CHP iktidar alternatifi mi?

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
23.01.2021

CHP'nin söylemlerini, yönetim kadrosunu ve politikalarını akademik bir gözle irdelediğimizde; “Asıl gaye iktidara alternatif olmak mı yoksa toplumu dinamik kılan o gizli güce operasyon yapmak mı?” sorusu hep karşımıza çıkmaktadır. CHP'nin idealindeki dönem 1950 öncesidir. Peki niçin? Çünkü CHP, çok partili hayata geçişi bir “sapma” olarak görmektedir. Çok partili hayatı bir sapma olarak gören bir siyasi parti sahiden iktidar için mi vardır?


CHP iktidar alternatifi mi?

Osmanlı devletinin dağılma sürecinde imparatorluğun bütünlüğünü koruyacak sihirli bir formül arayışı hepimizin malumudur. Bu süreçte çeşitli fikir akımları gündeme taşınmış ve tartışılmıştır. Bu dönemde, Osmanlıcılık/İslamcılık, Batıcılık/Laiklik ve Türkçülük/Turancılık fikirleri tartışılmış ve özetle söylemek gerekirse bunlardan en az taraftarı olanı iktidar, en çok taraftarı olan ise muhalefet olmuştur.

Halkın da benimsediği fikir esasında Osmanlıcılık/İslamcılık olmasına rağmen yeni kurulan devletin kurucu harcında büyük oranda ona yer verilmedi. Daha önce de yazmıştım, bana göre Osmanlı için esas gerilemenin başlangıcı sanılanın aksine “Batılılaşmaktır”. Zira Osmanlı-İslam medeniyeti, Batı- Hıristiyan medeniyetinin ilerisinde bir dini-felsefi ve teorik alt yapıya sahiptir. Her ne kadar günümüzde bu tezi doğrulayacak somut vakalar ve sosyolojiler yoksa da işin teorik kısmı böyledir. Her yeni semavi din, bir önceki tüm diğer semavi dinleri ihata eder kuşatır.

250 yıllık sorun

Denilebilir ki 250 yıldır yaşadığımız en büyük sosyolojik sorunların kökeninde de bu dengesizlik var. Keza bugün yaşadığımız ve yarın da yaşayacağımız sorunları irdelediğimizde altından hep bu devlet-toplum ilişkisindeki dengesizlik veya uyumsuzluk çıkmaktadır. Osmanlı’nın dağılma sürecinde de devletin temel felsefesi olan “nizam-ı alem daire-i adalet” olan kadim “kızıl elma”nın kaybolduğunu ve bunun da son kertede devlet ile toplum arasındaki denkliği bozduğunu görüyoruz. Bu açmazdan kurtulmak için de deyim yerindeyse halkla birlikte yeni bir “kızıl elma” bulma çabasına girişilmedi. Cumhuriyetin kurucu elitleri de kendi ideallerini, halka rağmen halk adına egemen kıldıklarında da bu dengesizlik devam etti. Yeni devletin resmi ideolojisini, “Batıcı-laik” akımın öncü isimleri oluşturduğu için siyasi başarının da sahibi onlar oldu. Yeni cumhuriyetin de temel hedefini “muasır medeniyet seviyesinin üstü” olarak belirlediler.

Nitekim yüz yıla yaklaşan bu genç cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar devam eden tüm politikalarını belirleyen bu kesimin ideolojisi oldu. Ancak buna rağmen diğer fikirler de öyle ya da böyle varlıklarını sürdürebildiler. Söz gelimi milliyetçiliği iki ana eksene mahkum ettikten sonra birisini kabul etmiş gibi davranıp diğerinin de değişmesini beklediler. Keza İslamcılar için de aynı yol izlendi. Hep kavga ediyormuş gibi davrandıkları bir kesimi (Nurcuları) muvazaalı bir şekilde içeri aldılar. Cumhuriyetin kuruluşundan önce bile kavga ediyormuş gibi yaptılar ama perde arkasında diğer İslami gelenekle hep birlikte kavga ettiler.

Milli Görüş geleneği ve fikri ile en çok kavga eden siyasi aktörün “muhafazakar” Süleyman Demirel olması bir tesadüf değildir. Hatta onun memleketine yüklenen sembolik anlam ve ona yapıştırılan etiket de bu çerçevede önemli işlevler yerine getirdi.

En pratik yol darbe

En çok toplumsal desteğe sahip olması beklenen siyasi düşüncenin dışarıda tutulması kolay olmadı tabii. Pek çok operasyon yapıldı, entrikalı işler çevrildi. İstiklal Savaşı’nı kazanan ruhun ötekileştirilmesinin kolay olmayacağının farkındaydılar. Elde bulundurdukları devletin bütün ideolojik aygıtlarını bu konu için araçsallaştırıp her bir kamu görevlisini bir “Goebbels” haline getirdiler. Sonunda o ruhu negatif meşruiyet alanına hapsettiler. Kendilerini doğruluk kriteri haline getirdikten sonra da muhataplarını aşağılık kompleksine mahkum edip önlerinde iktidar olma alternatiflerini sınırsız hale getirdiler. Bu iktidar olma yollarının en pratik olanıydı darbe ve bundan dolayı da Batıcı/laik kesimin gönlünde romantik sol ideolojinin devrim hayaline askeri darbe de hep eşlik eder. Kim ne derse desin bana göre hem siyasetin inşasında hem de toplumun değişim dinamiklerini kontrol etmede son derece başarılı oldular. Her şeyden önce İslamcıları, ancak “ötekinin onay verdiği kadar” kendisi olabilen bir sosyoloji haline getirdiler. Anti parantez, entelektüel olarak muhafazakarların en güçlü olduğu dönemde bile şöhretli (!) bir gazetecinin “İslami hareketleri” konu edinen kitabı, sadece “bizden bahsediyor sevinci” ile satış rekorları kırdı.

Haklılığını onaylatmaktan öte bir durum var ortada, varlığını onaylatmak gibi bir kompleks yerleştirildi. Bu başarılı operasyonun sahibi olan muktedir güç, çok rahat bir şekilde millete ait olan başarıyı da sahiplendi cesareti de.

Sonra yeni bir tarih yazıldı. Daha sonra da istiklal Savaşı’nı başlatan ruhu ateşleyen temel değerler “muhafazakar (!) işbirlikçiler” ile bir bir bertaraf edildi.

Muharebeyi Osmanlıcılar/İslamcılar kazandı ama siyaseti ulusalcılar. O zaferi kendine mal etme psikolojisi ile başlattıkları hesaplaşma sonucunda bir hayli mütedeyyin insan, istiklal mahkemelerinde neredeyse yargılanmadan dar ağacında sallandırıldı.

Sistemin içine dahil edilmeyen bu kesim hep muhayyel bir “korku” üzerinden baskılandı. “Türkiye’yi İran yapacaklar” sözü sadece CHP’lilere ait değildir, Gülen casus çetesinin de dilindeydi bu söz her zaman. Keza bu çete, kendisinden olmayan diğer tüm muhafazakarlara “İrancı” yaftası yapıştırırken de bu amaca matuf bir çabanın içindeydi. Hatırlanırsa dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de istediğin gibi yaşamak istiyorsan defol Suudi Arabistan’a git demişti. Bütün bu kavganın nedeni belliydi, geniş bir toplumsal desteği her an arkasına alabilecek olan İslamcıların merkeze kayması durumunda veya “siyasi meclise” dahil olması ile doğacak olan dengelerin kontrolden çıkması ihtimaliydi. Nitekim öyle de oldu.Muhafazakarlar hep yüksek potansiyelli ama tehlikeli yeni bir ortak olarak görülüyorlardı. Alınan her türlü tedbire rağmen tek parti dönemi uygulamaları, bir inanç formuna dönüştürülen militan laiklik politikaları ve dindarlara karşı özellikle de askeri bürokrasinin tavrı bu alandaki dinamizmin farklı bir şekilde dönüşmesine neden oldu.

Ontolojik bağ

İktidar ile siyaset arasındaki ontolojik bağ tamamen koparıldı. Bir başka ifade ile iktidar olmak için siyasete gerek kalmadığı fikri zihinlere adeta nakşedildi. Bundan dolayı da CHP’de iktidar olmanın bir başka yolunun her zaman var olduğu psikolojisi hep hakimdir. CHP hiçbir zaman politika ile iktidar arasında sağlıklı bir bağ kurmadı, kuramadı. Hep başka bir fonksiyonu icra etti. Daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse o siyaset için var olan politik bir proje değil, bir toplumsal bir mühendislik projesidir.

CHP’nin bir toplumsal mühendislik projesi olduğuna dair tek parti döneminden yüzlerce örnek olaydan bahsedilebilir. Dünyanın en büyük tarihsel ve kültürel mirasına sahip olan, çoğulculuğu ilahi bir ayet olarak gören, farklı inançları baştacı eden bir sosyolojiden tarihsiz, etnik orjinsiz ve inançsız bir “ulus” oluşturma çılgınlığını kimse bize politik bir çalışma diye anlatamayacaktır sanırım.

Uzun vadeli ifsat

Sanıyorum az buçuk siyaset ile iştigal eden her vatandaş, hangi partiye oy verirse versin fark etmez, sayın Kılıçdaroğlu’nun varlığını AK Parti için büyük bir nimet olarak görür. “Böyle muhalefete can kurban” denildiğine hepimiz pek çok ortamda şahit olmuşuz. Dahası sayın Kılıçdaroğlu’nun meclisteki grup toplantılarında “organ mafyasından, kaçakçılardan ve eşkıyalardan vergi alacaksın” tarzı konuşmalarından tutun da diğer mantıksız söylem ve mesnetsiz iddialarını da AK Partili yöneticiler kendileri için siyaset yapma alanının daha da genişlemesi olarak görüyorlar. Omuzlarındaki yükün hafiflediğini hissediyorlar biliyorum. Hatta ironi ile karışık bir şekilde “sahiden Kılıçdaroğlu Tayyip Bey’in adamı mı acaba” denildiğinde zevkten dört köşe olduklarına da şahit olmuşum.

Ama ben hiç öyle düşünmüyorum. Sanılanın aksine CHP’nın uzun vadeli bir ifsat projesini yürüttüğünü düşünüyorum. Hem sosyolojiyi hem de siyaseti asıl bağlamından koparacak bir dönüşüme öncülük etmektedir. Ki “cumhurbaşkanı olmak için seçilmiş olmak yetmez” ifadesi siyasete, daha önce de ifade edilen “sözde” cumhurbaşkanı ifadesi de topluma yönelik bir hamledir.

Toplum mühendisliği

Halk ondan hep siyasi bir rol beklerken o bu bahse konu ettiğimiz alanlara çok daha heveslidir çünkü sahip olduğu toplum mühendisliği projesinin gerçekleştirilmesi veya kendi ideolojisinin yaygınlaşması için yapılması gereken işleri yapmak doğal olarak onun için çok daha önemlidir ama bu arada taraftarlar ise çok büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Ona oy verenler iktidar olsun istiyorlar ama CHP iktidarın sonraki iş olduğunu düşünüp önce toplumu “bilinçlendirmek” istiyor. CHP politikalarına yönelik yayın yapan kitle iletişim araçlarını biraz dikkatlice izlediğinizde bu ideolojik propagandayı kolaylıkla fark edersiniz.

Elbette her siyasi hareket kendi ideolojik propagandasını yapar ve yapması gerekir de. Bunu izleyeceği politikalara altlık olması için, kendi projelerinin sağlayacağı faydaları somutlaştırmak için yapar. Münhasıran halkı değiştirmek için yapmaz. Kaldı ki dünyada artık insanların siyasi tercihlerini belirleyen kritik faktörlerin değiştiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. İnsanlar daha çok “yaşam kalitesi talebi” etrafında şekillenen gerekçelerle oy kullanıyorlar. Ama CHP o yaşam kalitesini ilk önce insanların dini ve siyasi görüşlerini değiştirmekte görüyor. Bunun için mücadele ediyor. Bu mücadeleyi nerede çok daha verimli yaparsa (iktidar veya muhalefet bağlamında) orada olmayı sevdiğini söylersem konuyu abarttığımı düşünebilirsiniz. Bütün bu söylediklerimi bir komplo teorisi olarak da görenler olabilir ama 1930’larda uygulanan ve yaklaşık olarak yirmi yıl süren Türkçe ezanın Anadolu insanın hafızasında nasıl derin bir iz bıraktığını bilmediğini sanmıyorum. Yüz yıllardır devam eden bir tasavvufi merasimi aslından koparmanın nasıl bir tepki doğuracağını ya da bunun milletin gözünde neye tekabül edeceğini hesap etmediğini kimse düşünmüyor sanırım.

Şu an ülkenin kahir ekseriyetinin en çok öfke duyduğu iki terör örgütünün olduğunu ayrıca belirtmeye hacet yok. Zira her iki örgütün bu ülkenin varlığına, birliğine ve geleceğine kast eden katil ve caniler çetesi olduğu herkesin malumu, dahası PKK ve FETÖ’nun, ülkeye yaşattıklarına da her bir vatandaşımız bizzat şahitlik etti. Bu iki örgüte gösterilecek en ufak bir müsamahanın neye tekabül ettiğini CHP’nin de bilmiyor olması mümkün mü? Tabii ki değildir. Ama o bu örgütlere toplumsal alanda meşruiyet kazandırmayı iktidar olmaktan daha çok öncelliyor. CHP’ye oy veren herhangi bir seçmenin FETÖ üyesi cani casuslar için sayın Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a yürümesine onay verdiğini duymadım, bilmiyorum. Ötekiye karşı görece daha tahammülsüz olan CHP seçmenlerinin Kürtlere daha sıcak baktığını mı düşünüyorsunuz? Bugün etnik bir sorun olarak var olan bu meselenin asıl müsebbibi zaten CHP değil midir? Tek parti dönemindeki zulmünden dolayı “vatandaş” olan Kürtlerden özür dilemeyen CHP; Kürtleri katlederek hukukunu savunduğu iddiasında olan terör örgütü PKK uzantısı olan HDP’ye yakın duruyor öyle mi? Hülasa kamu yapılanmasında yer verilmeyen İslamcılık, bütün engellemelere rağmen giderek otonom bir alanda, sivil siyaset alanında kendini var etti ve büyüdü.

Kültürel alt yapı

Arkasındaki toplumsal destek ile iktidara ortak olma yolunda önüne çıkan bütün engelleri aştı. Esasında bu yolculukta ne projelerin ne de sahip oldukları ideolojinin belirleyici bir rolü vardır. Esas belirleyici olan konu, iradesinin iktidar olmasıdır. Madem ki ülkede demokrasi var, benim gibi bir insan ve bizim gibi bir kadro iktidar olsun isteğidir bu kesimi dinamik tutan. Elbette projeler, yatırımlar ve hizmet işin bileşenlerinden birisi ama bana göre en sıradan olan konulardır. O halde Muhafazakarları iktidara taşıyan değerlerine ve toplumsal sorunlara proje üreten tezlerine karşı yürütülecek olan yapı sökümü tarzı operasyonlar, siyasi muhalefetten çok daha işlevsel olacaktır. Her ne kadar gündemi iktidar belirliyorsa da sosyal sermayenin durumu ve kültürel alt yapının inşasının kimin elinde olduğuna kabaca baktığımızda durum muhafazakârlar açısından iç açıcı değildir. Bugün dünyada yaşanan büyük toplumsal değişimler de bu politikalara eşlik edince konu iktidar-muhalefet çatışmasını çok çok aşan bir boyuta sahiptir.

Taşlar yerine oturdu

Meşhur hikayedir, Amerika’da yakalanan bir seri katilin karısına gazeteciler sormuşlar, kırk yıldır birlikte yaşadığınız kocanız bir seri katilmiş, hiç fark etmediniz mi? Kadın cevap vermiş, şimdi taşlar yerine oturdu.

Düşüncesi, kişisel duruşu ve dili Türkiye’nin ortalama insanına asla hitap etmeyen bir kişinin kim tarafından ve nasıl getirilip iktidar alternatifi olan muhalefet partisinin başına oturtulduğuna biraz dikkatlice baktığımızda sizce de taşlar yerine oturmuyor mu?

Bugün iktidar alternatifi konumunda olan CHP’nin söylemlerini, yönetim kadrosunu ve politikalarını akademik bir gözle irdelediğimizde; “Asıl gaye iktidara alternatif olmak mı yoksa toplumu dinamik kılan o gizli güce operasyon yapmak mıdır?” sorusu hep karşımıza çıkmaktadır.

Bir hususu dikkatlerinize arz edip konuyu noktalayalım. Bugün CHP’nin idealindeki dönem 1950 öncesidir. Peki niçin? Çünkü CHP, çok partili hayata geçişi bir “sapma” olarak görmektedir. Peki çok partili hayatı bir sapma olarak gören bir siyasi parti sahiden iktidar için mi vardır?

[email protected]