CHP’deki kriz ve Türkiye siyasetine yansımaları

Yunus Şahbaz / Kırıkkale Üniversitesi Araştırma Görevlisi
1.12.2019


CHP’deki kriz ve Türkiye siyasetine yansımaları

24 Haziran 2018 ve 31 Mart 2019 seçimlerinden sonra Türkiye siyasetinde yükselişe geçen bir CHP vardı. Özellikle 31 Mart yerel seçimlerinde Batı’daki büyükşehirlerin birçoğunu almış olması ve Ekrem İmamoğlu gibi siyasette yeni isimlerle bir çıtayı tutturmuş olması CHP’ye yönelik ilgi ve yönelimleri artırdı. CHP’nin bu seçimlerden önceki en önemli yeniliği AK Parti’nin söylemlerinin dışına çıkabilmesiydi. Daha öncesinde AK Parti’nin belirlediği gündem ve söylemlere mahkûm bir CHP algısı vardı. Muharrem İnce 24 Haziran öncesinde bunu kısmen kıran bir görüntü çizmişti ancak 24 Haziran’a yaklaştıkça birtakım altı doldurulamayan, kitleleri heyecanlandıran ve fakat ikna edemeyen bir söylemin dışına çıkamadı. Bu yüzden de, CHP’nin psikolojik sınırlarını aştığını iddia etse de, sağ/muhafazakâr kesimi ikna etmede başarılı olamadı. 

31 Mart’a giden süreçte ise CHP genel olarak değil ama yerel anlamda, seçim sonucu kazanmak noktasında, kendi içinde tutarlı bir strateji izledi. Bu çizginin ulusalcı kanatla uyumu, HDP’nin bu stratejideki yeri çokça tartışıldı ancak İstanbul örneğinde bariz bir şekilde görüldüğü gibi hem muhafazakâr kitlelerden hem de HDP tabanından ciddi miktarlarda oy almayı başardı. Bu stratejinin en zayıf yanı ise salt popülist eylem ve söylemlere dayalı bir siyaset dili oluşturulmasıydı. Gerek genel anlamda ülke siyaseti ve geleceği için gerekse de ilgili şehirlerin somut problemleri ya da projeleri için CHP’li büyükşehir belediye başkan adayları somut programlar ortaya koyamadı. Ulusalcılar-İYİ Parti tabanlı milliyetçiler ve HDP tabanı gibi adeta birçok noktadan üç farklı dinamik ve benzemezin son derece spesifik şartlar ve hatta yer yer pazarlıklar çerçevesinde bir araya getirilmesi ve bundan da sonuç alınması CHP’nin seçim sonucunda da artık Türkiye’ye daha yeni ve farklı şeyler vaat ettiği beklentilerine yol açtı. 

Sonuçlar ve konjonktürel şartlar 

31 Mart seçimlerinde büyük şehirlerin kazanılması elbette ki önemlidir ama unutulan nokta İstanbul’da Ekrem İmamoğlu ya da İzmir’de Tunç Soyer’in söylem ve vaatlerini Ankara’da Mansur Yavaş vaat etse muhtemelen daha farklı bir sonuç alabilirdi. Ya da Mansur Yavaş’ın daha milliyetçi dilini Ekrem İmamoğlu İstanbul’da benimsese HDP tabanından aldığı desteği alamayabilirdi. Yani demek istediğim, son derece yerel konjonktür ve dinamiklerin sosyolojik analizini yapmak yerine CHP “Yeni Türkiye’nin Yeni Umudu” gibi bir havaya sokuldu. Oysa genel siyaset dili ve söylemine bakıldığı zaman Türkiye sosyolojisine, hatta büyükşehirlerin yerel sosyolojisine ve dinamiklerine en uygun adayı çıkarmak dışında bir stratejiden bahsetmek mümkün değildi. Şayet Ekrem İmamoğlu İstanbul seçimlerini kazanamasa CHP’deki ulusalcı kanat çoktan kazan kaldırmaya başlamıştı bile. Futbolda bir takım ne kadar kötü oynarsa oynasın, sonuç olarak galip geldiği ve üç puanı aldığı sürece başarılı kabul edilir. CHP de yerel seçim sonuçlarını etraflıca ve derinlikli analiz etmek yerine üç puan odaklı bir değerlendirme yaptı. 

Kitleleri ikna etmek 

Siyasette kitleleri ikna etmek önemlidir. Ancak bu işin birinci kısmıdır. En az bunun kadar önemli olan ise, ikna ettiğiniz kitlelerin size gösterdiği teveccühü devam ettirebilecek politika ve programları geliştirebilmektir. Popülizm, retorik Türkiye siyasetinde her zaman geçer akçedir ve bunun belki de timsali Süleyman Demirel’dir. Ama Türkiye’nin Süleyman Demirel zamanındaki Türkiye olmadığının da ayırdında olmak gerekir. İletişim, enformasyon ve deformasyon imkânlarının bu kadar geliştiği bir vasatta salt retorikle işi götürmek mümkün değildir. Hele de söz konusu olan belediye başkanları olunca bu iş daha da zorlaşır. Çünkü İstanbul gibi bir şehirde CHP’nin onlarca milletvekili var ve fakat bir tane büyükşehir belediye başkanı var. Büyükşehir hizmetleri de doğrudan halkın pratik hayatına dokunan hizmetlerdir. Dolayısıyla altı ay bir büyükşehir belediyesi için, evet, az bir zamandır ama seçimlerden önce sanki bir gecede, akşamdan sabaha her şey güllük gülistanlık olacak gibi bir söylem tutturursanız “Altı ay bizim için yeterli değil” diye derdinizi anlatamazsınız. Kaldı ki bu tabloya bir de Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul sorunlarından çok Türkiye siyasetinin genel problemleriyle gündeme gelme çabalarını eklemek gerekir.

Ankara’da Mansur Yavaş daha yerel odaklı birtakım icraatlarla meşgulken İmamoğlu’nun bagajında ve zihninde bambaşka hedeflerin olduğu her fırsatta anlaşılıyor. Ancak doğrudan halkın oylarıyla seçilen Cumhurbaşkanlığı gibi bir makama talip olmak ve halktan da teveccüh görebilmek için İmamoğlu’nun İstanbul’da rüştünü ispatlaması gerekir. Ve fakat İmamoğlu bu realiteyi atlıyor. Daha açıkçası İmamoğlu da bu realitenin farkında ama sorun şu ki, salt kucaklaşma, sevgi, birlik-beraberlik retoriğiyle ve ittifak dinamikleri sonuç aldığı için esasında masasında değerlendirebileceği çok da fazla proje ve program yok. Kendisinin de bu yönde bir arayışının da olmadığı görünüyor. 

Yeni sarsıntılar 

CHP’nin 31 Mart seçimlerinden sonra yakaladığı hava ya da “ruh” tam da bu retorik ve konjonktürel dinamik üzerinden şekillenmişti. Bir de ülkedeki geçen yazda yaşanan kur krizi ve buna bağlı olarak yükselen fiyatlar CHP’nin işini kolaylaştıran bir diğer faktör oldu. Seçimlerden sonra ise, yürüttüğü ‘cephe siyasetiyle’ siyasi kariyerindeki en rahat günlerini yaşayan bir Kemal Kılıçdaroğlu figürü vardı karşımızda. Kemal Kılıçdaroğlu’nun gösterdiği adaylar şayet başarılı olamasa, Muharrem İnce önderliğindeki bir muhalif kanadın parti yönetimine bayrak açması adeta kesin gibiydi. Ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun planları tuttu ve parti içi muhalefetin de seçim sonrasında olası bir kalkışması etkisiz kılındı. 

24 Haziran seçimlerinde CHP’nin ve Yeni Türkiye’nin umudu edasındaki Muharrem İnce ise, artık milletvekili de olmadığı için, kişisel birkaç ziyaret vesilesiyle ve çevresindeki küçük bir eş-dost ekibiyle beraber sosyal medyadan ara ara ben de buradayım dercesine paylaşımlar yapıyordu. CHP’nin bu görece dingin görüntüsü Sözcü Gazetesi’nden Rahmi Turan’ın bir iddiasıyla sarsıldı. Aslında Kongre’ye giden CHP’de Ekrem İmamoğlu’nun kampanya danışmanlığını yapan Necati Özkan’la Canan Kaftancıoğlu arasındaki diyalog ve İmamoğlu’nun da bu diyaloğa ilişkin Kaftancıoğlu’nu çok da teskin edecek bir açıklama yapmaması bu sarsılmanın habercisiydi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun partideki en güçlü zamanı olsa ve görece bir seçim zaferi sonrasına rastlasa bile CHP Kongre’sinin yine hareketli geçeceğinin emaresiydi bu diyalog. Ancak Rahmi Turan’ın iddiası, Kaftancıoğlu ile Necati Özkan arasındaki diyalogdan kat kat fazla sonuçları olan bir krizi tetikledi. 

Süreç bir anda CHP’nin parti içi krizine dönüştü. Bir komplo kurulduysa şayet bunu kimin kurduğu, bu komplonun kime karşı kurulduğu üzerine epeyce spekülasyon yapılabilir. Ancak ortada açık bir iddia ve iftira var. Bu iddia ve iftiraya Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk değerlendirmesi ise krizi derinleştirdi. Şayet Kılıçdaroğlu, “Doğrudur, isim vermek istemem” yerine bu iddiaları yalanlayan bir değerlendirme yapsaydı bu mesele müfteri gazetecilerin üzerine kalırdı. Ancak Kılıçdaroğlu’nun bu değerlendirmesi bir anda parti içi hizipleşmeleri hortlattı adeta. İddiada adı anılan Muharrem İnce ilk etapta çok sert tepki gösterdi ve CHP Genel Merkezi’ni suçladı. 

Siyaset dışı müdahaleler 

Kendi gazeteci meslektaşları tarafından bile meslektaş olmaktan çok da hoşnut olunmadığını anlamadığımız iki gazetecinin bir iftirasının böyle bir krize yol açmasının bize gösterdiği iki temel sonuçtan bahsedilebilir. Bunlardan birincisi CHP Genel Merkezi ve özelde de Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu kriz yönetme konusunda hâlâ çok başarısız. Şayet Kılıçdaroğlu bu krizi başarılı bir şekilde yönetseydi 31 Mart sonrası başarıya ulaştığı düşünülen ‘cephe siyasetinin’ mimarı olarak prestijini bir müddet daha devam ettirebilirdi. Ancak yaşanan son olay CHP’nin aslında hiç de yenilenmediği, yeni bir ‘ruh’la yeni bir CHP söylemlerinin en ufak bir krizde çöktüğünü göstermektedir. Ayrıca, bu krizin kenarında olmasına rağmen Ekrem İmamoğlu gibi isimlerin de dolaylı olarak da olsa gündeme getirilmesi ve onlara bir yol açma teşebbüsü olduğu iddialarını dikkate almakta fayda var. Zira son aylarda bazı çevrelerce ısrarla Türkiye siyasetinde ‘eski’ aktörlerin miadını doldurduğu ve yerlerini Ali Babacan, Ekrem İmamoğlu ve hatta Selahatin Demirtaş gibi isimlere bırakmaları gerektiği yönünde görüşler dile getirilmekte. Nitekim çok da komplocu düşünmemek kaydıyla, CHP içindeki bu krizin en ateşli olduğu günlerde Ali Babacan ve Ekrem İmamoğlu’nun canlı yayınlara çıktığını hatırlamak gerekebilir. 

CHP içi krize dönüşen bu hadisenin ikinci bir sonucu ise, siyasete bu tür operasyonel, komplocu müdahalelerin siyasetin normal seyrini engellemesi olmuştur. Türkiye siyaseti, siyaset dışı aktör ya da kliklerin siyasete müdahalesine maalesef alışık bir geleneği temsil eder. Geçmiş dönemdeki kaset operasyonları, yasa dışı dinlemeler ya da yargı yoluyla müdahaleler bunun en belirgin örneklerindendir. Ancak bu tür müdahalelerin en büyük zararı yine siyasete ve siyasal işleyişe ve dolayısıyla da Türkiye’ye olmaktadır. Türkiye siyasetinin ve siyasal aktörlerin bu tür komplocu ve operasyonel girişimlere prim vermemesi gerekir. Böyle girişimler, daha önce bu platformda Tuncay Önder Hoca’nın ifade ettiği gibi, siyaseti kötürümleştirmektedir. İttifaklar ve ittifak stratejileri bir yere kadar kabul edilebilir ve dönem dönem Türkiye siyasetine yeni açılımlar da getirebilir. Ancak siyasetin, siyasal aktörlerin siyaset dışından dizaynı ya da aynı parti içindeki bir klik tarafından bu tür taht oyunlarına girişilmesi ülke gündemini gereksiz yere işgal ettiği gibi uzun vadeli sonuçlar da doğurabilir. CHP lideri Deniz Baykal’ın istifa ettirilmesi bunun en bariz örneğidir. Bu tür olaylardan ağzı yanan bir parti olarak CHP ve CHP yönetiminin de en azından kendi içindeki bu tür girişimleri kamuoyunu aydınlatacak şekilde açığa kavuşturması gerekir. 

[email protected]