bekliyordu. Milyonlarca asker ölümcül enkaza sürüldü, bunların çoğu radyasyona maruz kaldı; erken ölüm ve ölümden beter marazlarla görevin ceremesini çekti. Robotları çalışamaz hâle getiren radyasyon altında sadece üç dakika çalışan insanlar bile feci akıbetlere uğradı. Yıllar süren çalışmalarda Sovyetlerin bütün heybeti enkaz altında kaldı.

En feci cürümü, 30 kilometre çapında Kara Bölge’deki 1.5 milyonluk nüfusu, verileri çarpıtmak suretiyle, iki ay sonra bile tahliyeye gerek görmeyişiydi. Çocuklara ve gebelere olsun merhameti yoktu. Politbüro sustuğunda tüm yetkililer susuyor, ne söylerse robotlaştırılmış yetkililer de aynısını söylüyordu. Rejim hiyerarşik olarak cürüme ortaktı. Tahliye emrinin gecikmesiyle olansa halka oluyordu.

Mağara insanı materyalizmi

Çernobil Duası kitabında Aleksiyeviç bu evreyi harikulade anlatmaktaydı: “Belki de Hiroşima gibi askerî nitelikteki bir nükleer vakayla hepimiz baş edebilirdik, çünkü bizi o türde bir şeye hazırlamışlardı. Ancak bu felaket, sivil bir nükleer tesiste meydana gelmişti ve bizler, o dönemin insanları olarak, Sovyet nükleer santrallerinin dünyadaki en güvenilir santraller olduğuna, Kızıl Meydan’a bile inşa edilmelerinde sakınca bulunmadığına, tam da bize öğretildiği gibi inanıyorduk. Askeri nükleer enerji, Hiroşima ve Nagazaki demekti; barışçıl nükleer enerji ise her evi aydınlatan birer ampul demekti. Askeri nükleer enerji ile barışçıl nükleer enerjinin birbirinin ikizi olduğunu henüz kimsenin aklından geçirmemişti. Suç ortakları olduğunu kimse tahmin etmemişti. Aklımız başımıza geldi, bütün dünyanın aklı başına geldi, ama Çernobil’den sonra…”

Aleksiyeviç, sorgulamaya başlayan milyonlarca insandan sadece biriydi. Bu materyalist kültürü hırpalayan felsefî bir sorgulamaydı: “Bizler belirli bir Sovyet paganizmi ile yetiştirildik: İnsan her şeye kadirdi, kainatın hakimiydi. Ve dünyaya canının istediği her şeyi yapma hakkı vardı… Her şeyi baştan yaratmak. Evet! O meşhur Bolşevik sloganı der ki: ‘Demirden bir elle insanlığı mutluluğa yönlendireceğiz!’ Zorba psikolojisi. Mağara insanı materyalizmi...”

Glasnost ve Perestroyka’ya rağmen

Homurtular Politbüro katlarından dahi işitilebiliyordu. İnsanlar en çok verilerin saklanarak aldatılmalarına hınçlanıyordu. Kiev’de tüm değerlerin normal seviyede olduğunu söyleyerek 1 Mayıs günü halkı çocuklarıyla beraber sokaklara çıkmaya çağıranları asla affetmiyorlardı. Sonradan parti kodamanlarının çocuklarını çoktan başka şehirlere yolladıkları anlaşıldığında bu sefer insanlar çürümüş rejimi protesto için sokakları doldurmaya başladı. Afganistan işgaliyle iyice ağırlaşan kısıtlamalar da isyanı körüklüyor, Sovyet imparatorluğu çatırdıyordu.

Her şey gibi haber tekelini de elinde tutan uyuşuk bir sistemin saçmalığı hiç bu kadar ayyuka çıkmamıştı. Düşük kalite ekipman, düşük seviye standartlar, tahliyedeki başarısızlıklar yüzleşme mecburiyetini dayatmaktaydı. Glasnost ve Perestroyka’ya rağmen rejimin ikiyüzlülüğü ve ceberutluğu sürmekteydi ama sürdürülemezliği de ayan beyandı. Mihail Gorbaçov, 2006’daki bir mülâkatında Çernobil faciasının Sovyetlerin beş yıl sonraki çöküşünün gerçek sebebi ve dönüm noktası olduğunu ikrar edecekti.

Bir musibet binlerce ıslahat nasihatinden yeğdi. Gorbaçov nükleer güçleri sınırlamak için Reagan’la buluştuğunda aslında bu Sovyetlerin teslimiyet antlaşmasıydı. Kalbi eriyip infilak eden sadece Çernobil değil bizatihi Kremlin’di çünkü.

Radyasyon ve dezenformasyon

Sosyalistlerin elindeki reaktörler şimdi kapitalistlerin elinde. Daha güvende olduğumuzdan huzurla uyumamız için yeterli bir el değişme mi? Çernobil’de uğradığımız bir rejimin mi enerjinin mi gadriydi?

Rakamlar, raporlar, analizler o kadar değişken ve kaypak ki. Bilim kilisesi, petrol lobisinden mi, nükleer lobiden mi rüşvet aldığına bağlı olarak birbirine zıt fetvalar veriyor. Biz radyasyona ve dezenformasyona maruz kalan faniler, alternatif felâketlerden hangisinin tercihe şayan olduğu konusunda hayli kararsızız. Sürecek de bu kararsızlık.

İsrafil’e yapacak çok az şey bıraktık gerçi; ama sûruna üfürdüğünde her şey gibi şükür ki kararsızlığımız da sona erecek.