Çıkarı perdeleyen kutsallık

Prof. Dr. Naci Bostancı/Amasya Milletvekili
10.05.2014

İnanç söz konusu olduğunda huşu içinde onun sesini dinlemek önemlidir. Fakat o huşu dolu ses bazen teatral bir tonlama ile nüfuz edicilik kazanır. İnanç temelli ilişkilerin “kendi gerçek çıkarlarının bir aracı olarak kutsalı kullanma” eğilimi taşıyıp taşımadığını anlamak için bazen o huşunun içinden sıyrılmak ve sorgulayıcı gözlerle etrafa bakmak gerekir. Unutmayalım ki bu, ilişkili olduğumuz kutsalın bizi çağırdığı çok temel bir görevdir.


Çıkarı perdeleyen kutsallık

İnanç, insanlığın en temel tutum ve hayat pratiklerinden birisi. İnsanlık tarihi aynı zamanda bir inanç tarihidir. Dinler, mezhepler, ayinler, ritüeller bu dünya ile ötesi arasında kurulan bağların çeşitli şekilleri olarak karşımıza çıkar. İnanca dair kategoriler, anlatılar farklı olabilir fakat insan denen varlığın inanç karşısındaki tutumunun ortak olduğunu söyleyebiliriz: İnanmak. Kimileri ateistleri, inançlara mesafeli duran çeşitli akımları, akılcılığı yükselten Voltaire gibi isimleri hatırlayarak “iddialı bir söz oldu” diye düşünebilir. Hemen belirtelim, hayır! Çünkü inanç, ilişkili olduğu bilme biçimi ve anlatısını inşa ettiği referansları itibariyle sadece dini mahiyette olmaz. Dinlere ateşli bir şekilde karşı duranlar, “metafizik safsatalara boyun eğmeyeceklerini onurla” söyleyenler, aslında tezlerini kanıtlamak için kullandıkları dili ve bizatihi o dilin sahibi olarak ait oldukları kişisel ve kolektif arka planı analiz etseler “inanç kategorisiyle” mutabık ne çok unsurdan hareket ettiklerini şaşırarak görebilirler. Aydınlanma dönemini çarpıcı bir şekilde anlatan ve rahmetli Erol Güngör tarafından dilimize çevrilmiş olan “Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme” kitabının yazarı P. Hazard, dönemin insanının ilahi olanı tahtından indirdiğini ama onun yerine yeni bir ilah olarak, sorgusuz sualsiz aklı çıkarttığını söyler. Böylelikle akıl da akıl olmaktan çıkmakta, kutsanmış ve metafizikleştirilmiş bir kaynağa dönmektedir.

Siyasetin kutsalla flörtü

Sosyolojiyle uğraşanlar inancın sadece dini mahiyette ortaya çıkmadığını iyi bilirler. Gündelik hayatın içinde de ilişkilerimize eşlik eden inanç kategorileri vardır. Biz kimi iddiaları, değerlendirmeleri, tanımlamaları sorgulamaksızın, saf bir inançla kabul etmesek, toplumsal hayatı sürdürmemiz mümkün olmaz. Her şeyi akılcılığın gözlem, deney ve test etme çizgileri üzerinden okuyarak hayatı sürdürmeye kalkan bir insanın daha günün başında pes etmesi mukadderdir. J. L. Borges’e bir hayranı yaklaşır ve karşılaşmanın heyecanıyla “Siz, siz Borges’siniz değil mi?” diye sorar. Borges soğukkanlı bir şekilde baktıktan sonra “Evet, bazen” diye cevap verir. Bu ironik cevap aslında kişinin, ayrılmaz bir parçası olan kimlikle olan ilişkisine dair zenginleştirilecek ve inançla ilişkimiz bağlamına yerleştirilecek bir alanın kapılarını açar. Mesela, kendimiz hakkında da inançlarımız vardır. Bu tasavvuri kabuller, hayatın içindeki testlerde bazen darmadağın olur. Ancak o zamana kadar nasıl birisi olduğumuz hususunda “inançlarımızı” sürdürürüz. Sahip olduğumuz bilgileri inanca çevirebiliriz mesela. “İçine gömülü olduğumuz toplumsal ilişkilerin bize sunduğu toplum haritasını” saf gerçekliğin bir temsili gibi görebiliriz. Eflatun mağara metaforuyla bilginin gerçekle ilişkisine bir kapı açarken “inançla” bağını da ortaya koymaktadır. Mağara duvarına yansıyan gölgeyi hayatın gerçek temsili sanan zihin, inanç düzeyine yükselttiği bu algı üzerinden ilişkilerini kurmakta değil midir? J. Nash, şifre çözümünün matematik işlemleriyle fazlasıyla meşgul olduğunda artık her şeyi bir şifre gibi görmeye başlayarak şizofreniye geçiş yapmıştır. Herkes için “mesleki uğraşların, toplumsal ilişkilerin körlüğü” bu tür inanç düzeyine yükseltilmiş yarım hakikatler sebebiyle kişiyi şizofreninin kapısına götürmeyebilir fakat o yolun üzerinde kimi duraklarda olduğunu “eleştirel bir aklın sahipliği” ile gösterebilir.

Saf kategori-çıplak gerçek

Kutsalın alanının üç kere üç dokuz kesinliği içinde teşekkül etmemesi, kendisini ötekilerden ayıran sınır derinleştikçe kişinin onur düzeyini yükselten içsel bir anlatının varlığı çözümlenmesi gereken toplumsal durumlar doğurur. Eflatunvari söyleyecek olursak, idealar aleminde saf kategoriler ve bu bağlamda saf inanç gerçekliği olabilir, bunu hatırlatan anlatılar, anekdotlar da gündelik hayatın içinde sıkça kullanılabilir fakat hayatın “çıplak gerçekliği” insanın olduğu yerde hiçbir saflığa izin vermez. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi olarak, Hıristiyanlıktaki hususen dinle ilgili bir toplumsal sınıf düzeyindeki Papadan başlayarak hiyerarşik bir şekilde örgütlenmiş din adamlarının siyasetle, iktidar ilişkileriyle kurdukları ilginç ve ilham verici bağlar dile getirilir. Eleştirel bir şekilde bakıldığında onlar kutsalı, statü ve kazanç arayışının bir unsuru olarak özel bir şekilde yorumlamışlar, dünyevi iktidarlarla kutsalı yedekleyerek mücadeleler etmişler, nihayet güç ilişkilerindeki yerlerine uygun olarak sürekli yeni teolojik yorumlara gitmişlerdir. Ortaçağ’da ruhani iktidarın dünyevi iktidarın üzerinde olduğu tezi ile mutlak otoritesini ilan eden Vatikan, merkezi krallıkların kurulduğu oradan güçlü imparatorluklara gidildiği bir zamanda “mecburen” konumunu daha gerilere taşımak, önce eşitlik sonra itirazları esas alan bir yaklaşımın mücadelesini vermek durumunda kalmıştır. Reform hareketleriyle birlikte “her inananın kendi başına kilise olduğu” tezi ile kilisenin bu örgütlü siyaset, iktidar ve ideoloji mücadelesine karşı çıkanlar, meşruiyetlerini tam da buradan devşirmeye çalışmışlardır. Kilisenin disipline, hiyerarşik yapısına, dini sınıfın güç ve iktidar bağlamındaki yerini esas alan teolojik yorumlarına itiraz eden Protestanların, bir süre sonra alternatif bir örgüt kurma eğilimiyle yüzleşmeleri ilginçtir. Örneğin sadece rahipler sınıfından ibaret olduğu sanılmasın. Her tür kutsal örgütlenmesinin az çok buna benzer, akraba bir çizgide yer aldığını söylemek abartı sayılmamalıdır. İslamiyet’in tarihinde de dört halifeden ikisinin şehit edildiğini unutmayalım. Camel vakasında saf tutanların aynı dinin ateşli müminleri olduğu ortadadır. Mezhepler arasında imiş gibi görülen savaşların arkasında iktidar ve çıkar arayışları vardır. Saf bir çözümleme olarak hakikatin ne olduğu düşüncesi ile iktidara odaklanan ve onun bir fonksiyonu olarak kutsalı öne süren anlayış arasındaki mahiyet farkı açıktır. Birincisi ile yeryüzünde meşgul olan insan sayısı her zaman  çok azdır, ikincisi ise kolaylıkla yığınlarla buluşabilmiştir.

Kitlelerin gölge oyunu

İnsanın inançla ilişkisinin “cennet ve cehennemi aynı anda içerecek şekilde” bir melezleme, bu dünya ile ötekini birbirine bağlama, ideoloji, çıkar, egemenlik arayışları ile kutsalı bir araya getirme haline elde var bir olarak bakabiliriz. Bu temelde sorun değildir, sorun indirgemedir, sorun, çıkar ilişkilerini bütünüyle perdeleyerek saf bir kutsal ilişkisi olarak kitlelere sunmak ve tabir caizse onlar için bir “yanlış bilinç” doğurmaktır. Sorun tıpkı bir gölge oyunu gibi kitleleri gölgelere dayalı anlatı üzerinden seferber ederken, arkadaki gerçek çıkar ilişkilerini onların gözünden saklamak için kutsalı bir perde olarak kullanmaktır. Bunu sorun haline getiren, tam da bu yöntemin gözler önüne serdiği gibi “gerçek çıkar ilişkilerinin kitlelerin gözünden kutsal ile ayartılarak saklanacak nitelikte dünyevi, saf çıkar ilişkisi olarak var olmasıdır. Her saklama, kutsalı öne çıkartarak arkasına dünyevi çıkarı yerleştirme hali, yapısı gereği kirlenmeye, başka insanları kendi amaçlarının aracı olarak kullanarak sefilleşmeye müsaittir.

Kendi amaçlarını, var oluşlarını dünyevi bir zemine yerleştiren yapıların kutsalla bağlantısı bir gizleme, çıkar ilişkilerini örtme biçiminde olamaz. Mesela siyasi partiler gibi. Çünkü zaten oraya ait olmayı düşünen, kendini orada gören insanlar ne tür bir yapı olduğu hakkında açık seçik bir kanaate sahip olabilirler, bunu sağlayacak bir görüntü ile karşılaşırlar. Ancak kendini pür kutsalın temsilcisi olarak takdim eden, retoriğini bunun üzerine kuran, jestlere kadar sinmiş bir kutsallık halesi içine kendini sarıp sarmalayarak ruhani bir hava yaratan örgütler, bir toplumsal grup kimliği kazandıkça bir yandan daha fazla siyasete, ekonomiye bağlı hale gelirken diğer yandan da ruhani anlatımı daha da güçlendirmek lüzumunu hissederler. Çünkü toplumsal grubun dünyevi arayışları kitleselleştikçe daha görünür hale gelecek, bunu örtmek için tıpkı tahtıravalli gibi kutsal anlatısına daha güç vermek gerekecektir. 

Bu tarihi gerçeklik Türkiye siyasetinin bugünkü halini anlamak bakımından da ilham vericidir. Unutmayalım ki hiçbir toplumsal olay nevi şahsına münhasır değildir, başka örneklerin analojileri üzerinden anlaşılmaya müsaittirler. Kendini kutsalın temsilcisi olarak gören bir yapı ve onun siyasetle, ekonomiyle ilişkisi tarihteki başka örneklerinde olduğu gibi bizde de belli bir güzergah üzerinden yürümüştür. Bu iradi midir, değil midir, o ayrı bir bahis, fakat bu tür yapıların belli bir büyüklüğe ulaşmasının ardından tarihi kaderinin böyle teşekkül ettiğini, bunu önlemek imkanlarını kullanmaya pek eğilim göstermediklerini söylemek yanlış olmayacaktır.

İnanç söz konusu olduğunda huşu içinde onun sesini dinlemek önemlidir. Fakat o huşu dolu sesin bazen teatral bir tonlama ile nüfuz edicilik kazanır. İnanç temelli ilişkilerin “kendi gerçek çıkarlarının bir aracı olarak kutsalı kullanma” eğilimi taşıyıp taşımadığını anlamak için bazen o huşunun içinden sıyrılmak ve sorgulayıcı gözlerle etrafa bakmak gerekir. Unutmayalım ki bu, ilişkili olduğumuz kutsalın bizi çağırdığı çok temel bir görevdir.

[email protected]