CHP-HDP işbirliği yahut Türkiye'nin Lübnanlaşması projesi

Dr. Murat Yılmaz / Siyaset Bilimci
20.02.2021

Zorlama ABD ve NATO görüşleri, CHP'yi, CHP-HDP işbirliğinin aşılamaz çelişkilerini zihnen ve zımnen çözeceği varsayımına götürüyor. Bu zihniyet ve siyaset CHP'yi, Milli Mücadele sırasında işgalcilerle mandacı ilişkiler geliştirerek kurtuluşun mümkün olduğunu düşünen aktörlere dönüştürüyor. Bu tavrın, CHP'yi giderek ontolojik bir krize sokması kaçınılmazdır.


CHP-HDP işbirliği yahut Türkiye'nin Lübnanlaşması projesi

CHP'nin HDP ile işbirliğinin sebeplerini CHP'ye karşı olanlar da CHP'deki parti içi muhalefet de CHP'den ayrılan Mustafa Sarıgül'ün Türkiye Değişim Hareketi de Muharrem İnce'nin Memleket Hareketi de CHP'de Kılıçdaroğlu'nu destekleyenler de tartışıyorlar... Bu tartışmalar sebepsiz değil. Çünkü CHP-HDP işbirliği her halükarda her iki taraftan da izaha muhtaç anlaşılmaz bir alan üzerinde gerçekleşiyor. Tarihi ve ideolojik olarak birbirlerine karşıt hatta düşman olması gereken bu iki partinin işbirliği dinamiklerini anlamak, Türkiye siyasetinin görünmeyen dinamiklerini de anlamak anlamına gelecektir.

CHP açısından CHP-HDP işbirliğinin sebepleri, Erdoğan karşıtlığı yahut Cumhurbaşkanlığı sisteminin yüzde 50+1 oy kazanmayı icbar eden mantığı veyahut CHP ve HDP'nin muhafazakar cepheye karşı laik bir cephe oluşturması ve ikisinin de sol bir ideolojiye sahip olması olabilir mi? Bu son ihtimal, CHP'nin içinde yer aldığı Millet İttifakı'ndaki kompozisyon itibarıyla çok anlamlı değil. Sadece Saadet Partisi'nin, DP'nin, Deva ve Gelecek partilerinin varlığı değil, hatta tabanında şehirli laik unsurlara rağmen muhafazakar unsurları da olan "milliyetçi" İyi Parti de bu ihtimali anlamsızlaştırıyor. Bu yüzden CHP-HDP işbirliğini ve bu işbirliğinin Millet ittifakı'nın içine ciro edilmesini anlamak için, tarihi ve ideolojik yönlerden ziyade belki de dış politika angajmanlarına bakmak anlamalı olacaktır.

Bağımlı yapılar

Soğuk Savaş'ın bitmesi ve ABD ile Batı bloğunun yeni Ortadoğu vizyonu, Türkiye'nin milli menfaat ve egemenlik haklarıyla bağdaşmıyor. ABD, İsrail ve onlarla beraber hareket eden Batılı ülkelerin Ortadoğu'da Irak ve Suriye başta olmak üzere birçok ülkenin sınırlarını yeniden çizmek, Kürdistan başta olmak üzere yeni etnik/mezhebi siyasi yapılar inşa etmek ve bölgeyi Lübnanlaştırarak merkezi ulus-devletleri dağıtarak içeriden yönetilmesi mümkün olmayan bağımlı siyasi yapılar ortaya çıkarmak istekleri artık aşikâr... Bu projeye otoriter veya demokratik güçlü ulus-devletleri kendisine tehdit olarak gören körfez monarşileri ve bu parçalanmayla muhtemel rakiplerini bertaraf ederek bu ülkelerdeki Şii/Alevi nüfus üzerinde hakimiyet kurarak jeopolitik imkanlar elde edeceğini düşünen İran da tam anlamıyla karşı çıkmıyor...

Bu projeye karşı çıkan ve direnen Erdoğan olduğu için, Türkiye bu ülkelerin gizli açık hedefi haline geldi... Tabii ki, Erdoğan bu mücadelede yalnız değildi. Türkiye bu projeyi farkettiği andan itibaren bu projeye karşı direnecek bir hazırlığa yöneldi. Vesayet sisteminin, darbelerin ve Batılı ülkelerin istihbarat faaliyetlerinin zarar verdiği siyaset ve bürokrasi, yaşadığı tahribata rağmen, yaklaşan tehlikeyi fark ederek tedbirler almaya yöneldi. Güvenlik sektörünün seçilmiş demokratik iktidar tarafından yönetilmediği ve farklı darbeci grupların varlığı, bu tedbirlerin bütünlüklü bir şekilde gelişmesine mani olsa da, siyaset ve bürokrasinin içinde tehlikeyi görenler ellerinden gelenleri yapmaya başladılar. Buna karşılık, Soğuk Savaş döneminin ve vesayet sisteminin şartları içinde düşünen bir kısım siyasetçi ve bürokrat ise bu yeni senaryoya karşı çıkmak yerine, desteklediler... Hatta karşı çıkanlara karşı, maalesef ölümüne bir mücadele vererek Türkiye'deki iç cepheyi bölmeye çalıştılar. Bu mücadele hala devam ediyor. Fakat önce Türkiye'nin bu yeni tehditi nasıl okuduğuna bir örnek verelim.

Temel çerçeve

Bunlardan dikkat çeken bir örnek, 2007'de zamanın MİT Müsteşarı Emre Taner'den geldi. MİT Müsteşarı Emre Taner, MİT'in 80. kuruluş yıldönümü dolayısıyla alışık olmadığımız bir açıklama yaptı. Bu açıklama, MİT'te yürütülen reform çalışmalarının 2007'de tamamlanacağını ifade ederken, bu reforma yön veren temel çerçeveyi resmetmeye çalışıyor: Soğuk Savaş dönemine, günümüze ve geleceğe ilişkin teknolojik değişimin tetiklediği ve hayatın bütün alanlarına sirayet edecek değişim paradigmasının algılanmasında yaşanan problemlerin altı çiziliyor. Bu algılama eksikliğinin statükoculuktan kaynaklandığını, önümüzdeki dönemde Türkiye'nin Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslardan Orta Asya'ya kadar uzanan hinterlandında, sınır değişikliklerine kadar varacak belirsizlikler olduğunu vurgulayan Taner, bekle-gör politikasının terk edilerek pro-aktif bir politikaya geçilmesinin gerekliliğine işaret ediyor. Teknolojik gelişmeler, küreselleşme ve bölgesel belirsizlikler yüzünden ulus devletlerin tehlike altında olduğunu, hatta bazı ulus devletlerin varlıklarını devam ettiremeyeceğini söyleyen Taner, Türkiye'nin istikrarsızlık ortamında güçlü ekonomi, kusursuz dış politika ve caydırıcı askeri yapılanma ile reforme edilmiş aktif bir istihbarat teşkilatına ihtiyaç duyduğunu kaydediyor.

Reform politikaları

Bu mühim tespit, siyaset ve bürokrasi içinde farklı kırılmalara yol açtı. Erdoğan ve AK Parti, bu duruma karşı Türkiye'yi bölgeden olumlu olarak ayrıştıracak bir açılım ve reform politikasına yöneldi. Gelen tehdit dalgasına karşı "evini temizleyerek" ilk hazırlığını yapan Türkiye'de, bu tehdit dalgasını içeride yeni bir siyasi kompozisyon için kullanmak isteyen aktörler de bu dönemde ataklarını sıklaştırdılar... PKK'yı silah bıraktırmak için çalışan MİT'in 7 Şubat 2012'de FETÖ tarafından hedef alınması; Mayıs 2013 Gezi kalkışması, 17-25 Aralık FETÖ'nün yargı darbesi teşebbüsü; Ocak 2014'te MİT Tırlarına FETÖ'nün operasyonu; HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ınn çağrısıyla başlayan 6-8 Ekim sokak kıyımı; Ağustos 2015'deki "öz yönetim" ilanıyla başlayan hendek terörü; 2015de DEAŞ ve PKK'nın siyaseti etkilemek için başlattıkları sivillere yönelik bombalı katliamlar ve nihayet 15 Temmuz 2016'daki FETÖ'nün darbe teşebbüsü bu serinin birbirine bağlı olaylarıdır...

Bütün bu olayların Türkiye'nin Irak ve Suriye'nin parçalanmasına karşı çıkması ve buna karşı mücadele edeceğinin anlaşılmasıyla, Türkiye'yi içine kapatmak amacına matuf olduğu açıktır. Erdoğan bu projeye karşı açıkça mücadele ederken, FETÖ ve PKK'nın terör ve darbe teşebbüsleri dışında siyasi direnç ve komplolarla da karşılaştı. Bunları hatırlarsak, bugün Erdoğan karşısındaki ittifakın dış politika mantığını da anlayabiliriz. Her şeyden evvel yukarıda saydığımız terör ve darbe teşebbüsleri karşısında CHP'nin nerede durduğunu hatırlamalıyız. CHP bütün bu süreç karşısında meşru şekilde seçilmiş Erdoğan'ın karşısında durdu. Ancak CHP'den önce Abdullah Gül'ün olayların başlangıcından itibaren ikircikli durumunu ve Erdoğan karşısında mevzilendiğini hatırlayalım. Gül, açıkça Türkiye'nin hiçbir şekilde ABD/Batı'nın ve Ortadoğu projesinin karşısında olmaması gerektiğini ihsas etti. Abdullah Gül'den sonra Başbakan Ahmet Davutoğlu hizbi de ABD- İsrail ve Batılı koalisyonun Suriye, Irak'ın parçalanacağı yeni Skyes- Picot bölüşümünde Türkiye'nin Batı'nın yanında durarak ve HDP'ye taviz vererek en az zararla kurtulacağını, Batı'ya direnmenin mümkün olmadığını ve bunun için de Batı'ya direnmeyi tercih eden Erdoğan'ın usulü dairesinde AK Parti'den uzaklaştırılarak cumhurbaşkanlığında veya Yüce Divanda etkisizleştirilmesini denedi.

Başarısız aktörler

HDP/ PKK/ Öcalan ise başlangıçtan itibaren ABD, İsrail, Batı koalisyonu, Körfez ülkeleri, İran ile içeride de FETÖ ve Batıcıların baskı yahut darbesiyle içeride ve dışarıda her şeyi alacakları hesabını yaptılar. Bu her şey, Türkiye'de demokratik özerklik, HDP'nin koalisyon ortağı olması, Öcalan'ın tahliyesi ve önce Suriye'deki PYD devletinin ve sonrada Suriye, Irak, Türkiye ve İran'daki dört yapılı konfederasyonun başına gelmesiydi.

Bütün bu projeler, Erdoğan'ın yürüttüğü büyük mücadeleyle başarısız oldu. Ancak bu projelerin başarısız aktörleri, ABD'de Biden'ın başkan seçilmesiyle kazandıkları motivasyonla yeniden denemek istiyorlar. İlk hedefleri şu veya bu şekilde Erdoğan'ı devirmek... Bundan sonraki fasılda ittifakın içindeki her aktör; ilişkide olduğu yabancı devletler, devlet içinde kendileriyle işbirliği yapacaklarını düşündükleri aktörler, büyük sermaye ve medya desteğiyle ittifakın yönetimini ele geçireceğini var sayıyor. Türkiye'de siyasette ne olacağına ABD'nin karar verdiğini düşünen bu siyasi elitin, böyle düşünmesi gerçekçi değil ama başka türlüsünü bilmedikleri için onların siyaset dünyasındaki gerçeklik bu. O yüzden kapalı kapılar ardında ABD ile en yakın ilişkiyi kendisinin geliştirdiğini düşünen her aktörün, gönlünde bir aslan yatıyor. Bunu gayet iyi bilen ABD ise her aktörün gönlünü çelecek bir elma şekeri vaat ediyor. İktidarı seçmenin değil ABD'nin verdiğini düşünen bu aktörler de en Amerikancının kendileri olduğunu gösterme yarışı içindeler. Bu coşkulu yarış, ABD'nin karar verme sürecini etkileyecek hatalı bilgi havuzunu şimdiden garanti ediyor.

Yeni gerçeklik

Soğuk Savaş döneminde siyasi sosyalleşmesini tamamlamış siyasi, bürokratik, akademik ve gazeteci elitlerin ABD ve Batı'ya rağmen bir siyaset ve Türkiye anlayışını kabul etmeleri mümkün değil. O yüzden de yeni gerçekliği kabul etmeden mesleki ömürlerini tamamlamaları kuvvetle muhtemel... Onlar ABD'nin bir Süpermen gücüyle dünyayı ve Türkiye'yi kendi siyasi sosyalleşmelerinin teşekkül ettiği güzel ve konforlu Soğuk Savaş günlerine döndüreceğini zannediyorlar. Suriye ve Irak'ın bölünmesi halinde Türkiye'nin yaşayabileceği problemleri düşünmek dahi istemiyorlar. NATO ve ABD'nin, yeni başkan Biden'ın onların bildiği dünyayı ve Türkiye'yi mutlaka koruyacağını düşünüyorlar.

Tabii bir de bunun mümkün olmadığını bilen aktörler var. Mesela HDP, yeni durumunda her şeyi alarak Türkiye'nin kuruluş felsefesinin ortadan kalkacağı ve Lozan'ın yıkılacağı siyasi şartların gelişmesini bekliyor. CHP elitlerinin küçük bir kısmı ise HDP'nin öngörülerini paylaşırken kalan çoğunluk ise, HDP'nin tam tersi tam tersine yanlış bir dünya ve Türkiye okuması içinde... CHP elitlerinin çoğunluğu, Abdullah Gül, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu ve Meral Akşener gibi Erdoğan giderse hiçbir şeyin değişmeyeceği, 27 Mayıs sonrası bir vesayet sistemi ve Soğuk Savaş dönemindeki gibi Türkiye'nin bütünlüğünün NATO ve ABD garantisi altında olduğu bir bölge ve dünyanın geri geleceğini varsayıyorlar. Zorlama ABD ve NATO görüşleri, CHP'yi, CHP-HDP işbirliğinin aşılamaz çelişkilerini zihnen ve zımmen çözeceği varsayımına götürüyor. Bu zihniyet ve siyaset CHP'yi, Milli Mücadele sırasında işgalcilerle mandacı ilişkiler geliştirerek kurtuluşun mümkün olduğunu düşünen aktörlere dönüştürüyor. Bu tavrın, CHP'yi giderek ontolojik bir krize sokması kaçınılmazdır. Son Gara operasyonunda CHP'nin tavrı, bu bakış açısını artık CHP içinde de daha çok tartışmaya açacaktır. Bu durumu farkeden CHP'lilerin, CHP'den farklarını gösterecek şekilde yeniden "fırkalaşmayı" tercih ederek kopup kopmayacakları, "sahnenin dışındakiler"e katılmayı tercih ederek partiden uzaklaşmayı seçip seçmecekleri ise önümüzdeki günlerin tartışma konusudur. Milletin Türkiye'nin Lübnanlaşmasına izin vermeyeceğini en azından 15 Temmuz gecesi dahi anlamamış olanlara ise, milletin herhalde söyleyecekleri vardır...

[email protected]