Chavez’in günahı, Maduro’nun suçu... Peki ya ABD?

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney/ Bahçeşehir Kıbrıs Üni. İİSBF Dekanı/CEMES Başkanı
2.02.2019

Politika üretemeyen bölgesel kurumlar, güçsüzleşen bölgesel siyaset ve bir büyük gücün ekonomik yaptırımlarla başlayıp sivil ayaklanma çağrısı yapmaya, sonra da askeri müdahale tehdidi savurmaya varan müdahaleleri bize eski “arka bahçe” siyasetini hatırlatıyor. İmparatorlukların arka bahçelerinde de sadece kanlı çiçekler büyüyor.


Chavez’in günahı, Maduro’nun suçu... Peki ya ABD?

Venezuela krizi, bugün geldiğimiz noktaya bir gecede ulaşmadı. Uzun süredir, şiddetlenerek artan ABD destekli muhalefetle Chavez-Maduro liderliklerinde devam eden Bolivarcı hükümet arasındaki mücadelenin bir sonucu. Bu mücadele süreç içerisinde iki tarafın da demokratik olmadığı anti-demokratik cepheler arası bir mücadeleye dönüştü. Bir tarafta Bolivarcı devrimin cazibesini yitirmesinden (-ki cazibesini nasıl, niçin yitirdi; emperyalizm Latin Amerika devrimlerini nasıl çiğniyor aşağıda değineceğiz) sonra, muhalefetle ulusal bilinç içerisinde demokratik diyalog kuramayan, gücünü de giderek ekonomik yozlaşma çarklarından almak zorunda kalan hükümet var; diğer tarafta Bolivarcı devrim başarılı görünürken de, başarısız görünüp halk desteğini yitirirken de (2015’den beri gerçekleşen parlamento ve başkanlık seçimlerine bakarsak aslında hükümetin tam anlamıyla seçim zaferi elde edemediğini görüyoruz) hükümetle baş etme yolunu halktan ve örgütlenmeden ziyade ABD’den gelecek yardım ve yaptırım desteğinde arayan bir muhalefet var.

Latin Amerika hayali

Aslında, Venezuela muhalefetinin, örneğin MUD’un (Demokratik Birlik Komitesi’nin), Bolivarcı hükümete karşı, üstelik 2015 ve 2017’deki parlamento seçim zaferlerine rağmen, üstelik Maduro, Chavez’in vizyonu ve karizmasına sahip değilken niçin ciddi bir muhalefet yapamadığını, Venezuela’yı sürekli demokratik değişim konusunda tehdit (-tabi oralarda buna teşvik deniyor) etmek durumunda kalan ABD’nin akademik kurumları da sormuş. Şu işe bakın ki, aynı günlerde Guadio’yu liderliğe taşıyan Leopolda Lopez’in de aralarında bulunduğu muhalifler de ABD’ye niçin Venezuela ekonomisine topyekûn yaptırım uygulamadığını, sadece Maduro çevresine yönelik seçici yaptırımlarla sınırlı kalındığını, kısaca ABD demokrasi teşvikinin niçin yeterince tehditkâr olmadığını soruyorlarmış. Anlaşılan, iki taraf da sosyalist ya da demokrat söylemlerinin gerisinde bir Latin Amerika özeti sayılabilecek gerçeği yüksek sesle söylemek istememiş: Bolivarcı programa ve Çin-Hindistan ikilisi ile girişilen yakın ilişkiye rağmen ucuz Venezuela petrolünün ABD’ye aktığı, Caracas’ın ekonomisini ABD’nin yörüngesinden, Washington’a dayalı olmaktan çıkaramadığı (bilindiği gibi Venezuela’nın ekonomisi artan bir biçimde petrol ihracatına dayanıyor, OPEC 2017 rakamlarına göre 32.075 milyon dolarlık toplam ihracatın 31.449 milyon dolarlık kısmı petrol gelirleri ve bunun yaklaşık yüzde 40’ı ABD’ye ihraç ediliyor) gerçeğini ifade etmek iki tarafın pozisyonu için de zor olsa gerek.

Eh, ne diyelim, söz konusu América Latina olduğu müddetçe, kuzeydeki imparatorun karnı hep aç. Aç bir imparatorun merhametine muhtaçsanız da topraklarınızda dünyanın en büyük petrol rezervleri de olsa, yerinizin altında altın damarları, üstünde kahve çiçekleri de filizlense rüya görmek haramdır size.

Bolivarcı rüya bitti mi?

Hugo Chavez’in iktidarının 1999’da bir rüya gibi başladığını, Latin Amerika’da ortaya çıkan sosyalist dalganın (Evo Morales/Bolivia, Rafael Correa/Ecuador, Daniel Ortega/Nicaragua) ilhamı gibi görüldüğünü kim inkâr edebilir. Özellikle 2002’deki darbe teşebbüsünü aşıp, Bolivarcı misyonu anti Amerikancı ve anti-emperyalist söylemin tüm incelikleriyle (IMF karşıtı, kapitalist ve neo-liberal gelişme modeli ve  dolar hegemonyası karşıtı vb.) bezedikten sonra, bir ötesini hayal ettiği, kurumsal bir değişim (petrol ticaretinin yapılacağı yeni bir para birimi; SUCRE) ve bölgesel bir değişim (Latin Amerika’da yeni bir bölgesel entegrasyon; CELAC ve ALBA girişimleri) hayal ettiği için. Ancak Chavez, karizması ve söylemi ile gerçekmiş gibi gösterdiği bu rüyanın güçlüklerinin de farkındaydı. En önemli güçlük de iki ayaklıydı. Ayaklardan biri, ABD’nin petrol piyasalarında giderek artan gücü ile ilgiliydi -ki zaman zaman kendisini Venezuela ve Ekvator’un taleplerinin OPEC’de yalnızlaşmasıyla gösterdi.

Ayaklardan diğeri, Venezuela ekonomisini uluslararası petrol kartellerinden ve ABD menşeili şirketlerden kurtarmasının zorluğu ile alakalıydı. Nitekim, Chavez bile, bir süre sonra yeterince sosyalist ya da kapitalizm karşıtı olmamakla/olamamakla da suçlanacaktır. Ne de olsa diyordu eleştirenler, Chavez sosyalist oldukça Venezuela kapitalizmin içine batıyor. Çünkü, Chavez, petrol gelirinin popülist politikalarla yeniden dağıtma yolunun, petrolden para kazanmak yani petrol kartelleriyle iş yapmak olduğunu da ABD başta olmak üzere petrol talep edenlere satmak olduğunu da biliyordu. Zaten bunu reddetmenin, keskin bir millileştirme hareketine başlamanın, uluslararası petrol şirketlerinin öfkesini üzerine çekmenin nelere mal olacağını her zaman hatırlatan ABD’nin askeri gücünün gölgesi Venezuela’nın üzerindeydi. Claudio Katz, bir yazısında, bu gölgeyi daha da somutlaştırır ve listeler:

Miami’deki Güney Komutanlığı’nda Latin Amerika’daki operasyonlarla iştigal eden sivil personel, Pentagon’un donattığı Kolombia’daki yedi ABD askeri üssü ve Amerikan askerleri, Porto Riko gibi Karayip adalarındaki ABD askeri yapılanması ve kuvvetleri, meşhur 4. Filo, CIA ve DEA’nin kimi zaman uyuşturucu kartellerine karşı, kimi zaman kartellerle birlikte Merkezi ve Güney Amerika ülkelerinin içinde yaptığı operasyonlar, narko-politik operasyonların uzantısı banka operasyonları, demokrasi teşvik fonları, asker-polis eğitim fonları, bazı ülkelere yerleştirilmiş sayıları 4000’i bulan acil müdahale kuvvetleri, askeri/siyasi darbeler ve yaptırımlar. Katz’a göre Monroe doktrini, yani Latin Amerika’nın ABD’nin arka bahçesi, emperyal uzantısı haline getirilmesi fikri hiçbir zaman ölmemiştir, bu araçlar gösteriyor ki ölmeyecektir.

Sosyalist liderler tükeniyor

Dolayısıyla Chavez de Monroe doktrinin yaşayan dünyasında yeni bir Latin Amerika hayali görüyordu ve doğal olarak bu hayalin politikaları ancak sınırlı uygulanabilirdi. Kısaca Chavez, petrol sektörü başta olmak üzere maden, tarım, iletişim gibi kritik sektörlerde ancak kısıtlı bir millileştirmeye gidebildi, büyük petrol şirketleri ve hatta Chevron gibi Amerikan devleriyle, Venezuela’da ABD teşvikli grevler devam ederken dahi anlaşmalar yaptı, ABD menşeili farklı sektörden şirketlerin Venezuela ekonomisine girmesi ve kalmasına karşı çıkamadı. Bu ortamda da Bolivarcı liderin, rüyasını Troçki’nin sürekli devrim fikrine dayandırmaktan başka çaresi kalmadı. Ancak sürekli devrim, halka ulaşıp, devrim fikrinin halk iradesiyle sürekli hale getirilmesi de ne kolay ne de ucuzdu. Buna rağmen, Chavez yoksul halka sağlık, barınma, beslenme ihtiyaçlarını üretim maliyetinden daha düşük, ulaşılabilir bir maliyete sağlamanın önünü açtı, açabildi; çünkü bir mucize gerçekleşmiş, petrolün varil başı fiyatı 100 dolar civarına çıkmıştı. Tek sorun şuydu; bu ekonomik resimde üreticiye üretimi sürdürmesi için ekonomik bir neden kalmıyordu. İthalat, Venezuela Bolivarı değerli, petrol geliri yüksekken yani karlıyken herkesin yaptığı bir iş haline geldi. Bu halkanın dışında kalan az sayıda üretici ve servis hizmeti veren şirket, bir gözlemcinin aktardığı üzere, şaka gibi ama “yabancı sermaye ve kapitalistlere aitti.” Venezuela ekonomisi daha çok petrol satışına, daha çok ana ithalatçı ABD’ye bağlı hale geldi. Bir başka gözlemci, acı bir şekilde, “Latin Amerika’da sosyalistler bile ABD’ye bağımlı hale geliyor” diyordu.  

Gözlem belki doğru ama, dönemin ABD’sinin ABD’ye akan Venezuela petrolüne rağmen, Chavez politikalarına sempatiyle baktığını söylemek çok zor. Öyle ki yumuşak ve sert yöntemlerle Chavez ve fikirlerinin iktidardan uzaklaşması için ellerinden geleni ardına koymayan, birbirinden çok farklı, Bush ve Obama iktidarları bize ABD’nin gerçek niyetini veriyor. Kimine göre, asıl sorun Chavez’in ekonomi politikaları değildi. Anti-emperyalist söylemi rahatsız ediciydi ama sonuçta Venezuela ekonomisinde ABD’nin yeri güçlenmişti. Asıl sorun Chavez’in, ABD’nin rolünü küçülten, OAS dışı yeni bir bölgesel entegrasyon, ticaret barışı, enerji diplomasisi fikri ile, bölgenin sosyalist ve petrol üreticisi liderlerinin kapısını çalmasıydı. Chavez sonuçta, azaltamadığı ABD’ye iktisadi bağımlılığı, farklı ticaret kanalları geliştirip, hatta farklı bir para cinsi üzerinden bölgesel ticareti kurup azaltmayı hedefliyordu. Bu fikirler büyük heyecan yarattı, sonuçta Merkezi ve Latin Amerika’da ve de Karayipler’de sadece ABD’nin hegemonyasının hayaleti, petrol ve uyuşturucu kartellerinin gölgesi yok, direnme hikayeleri, sonları kötü bitse de canlı ve güçlüler. Bu nedenle bölgesel norm ve değerlerin, ticaret inisiyatifi ve araçlarının ABD’nin güçlü olduğu kurumların elinde bulunması ve mümkün olduğunca az sorgulanması çok önemli. Çok sorgulanınca, ABD Güvenlik Danışmanının “Kolombiya sınırına 5000 asker” gibi notları kameralara göstermesi gerekiyor.

Oysa Chavez’in yeni Latin Amerika düşü büyük sonuçlar üretmedi. Ekvator bile SUCRE’ye dayalı ticareti çok sürdüremedi. ABD, Latin Amerika’da sosyalist liderler devrini demokratik teşvik ve yolsuzlukla mücadele söylemi altında kapatmaya muvaffak oldu, sağcı-militarist-milliyetçi iktidarlar yeniden sahneye çıktı öyle ki Sosyalist Blok’u bölmek için Küba ile açılım gerçekleştirmeye bile gerek kalmadı. Bu koşullarda Maduro, bölgenin dışında dostlar aramaya yani Çin, Hindistan ile petrol ihraç yönünü çeşitlendirmeye, altın ticaretini güçlendirme ve Rusya ile yakınlaşıp OPEC’in kararlarını etkileyebilme stratejisine yöneldi. Ancak Maduro, Chavez gibi şanslı değildi. Petrol fiyatlarındaki radikal düşüş, Bolivarcı misyon ve ithal ikameci ekonomi modeli ile birleşince Chavez’in yoksulluktan kurtardığı halk, daha da yoksullaşmakla kalmadı, petrol ve altının üzerinde otururken açlığa mahkûm hale geldi. Bu tabloda Maduro, köşeye sıkışmış gözüküyor. Köşeye sıkıştığında da siyasi olarak doğru seçimler yapabilmiş bir lider değil. Dönmeyen ekonomi çarkını yolsuzluk ekonomisiyle döndürmeye çabalamak, kartellere ve kartel şiddetine dayanmak kötü seçimlerdi. Muhalefetin iddialarına karşı meşruiyetini güçlendirecek politik söylemi üretememek, paranın hiç olduğu ekonomik bir ortamda orduyu siyasallaştırmak kötü stratejilerdi. Yoksulluğun katlanılmaz olduğu noktada Sosyalist parti içerisinde farklı söylem ve politikaların üretilmesini engellemek kötü bir stratejiydi. Ancak şu da bir gerçek ki, son haftalarda tırmandırılan ve ABD’nin Venezuela’nın iç işlerine (sanki Venezuela ekonomisi ABD’nin dışında dönüyormuş gibi) müdahalesiyle başlatılan krizin sonu Venezuela halkı için iç savaştan askeri müdahaleye (Libyalaşmaktan Suriyeleşmeye) kötünün de ötesi seçenekler sunuyor.

Venezuela’yı terörize etmek

Venezuela, yoksulluğun romantikleştirilebildiği, uluslararası sistemin dışında izole bir ülke değil. Kapitalist sistemin ve küresel enerji piyasalarının parçası. ABD, hem Venezuela ekonomisinin üzerinde hem de küresel petrol piyasası üzerinde önemli manipülasyon araçlarına sahip ve bu araçları rantçı ekonomi benimseyen ülkelere karşı kullanmaktan hiç çekinmiyor. Ülkeler popülizm kapanında yoksulluk belasına düşerse, hiç acımıyor yoksulluğun dozajını daha da artıracak şekilde başkentleri köşeye sıkıştırıyor, nitekim ABD’nin Venezuela petrol ihracatına yönelik son aldığı yaptırım kararları Caracas’ın ve Venezuela halkının dayandığı az sayıdaki can damarını da kesme derdinde. Ancak, son bir haftada yaşananlar, Trump’ın Guadio’yu Venezuela’nın resmi devlet başkanı olarak tanıdığı karardan sonra OAS ve AB’nin içerideki farklı seslere rağmen koro halinde ABD’yi desteklemeleri, Washington’un küresel politikada siyasi manipülasyon araçlarına da sahip olduğunu bize hatırlatıyor.

Maduro’ya yeni sürüm darbe modeli uygulayan Trump Amerikası ile birlikte hareket edenlerin, “demokrasi” söylemini ağızlarından hiç düşürmeyenler olması artık bize şaşırtıcı gelmiyor. Avrupalılar, özellikle de AB’nin lokomotif ülkeleri- Almanya ve Fransa- bu konuda çoktan sınıfta kalmışlardı. Başta ABD olmak üzere Batı siyasal kültürü, Körfez, Kuzey Afrika, Ortadoğu söz konusu olduğunda başka, arka bahçeler söz konusu olunca başka standart uygulamak konusunda eski alışkanlıklarından hiç kurtulamadı.

Geçmişte emperyalizmin tadını bilenlerin emperyalist politikaları desteklerken rahatsızlık duymaması anlaşılabilir ama, OAS’ın yıllardır Venezuela’daki Bolivarcı hükümete karşı verdiği mücadele Washington’un Latin Amerika siyasetinde sahip olduğu gücü gösteriyor. Yine de Pompeo son OAS toplantısında Venezuela’ya müdahalenin önünü açan kararı çıkarttırmayı başaramadı. Bazı üyeler, Libya tarzı bir müdahaleye yeşil ışık yakmanın gelecekte kendi başlarına farklı çoraplar örebileceğini düşünmüş olmalı. Öte yandan, Pompeo’nun teklifini, 34 üyeden 16’sı destekledi- ki rakam hiç az sayılmaz. Sonuçta politika üretemeyen bölgesel kurumlar, güçsüzleşen bölgesel siyaset ve bir büyük gücün ekonomik yaptırımlarla başlayıp sivil ayaklanma çağrısı yapmaya, sonra da askeri müdahale tehdidi savurmaya varan müdahaleleri bize eski “arka bahçe” siyasetini hatırlatıyor. İmparatorlukların arka bahçelerinde de sadece kanlı çiçekler büyüyor.

Yıllar oldu, bir arkadaşımla akademik bir ziyaret için Miami’deydik. Üniversite Florida’da olunca, Latin Amerika ve Karayip kökenli akademisyenlerle çevrelenmiştik. Çok sıcakkanlı bu insanlar söz konusu Bolivarcı devrimler oldu mu en ateşli hallerine bürünüyor, birbirleriyle adeta kavgaya tutuşuyorlardı. Ancak siyasi duruşlarındaki farklılığa rağmen bir ortaklıkları vardı, biz Türk akademisyenler ne zaman ABD yerine Amerika diyecek olsak hep bir ağızdan itiraz ediyorlardı. “Amerika demeyin, ABD, Amerika değil ki tek başına, biz de varız, biz América Latina’yız” diyorlardı. Dilde varolabilmek için o zaman verilen ateşli çabayı bugün hatırlıyorum da; emperyalizmin en post-modern biçimi ile (dünyanın en büyük petrol rezervleri üzerinde açlığa mahkum edilmeyle) ve emperyalizmin en ilkel biçimiyle (sınıra gönderiliverecek 5000 ABD askeriyle ilgili bir notla) aynı anda sınanan Venezuela halkına, dünya siyasetinde “Latin Amerika da var”, “ABD’ye rağmen varolma hakkı var” denecek mi merak ediyorum.

Krizin ötesine bakmak

Ancak unutmayalım, dün olduğu gibi bugün de “mission civilise” yaklaşımı çifte standartlı bir işleve sahip. Washington demokratik olup olmadığına bakmaksızın Suudi Arabistan gibi rejimleri, arka bahçesinde özgürleşme hayali kuran petrol zengini ülkeleri diz çöktürmek için destekliyor. Aksi taktirde, Venezuela krizi gibi suni siyasi krizler, Allah korusun, küresel petrol piyasalarını dalgalandırırdı. Oysa şimdi Riyad (zaten direnç gücü düşürülmüştü) ABD’ye tabii ki direnmeden, petrol arzını artırarak, petrol fiyatlarının aşırı artmasını engelleyecek. ABD’nin sahip olduğu bu manipülasyon gücü nedeniyle krizinin başında siyasi desteğini Maduro’ya vermiş bir Rusya bile ikircikli bir tavır sergiliyor. Rus Lukoil şirketinin Caracas ile mevcut petrol anlaşmasını dondurdu mesela. Burada aklımıza gelen ilk soru şu; acaba Moskova yönetimi Suriye-Ukrayna meselesi nedeniyle elindeki kazanımları tartışmaya açmamak adına bilinçli olarak ABD’nin arka bahçesinde, Venezuela’da geri adım mı atıyor. Öyleyse Rusya Ukrayna’yı aldı ABD Venezuela’yı aldı; post-modern Yalta devreye sokuldu mu diyeceğiz. Size daha ilginç bir soru sorayım, ABD, ezip geçtiği arka bahçesinde rahat oturabilecek mi?

Dünya siyasetinde şimdilik Washington bir gün bu bölgede, bir gün o bölgede direnme eğilimi gösterenleri ehlileştirmek için suni siyasi ve ekonomik krizler çıkarıyor. Bu krizlerin küresel bir enerji krizine sebep olmaması için de kimi zaman Yalta formülünü kimi zaman Riyad gibi aktörleri devreye sokuyor. Ya dünyanın farklı bölgelerinde birden fazla kriz çıkarsa, Washington küresel petrol arz piyasasına hâkim olmaya devam edebilecek mi? Bu soruyu soruyoruz, çünkü bazen kontrol altında tutulacağı düşünülen suni krizler farklı krizleri aynı anda tetikleyebilir. Venezuela hikayesinin neye gebe olduğunu önümüzdeki günler gösterecek.

[email protected]