CHP başarabilir mi?

Prof. Dr. Tanju Tosun / Ege Üni., İ.İ.B.F Uluslararası İlişkiler Böl. / [email protected]
24.08.2013

CHP’nin açmazları olarak düşündüğümüz Ergenekon’la bağını topyekün koparamaması, katı ulusalcı çizgi ve aktörleri parti içinde pasifize edememesi, muhalefet olmayı AK Parti karşıtlığı ve kompleksine indirgemesi, partinin önümüzdeki dönemde de işinin zor olacağını düşündürüyor.


CHP başarabilir mi?

Türkiye iç siyasetinde Gezi Parkı olayları ve ardından Ergenekon davası kararları, dış politikada ise Mısır ve Suriye’de yaşanan gelişmeler siyasetin tüm cenahlarına yaz molası verdirmeden, mesailerini yoğun biçimde sürdürmelerine vesile oldu. Siyasette kartların yeniden karılmasına ve safların kendi içinde sıklaşmasına neden olan bu örnek olayların aktüel siyasete etkilerinin bir hayli fazla olacağına, sözkonusu etkilerin özellikle yerel seçimler yaklaştıkça derinden hissedileceğine şüphe yok. Her ne kadar Mart 2014 seçimleri yerel niteliğiyle, seçmenler nezdinde mahalli nitelikli tahayyül ve vizyonlar arasından karar verme sürecinde etkili olacak görünse de, sözünü ettiğimiz olaylar önümüzdeki yakın süreçte siyasi partilerin ilk kez bu ölçüde ulusal sorunlar üzerinden seçmenlerle illiyet bağlarının pekişmesine ya da zayıflamasına yolaçacak gibi görünüyor.

Adı geçen olaylara siyasi partilerin göstermiş oldukları refleksler bağlamında baktığımızda, bu sıcak siyasi gündem maddeleriyle partilerin ilişkisini anlamaya çalışmanın çok da kolay olmadığı açık. Yine de konuya CHP özelinde eğilip, sözkonusu meselelerin bazıları üzerinden CHP’nin önümüzdeki yerel seçimlerde neyi başarıp neyi başaramayacağına odaklanmak, en azından entellektüel bir uğraşı olarak önemlidir.

CHP’nin Ergenekon’la sınavı

Ergenekon davası başta olmak üzere, son yıllarda hedef ve sonuçları itibarıyla askeri demokrasiden sivil demokrasiye geçişe katkı koyan, bu nitelikleriyle şekilsel anlamda “demokrasinin sivil bürokratik takviye aygıtları” olarak nitelendirebileceğimiz davalar, Türkiye’de tarihsel olarak misyonunu “yönetici tipi ordu” olarak tanımlamış askeriyenin “seyirci tipi ordu”ya dönüşmesine aracılık etmiştir. Demokrasilerde anayasal olarak orduların görev alanı seçilmiş aktörler arasındaki siyasi oyunu izlemek, bu oyunda kendisine verilen görevleri yerine getirmekle sınırlıdır. Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde 27 Mayıs darbesinden 27 Nisan e-muhtırasına kadar olan yarım asırlık süreçte toplumun yaşam tarzlarına ait koordinatları dahi sevk ve idare etmeyi asli işlevi gören askeriyenin, bugün görev alanını ulusal sınırları korumaya çekmesinde bu davaların rolü gözardı edilemez. Prosedürel anlamda davaların yöntem, işleyiş ve sonuçlarına ilişkin sorunlu alanların bulunmasına rağmen, CHP’nin davaya genel olarak bakışının sosyal demokrat olma iddiasındaki bir partinin ideolojik iddialarıyla örtüşmediğini belirtmek gerekir. Üstelik, henüz itiraz yollarının kapanmadığı bir dava üzerinden, davanın siyasi iktidarın yargı üzerindeki manipülasyonunun sonuçları şeklinde takdim etme CHP’nin sıklıkla dillendirdiği demokratikleşme iddialarının havada kalmasına neden olmaktadır.

CHP’lilerin kararlara ilişkin reflekslerinden hareketle, CHP’yi topyekün Ergenekoncu bir kimliğe mahkum etmek tabii ki doğru olmaz. Fakat, Ergenekon kararlarını demokrasiye indirilmiş bir sivil darbe olarak takdim etme doğaldır ki siyasi rakipleri tarafından CHP ve CHP’lilerin demokrasi tahayyülünün sığlığı konusunda suçlamalarla karşı karşıya kalmasına vesile olmaktadır. Bu durumda sorulması gereken soru şudur: “Ergenekon davası ve kararlarını CHP nasıl okumalı?” Aslında Ak Parti’yi iktidardan alaşağı etmeyi şiar edinmiş tüm demokrasi dışı askeri, sivil otoriter-vesayetçi kalkışmalara karşı CHP’nin alması gereken tek pozisyon demokratik mekanizma ve süreçlerin sorgusuz ve sualsiz yanında olmasıdır.

CHP’nin doğal ve klasik seçmenleri bir yana bırakıldığında, kanımızca aralarında kapanmaz mesafeler olmayan seçmenlerin partiden beklediği de budur. Ak Parti iktidarına karşı olma adına, bu partiyi geçmişte hukuk dışı yollarla iktidardan tasfiye etme amacıyla yola çıkanların zihniyet anlamında saflarına dahil olan bir CHP’nin sosyal demokrat iddialı kimliğinin kaçınılmaz olarak aşınması, hatta silinmesi kuvvetle muhtemeldir. CHP’nin siyaset tahayyülündeki bu kısır döngüyü aşabilmesinin yolu; her hal ve şartta kuruluş felsefesinde de dillendirilmiş olan hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğu gerçeğini hatırlaması, bunun yolunun da sandıktan geçtiğinin bilincinde olmasıdır. Partide bu gerçeğin farkında ve bilincinde olan azımsanmayacak bir kitle varolmakla birlikte, parti içinde zaman zaman partiyi çıkmaza sürükleyen, kapladıkları alan küçük, fakat etkileri büyük olan kitlenin varlığı bir gerçektir.

Çıkmaz sokak ve sakinleri

CHP’nin yeniden açıldığı tarihten günümüze, Baykal’lı yıllarda teşvik edilerek, hatta cesaretlendirilerek, Kılıçdaroğlu CHP’sinde ise izlemekle yetinilen, sayısal anlamda olmasa dahi psikolojik olarak gücüne güç katan bir ulusalcı kanat bugün CHP’nin sosyal demokrasi adına yalpalamasına neden oluyor. 2002 sonrası eski rejimin restorasyonu ve demokrasinin standartlarının yükseltilmesi adına Ak Parti’nin attığı her adımı adeta bir iç tehdit olarak algılayan paranoyacı ulusalcı CHP’li aktörler Ak Parti’nin asgari demokrasiyi demokratikleştirme hamlelerinde CHP’nin elinin zayıf kalmasının baş müsebbibidirler. AB’ye tam üyelik, yeni demokratik anayasa yapımı, askeri-sivil otorite ilişkilerinin yeniden tanzim edilmesi başta olmak üzere, atılan tüm adımlarda bu cenah gerek CHP içindeki profesyonel siyasetçilere, gerekse CHP’ye gönül vermiş sessiz yığınlara adeta korku salmış, zihinlere çoğulculuk ve özgürleşme aleyhine kilit vurmuştur. 1930’ların sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış millet anlayışı bugün yerini çoğulcu toplum, etnik, dinsel, sınıfsal kimliklerin aleniyeti ve birarada yaşayabilirliğine bırakmaktadır. CHP içinde dahi artık üniversiteler bir yana kamuda başörtülü çalışabilmeye olumlu bakan azımsanmayacak bir kitle mevcutsa ya da anadilde eğitime topyekun karşı çıkılmıyorsa ulusalcı zihniyet ve bunu içselleştirmiş kimi partili siyasi aktörleri CHP’nin çıkmaz sokağı olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Fakat ilginçtir ki beslendikleri toprağın süratle kuraklaşmasına rağmen aynı aktörlerin CHP içinde seslerinin yükselme nedenini ve partinin rotasını kendi istedikleri yönde çizmeye çalışmalarındaki cesaretin nereden geldiğini anlamak kolay değil. Kitle desteği desek; akademik niteliği baskın araştırmalarda siyasi kimliklerini “ulusalcı” olarak deklare edenlerin CHP tabanında ağırlığının olmadığı malum. Geriye, ya Kılıçdaroğlu ve ekibinin bu katı kimliği üstü kapalı olarak onaylaması, hatta içselleştirmesi ya da bu kimliğe uzak durmanın maliyetinin yüksek olacağı düşüncesi yatıyor. Kılıçdaroğlu ve ekibinin CHP’ye oy veren ve oy vermemekle birlikte CHP’yi “kesinlikle oy verilmeyecek parti” olarak görmeyen kitlelerin vatanseverliğe dair algılarının, katı ulusalcı siyasi aktörlerin dışlayıcı-steril vesayetçi ulusalcılıklarıyla eşdeğer olmadığını anlamaları gerekir. Aksi bir düşünce, CHP’yi kaçınılmaz olarak kısır döngüye sokacaktır.

AK Parti’nin kuruluşunun 12. yılında bu partinin iktidarı karşısında ana muhalefet konumunu aşamayan CHP’nin en temel açmazlarından biri; Ak Parti kompleksidir. Türkiye’de seçmen algısında iktidara layık görülmenin yegane kodu genel başkanlar ekseninden “muktedir liderlik”, partiler ekseninden ise “iş bilme, iş görme meziyeti”dir. Siyasetin psikolojisi bağlamında düşündüğümüzde seçmenin tercihinde yegane kriter kendi ekonomik, politik, psikolojik arayışında kendisiyle özdeşleştirebileceği, idealleri için kendisini aşan, bir rol model olarak tahayyül ettikleri muktedirliktir.

CHP’nin Ak Parti kompleksi

Erdoğan’ın bugün seçmen nezdinde halen kendilerini ve ülkeyi geleceğe taşımaya aday tek siyasetçi olarak kabul görülmesinin ardında, toplumla kurduğu muteber muktedirlik ve güven ilişkisi yatarken, seçmenin partiyle kurduğu aidiyet ve illiyet bağı ise çok partili siyasette Türkiye sağının partilerine içkin kalkınmacı söylem, iş görme ve isteklerinin yerine getirilmesidir. Menderes’ten Demirel’e, Demirel’den Özal’a, Özal’dan Erdoğan’a aktarılan siyasi miras bundan başka bir şey değil. Bu anlamda Ak Parti siyasi denklemi basit bir formülasyonla “toplum ne talep ediyorsa onu verme uğraşısının bir davaya dönüşmesi”nden ibarettir. CHP özelinde Türkiye merkez solu ya da sosyal demokrasisinin başaramadığı tam da budur. Sistem düzeyinde siyasete sofistike, kendi mutlakçı değerleri üzerinden bireye değil, siyasi rejime fayda ve maliyeti temelinde yaklaşan aynı çizgi bu nedenle en basit talepleri bile dillendirme, formüle etme ve alternatif siyaset önerisi şeklinde topluma takdim etme konusunda başarısız kalıyor. Hal böyle olunca muhalefet partisi kimliğiyle alternatif siyasa ve siyasetler üzerinden rekabet etme yerine, komplekslere mahkum oluyor. CHP geleneğinde dün Menderesçi, Demirelci, Özalcı kalkınmacı pragmatizmin seçmene dokunan hallerine karşı geliştirilen kompleks bugün CHP’de Erdoğan ve Ak Parti’ye karşı yeniden üretilmiş durumda. Oysa ki 1970’lerin ikinci yarısında Ecevit’le ideolojik dönüşüme adım atan CHP’nin seçmenden destek görmesinin ardında bu tür komplekslerden medet ummadan, alternatif daha iyiyi yapma iddiasını seçmene takdim etme yatıyordu.

Dış politikada paradigma yokluğu

CHP’ye dair yapılan analizler ağırlıklı olarak iç politikadaki sorunlara konumlanışı üzerinden yürütülse de, partinin en temel açmazlarından biri de dış politikada bütüncül bir paradigmasının bulunmayışıdır. Bölgede jeo-stratejik konumu nedeniyle proaktif bir dış politika izlemek zorunda olan Türkiye’de anamuhalefet partisi bu nedenle bütüncül bir dış politika vizyonuna sahip olamamakta. Tunus’tan Mısır’a son dönemde 20’li yaşlardaki gençlerin halk hareketlerinin asli aktörleri olduğu bir coğrafyada partinin dış politika vizyonunun tek başına 1-2 emekli diplomat tarafından çizilmesi ne ölçüde anlamlıdır? Kılıçdaroğlu’nun Irak ziyareti vesilesiyle parti adına proaktif bir dış politika hamlesine tanık olsak da, burada asıl sorulması gereken soru Kılıçdaroğlu’nun neden Irak’a gittiği değil, Maliki’nin Kılıçdaroğlu ve ekibini niçin davet ettiğidir. Ak Parti’nin Irak’ın Kuzeyi ile yoğun mesai içinde olduğunu bilen Maliki bir anlamda Türkiye’de iktidar, muhalefet ve iş dünyasına Güney’in ihmal edilmemesi şeklinde bir mesaj da vermektedir. CHP’nin ziyareti iki ülke arasındaki ilişkilerin pekişmesine, bundan sonraki süreçte önyargıların zayıflarak, işbirliğinin artmasına katkı yaparsa, bu Türkiye açısından bir kazanç olacaktır. Tabii ki CHP’nin bu ziyareti Ak Parti’ye karşı dış politikada partinin zaferi olarak tanımlamaması, Ak Parti’nin ise ziyareti mezhep temelli yakınlaşmanın ürünü şeklinde görmemesi koşuluyla. CHP’lilerin son dönemde Çin ziyareti ile başlayan ve süreceği anlaşılan proaktif dış politika arayışları önemli olmakla birlikte, yukarıda paradigma yokluğu olarak ifade ettiğimiz durumu tam da bu noktada açığa çıkmaktadır. Partilerin dış politikada vizyon inşası seçilmiş siyasetçilerin yanında, ancak sivil toplum örgütleri, akademik dünya ile iletişim, düşünce kuruluşlarıyla işbirliğiyle güçlü bir temele oturabilir. Bugün Ak Parti’nin dış politikasına katkı koyan sayısız düşünce kuruluşunun varlığı karşısında, CHP’nin Brüksel’deki etkisiz A.B ofisi dışında partiye dünyadaki aktüel dış politika gelişmelerini aktaran herhangi bir kuruluş yoktur. CHP’nin ana muhalefet partisine yakışır biçimde dış politikada proaktif olabilmesi için profesyonellerle çalışması yanında, Washington’dan Pekin’e uzanan coğrafyada alanında uzmanlardan oluşan düşünce kuruluşu şeklinde çalışacak temsilcilikler oluşturup gelişmeleri anında izlemesi ve genel merkeze bilgi aktarılması zaruridir. Aksi takdirde CHP’nin dış politika vizyonu ziyaret diplomasisinin ötesine geçemez.

CHP Kılıçdaroğlu ile Mart 2014’te Ak Parti ile yeni bir seçim yarışına girecek. Kılıçdaroğlu açısından bu seçimin önemi; ilk kez genel başkan olarak partisinin başında bir yerel seçime gitmesi iken, CHP için Mart 2014’ün anlamı rakipleri karşısında bu kez başarılı olup olamayacağıdır. Yerel seçimler niteliği gereği adayların kişisel özelliklerinin partilerin seçim performansını arttırdıkları ya da azalttıkları siyasi yarışlardır. Bu yönüyle aday belirleme sürecinde seçmenin taleplerine karşılık veren donanımdaki isimlerin aday olarak seçilmesi CHP’nin başarı ya da başarısızlığında şüphesiz etkili olacaktır. Fakat, partinin ulusal siyasette seçmen nezdindeki algısının da en az adaylar kadar önemli olduğu gözardı edilemez. Önümüzdeki süreçte CHP’nin beklenenin üzerinde sandıktan destek alarak başarılı çıkması liderin ve partinin kamuoyundaki algısının ne ölçüde, nasıl yeniden tasarlanacağı ve topluma takdim edileceğiyle yakından ilişkilidir.

CHP’nin açmazları olarak düşündüğümüz Ergenekon’la bağını topyekün koparamaması, katı ulusalcı çizgi ve aktörleri parti içinde pasifize edememesi, muhalefet olmayı Ak Parti karşıtlığı ve kompleksine indirgemesi, partinin önümüzdeki seçimde de başarıyı yakalayabilmesinin zor olacağını düşündürtüyor. Başarının birinci koşulu; istisnasız biçimde demosun taleplerine boyun eğmektir. Bu anlamda, halkın iradesini siyaset tarzında veri olarak kabulden başka çıkar yol olmadığının bilinciyle, çoğulcu bir siyaset tahayyülüyle alternatif yerel siyaset modelleri üretmesi ve topluma takdim etmesi şarttır. Katı ulusalcı çözüm arayışlarına ve yerel siyasete soyunan adaylarına itibar etmeden, sosyal demokrasiyi yerelde inşa etme iddialı siyasi aktörlerle seçmenin karşısına çıkması durumunda Mart 2014 seçimlerinde başarma adına adım atan bir CHP ile karşılaşabiliriz. Atılması gereken ilk hayati adım ise; “CHP de belediyeciliği biliyor” algısını seçmen nezdinde inşa edebilmektir. Mümkün mü derseniz, kimi başarılı örneklerini dikkate aldığımızda, zor olsa da imkansız değil.