Çevreye rehavet merkeze korku ve kutuplaşma önerisi

İhsan Aktaş / GENAR Başkanı
11.03.2017

Ak Parti kurulduğu günden beri bir taraftan ülkenin ekonomik, sosyal meseleleriyle uğraşırken, diğer taraftan yapısal reformlar için çaba sarfetti. 15 yıllık süre zarfında Ak Parti reformcu ve dönüştürücü kimliğini muhafaza ederek bu günlere gelmiştir. Cumhurbaşkanlığı sistemi konusu da Ak Parti için süregelen reformların ve devletin dönüştürülmesinin önemli bir adımı olarak görülmektedir.


Çevreye rehavet merkeze korku ve kutuplaşma önerisi

Ak Parti hükümetleri, kapatma davası, 27 Nisan muhtırası Gezi Kalkışması, 17-25 Aralık yargı darbesi, 15 Temmuz fiili darbesi gibi sayısız engelleme çabalarına rağmen uygun ortamı yakaladığını düşündüğü anda reformlar için harekete geçmeyi bilmiştir. Önümüzdeki referandumda oylanacak Cumhurbaşkanlığı sistemi bugüne kadar gerçekleştirilen reformların tamamına eşdeğer önemdedir.

Türkiye’nin yönetim sisteminde radikal bir dönüşümün oylanacağı 16 Nisan referandumuna sayılı günler kala, muhalefet cephesinin, sandığın halkın önüne geleceği, mecliste yapılan oylamaların ardından kesinleşince mecliste gösterdiği performansın aksine takındığı tutum her yönüyle incelenmeyi hak ediyor.  Bir anda, kandan söz eden, anayasa değişiklik paketinin meclisten geçmemesi için olmadık yöntemlere başvuran, meclisi kilitleyen, ısıran, bağıran tehditler savuran muhalefet biçimi, yerini yer yer Recep Tayyip Erdoğan’ın akl-ı selim kişiliğini öne çıkarmaya kadar varan sinsi bir dile bıraktı.

CHP Grup Başkanvekili Akif Hamza Çebi’nin Habertürk’ten Kübra Par’a verdiği mülakatta sarfettiği “Ya laik bir diktatör gelirse” sözü CHP’nin tam bir lapsus hali yaşadığını gösteriyor. CHP kemik kitlesinin dışında kalan seçmenin oyunu almak için seçmeni “İsmet İnönü” prototipine uyan birinin Cumhurbaşkanı olma ihtimaliyle korkutuyor. Pes doğrusu.

Parti kapatma sebebiydi

Benzer bir şekilde Kemal Kılıçdaroğlu’nun katıldığı bir televizyon programında, önerilen sistemin İslam dinine aykırı olduğunu iddia etmesi, çaresizliğin boyutlarını göstermesi açısından son derece ilginçtir. Bundan 10 yıl önce bu iddiada bulunan bir parti, yani yapılacak anayasal değişikliklerin dinimize de uygun olması gerektiğini ima eden bir parti, koşulsuz kapatılırdı. Kemal Kılıçdaroğlu katıldığı bir radyo programında da “Ya Cumhurbaşkanı başka, Başbakan başka partilerden olursa o zaman ne olacak?  Asıl kavga o zaman çıkacak. Neden bunları millete anlatmıyorlar” diyerek, sistem değişikliğini zorunlu kılan mevcut sistemin en büyük handikapını sarahaten ortaya koydu; bir partinin genel başkanı olarak, yeni sistemde başbakanlığın olmadığını bilmemesiyle de kendi partisi içinde bile alay konusu oldu.

Anayasa değişiklik paketinin mecliste oylanmasının ardından referandum sürecine girilmesiyle ortaya çıkan belirgin tavır değişikliğini nasıl yorumlamak gerekir.

Başörtüsü, anadilde savunma gibi tali meseleleri bile Anayasa mahkemesine götüren CHP, böylesine köklü bir reform önerisi içeren paketi, Anayasa Mahkemesine götürmeme kararı alıyor; birden bire AKP, Ak Parti oluyor, zamanında Erbakan ve onun dünya görüşüne hayat hakkı tanımayan CHP yöneticileri, Erbakan’ı anma toplantılarının baş konuğu haline geliyor, bizzat CHP yöneticileri laik bir diktatör gelme ihtimaline dikkat çekerek mütedeyyin seçmenin gönlünü kazanmaya çalışıyor.

Bütün bu tavır değişikliğinin arkasında, stratejik bir aklın olduğuna dair kuvvetli emareler bulunmaktadır. 15 Temmuz’u hazırlayan süreç göz önüne alındığında zinde güçlere ortam hazırlamak için bilinçli bir şekilde yükseltilen çatışma siyaseti, halkın iradesi dışında hiçbir gücün ülkenin kaderine demokrasi dışı yöntemlerle el koymaya muktedir olamayacağının anlaşılmasıyla iflas etmiştir. Bu durumda siyaset dışı aktörler, kontrolleri altındaki siyasi temsilcilere yeni bir strateji dayatmıştır: “Kendi tabanını kutuplaştırarak konsolide et, diğerlerini bizatihi kendi endişeleri üzerinden manipüle et”. Aslında olayın özü budur.

Bu minvalde, rejim değişikliği, tek adam diktatörlüğü, hatta dört kadınla evlilik gibi absürd iddialarla kemik taban korunurken, “Hayır” çıksa bile mevcut yönetimden memnun olanların, mevcut iktidarın genişlettiği özgürlük imkanlarıyla rahat bir nefes alanların kaybedecekleri bir şey olmayacağı işlenmekte, hayır çıksa bile Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak görevine devam edeceği yönündeki söylemler de karşı tarafı etkilemek için kullanılmaktadır.

Çatışma siyaseti körükleniyor

Referandum ihtimalinin belirdiği ana kadar olan süreyi incelediğimizde, çatışma siyasetinin bilinçli bir şekilde körüklendiği görülmektedir.

Merkez medyanın da desteğiyle, teröristlerin masum eylemci, devletinse katil olarak kodlandığı bir iklimi bu ülke yaşamıştır. Ankara tren garında gerçekleşen patlamadan sonra Selahattin Demirtaş bir saniye bile beklemeden ‘’katil devlettir’’ diye bir demeç vermişti. Ardından özyönetim ilanları ve Türkiye’nin uluslararası alanda mahkum edilmeye çalışıldığı bir ortamda toprak talepleri bile gündeme getirilmiş, bir NATO müdahalesinden bahseden liberal yazarlar arz-ı endam etmeye başlamıştır. Bu azgın psikolojiye karşılık Cumhurbaşkanı Lozan bahsini yeniden açmış ‘’Bırakın toprak vermeyi gerekirse eski acılarımızı kayıplarımızı hatırlarız’’ şeklinde karşı bir argümanla sert bir cevap vermiş oldu. 

15 Temmuz’un ardından devlet özellikle silahlı bürokrasi içerisindeki safralarını temizleyince- vakit kaybetmeden Fırat Kalkanı Harekatı’nı başlatıp Suriye’de dengelerin değişmesini sağlamış, emperyalist güçlerin taşeronları üzerinden kurguladıkları hayallere de set çekmiştir.

Bütün bu gelişmeler, ülke içi siyaseti dizayn eden asıl güçlerin toplumun büyük bir kesimi tarafından ayan beyan görülmesine de vesile olmuştur. İşte tam bu noktada CHP 200 yıllık tartışmaları bir kenara bırakarak tarihinde ilk defa, kendi tabanından olmayan kesime de bir şeyler anlatmaya çalışıyor.

Aslında, muhalefetin deneyebileceği başka bir strateji de bulunmuyor. Zira, 15 Temmuz’a da ortam hazırlayan kutuplaştırıcı siyaset artık kullanılabilir değil. Eğer doğrudan bir işgal arzu edilmiyorsa, hangi güçler gaza getirilerek bir yönetim değişikliği sağlanacaktır? Türkiye’de halka rağmen gücü silah zoruyla ele geçirmenin mümkün olmadığı 15 Temmuz’da görülmüştür. Öyleyse zinde güçler yerine halkı ikna etmek tek çıkar yoldur.

Kabus senaryosu

Burada da başta CHP olmak üzere muhalif kanadın ikili bir söylem geliştirdiği görülmektedir. Zahirde olağanüstü ılımlı ve sempatik görünen kampanyayla muhafazakar kitlenin korkuları yatıştırılmaya çalışılırken, merkez çekirdeği oluşturan CHP’lilere önerilen sistem değişikliği bir kabus senaryosu olarak sunulmaktadır.

Burada temel argüman, “Hayır” sonucunun Ak Parti’yi destekleyen seçmen açısından herhangi bir olumsuzluğa yol açmayacağıdır. Oysa sistemde radikal bir dönüşüm olmadan her şeyin bir anda tersyüz edilebileceği yakın tarihimizden sayısız örnekle sabittir. Demokrat Parti’yle elde edinilen kazanımlar, 1960 darbesiyle, Özal’ın ultra liberal ve dünyaya açık 10 yıllık iktidarının kazanımları 28 Şubat’la kolayca berhava edilebilmiştir. 7 Haziran seçimlerinin ardından yeniden gündemimize giren koalisyon ihtimalinin ülkede nasıl bir tedirginliğe yol açtığını unutmamak gerekir.

Tanzimat Fermanı’ndan bugüne kadar merkezi temsil eden bürokratik elit, kendisini makbul ve meşru zeminde görmektedir. Çevreden gelen ağırlığı muhafazakarlardan oluşan insanların taleplerini ise bilinç altında hep gayri meşru görmüştür. Dolayısıyla herhangi bir zaaf halinde, meşru olanın gayri meşru olanla yer değiştirmesi çok da zor olmayacaktır.

Bugün referandum sürecine “Evet” oylarının önde olduğu bir pozisyonda gidiliyor. Merkezi temsil eden CHP ve bileşenleri neyi kaybedeceklerinin farkındadır. Ancak son 15 yılda elde edilen kazanımların muhataplarının, sistem değişikliği gerçekleşmediği taktirde, neyle karşı karşıya kalacakları konusunda yeterince bilinçli olduklarını söylemek zor görünüyor.  Referandumun sonuçlanmasına kısa bir süre kala Evet ya da Hayır tarafını tutanlar kendi kitlelerini, kazanımlarını ve kayıplarını hangi taraf daha iyi hissettirebilirse avantaj onun yanında olacaktır.

[email protected]