Çileden çıkma hakkı

0
24.09.2012


Çileden çıkma hakkı

Murat Güzel / Yazar
Faslı Marksist düşünür Abdullah Laroui, Türkçe’ye “Tarihselcilik ve Gelenek” adıyla çevrilmiş kitabında klasik İslam tarihçiliğinin gözbebeği Taberi hakkında ilginç bir gözlemde bulunur. Taberi, Asr-ı Saadet sonrası olayları aktarırken son derece kuru, tatsız tutsuz, tarafsız, tutkusuz, yansız ve bugünkü ölçütlerle “nesnel” diyebileceğimiz bir dil ve üslup tutturur. Müslümanların girdikleri savaşlarda kazandıkları ne zaferler baştan çıkarır bu üslubu, ne de onların yenilgileri matem dolu, hüzünlü bir anlatımla okura aktarılır.
Laroui’ye göre Taberi’nin benimsediği bu tatsız tutsuz üslubun temel sebebi onun Asr-ı Saadet’te hakikatin tamamlanmış olduğunu düşünmesi ve sonraki gelişmeleri de bu tamamlanmış hakikate nazaran epey önemsiz addetmesidir. Her iki olay grubunun da, yani Müslümanların zaferleri ve yenilgilerinin de eşit derecede kuru bir dille okura aktarılmasının sebebi budur. Çünkü Asr-ı Saadet’ten, yani “Allah’ın nurunu” tamamladığı dönemden sonraki dönemlerde ne yaşanırsa yaşansın, bu yaşananlar hakikate değgin herhangi bir etkiye sahip değildir. Asr-ı Saadet sonrası yaşanan olaylar hayal perdesinde gezinen birtakım gölgelerden başka bir şey değildir sanki, yaşanmış ya da yaşanmamış olmaları bile Taberi’nin üslubunda bir değişikliği getirmez handiyse.
Taberi’ye ait tarihyazımının üslubundan yola çıkarak bir tür nihilizmle karşı karşıya olduğumuzu bile söyleyebiliriz. Savaşların kazanılması ya da kaybedilmesinin, hakikatin aktüelleşmesine ilişkin herhangi bir iması ya da etkisi olmayacağından dolayı eylemenin kendisinin dahi anlamsızlaşabileceği bir eşiği gösterir bu üslup. Taberi’nin yazdığı tarihte üsluba ilişkin geliştirdiği tutum, yani nesnellik eninde sonunda “önemsiz”e dair söz söylemek zorunda kalmış birinin bu zorunluluktan mütevellit kötümserliğidir belki de.
Müslümanların özgüveni
İlginçtir, Alman Dili ve Edebiyatı Profesörü Zeynep Sayın da, başka bir vesileyle, benzeri bir gözlemde bulunur. Sayın’a göre Ortaçağ İslam dünyasındaki metinlerde “öteki”nin, yani Batı’nın kültürüne, diline, dinine ilişkin fazlaca bir malzeme bulamazsınız. Müslüman müellifler öyle bir özgüvenle, hakikate dair taşıdıkları kuşkudan azade bir inançla yazarlar ki diğer kültürlerdeki hemen hiçbir şey onların üyesi oldukları kültürün içsel hakikatini tehdit edebilecek bir gözleme dahi konu olmazlar. Biruni’nin kaleme aldıkları ve Müslüman seyyahların yazdıkları haricinde diğer kültürlere dair kapsamlı eserler kaleme alan Müslüman müelliflere pek rastlanmaz. Müslümanlar, kelam disiplini içinde Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa yöneltilmiş bazı polemik eserler haricinde diğer kültürlerin hakikat anlayışını, yaşam tarzlarını, dünyaya bakışlarını, deyim yerindeyse, “merak” bile etmezler.
Elbette diğer kültürlerin, İslam’ın hâkim olduğu topraklarda bir zamanlar hüküm sürmüş kültür ve medeniyetlerin etkileri heterodoks unsurlar üzerinde baskın, Sünnilik’te ise silik şekilde izlenebilir. Fakat gerek heterodoks gerekse Sünni İslam içinde bu tür etkiler bir şekilde “daire”nin içindedir ve “daire”nin kabında şekillenmişlerdir. Hatta İslam kültürü içinde bu etkiler öyle bir senteze kavuşturulmuşlardır ki, artık dairenin dışındaki kültürlere bile ait sayamazsınız onları.
Sayın’ın bu tespiti, Müslümanlar’ın özgüveninin diğer kültürlerin bir nevi görmezden gelindiği, varlıklarıyla yoklukları arasında herhangi bir farkın kalmadığı bir kültürel kertedeki şekillenişini, bir “öteki” yokluğunun doğurduğu ya da doğurabileceği sorunları ele almaya imkan tanırken, “kültürel kıyaslanamazlığa” da kapı aralıyor. Müslümanların kendi kültürleri için öngördükleri “batıl denizindeki hakikat adası” statüsü, onların entelektüel enerjilerini, dışarıyla değil, birbirleriyle uğraşmalarıyla sarf ettiklerini söylememizi de mümkün kılıyor. Bu kültürel özgüvenin arka planında şüpheden muaf bir şekilde hakikate duyulan inanç yatmaktadır hiç şüphesiz. Diğer toplum, fikir ve kültürlerde olup biteni görememe, bile isteye “görmezden gelme” gibi bir kusurla özetlenemeyecek türden bir körlük. Bu kez, Taberi’nin üslubundaki gibi nihilizmle değil, aksine aşırı bir kendi kendini kutlamayla karşı karşıyayız. Ancak her iki tutumda da ortak olan nokta besbellidir: Hakikate duyulan katıksız inanç ve kutsala gösterilen ihtiram. Ne gelip geçici yenilgi ya da zaferler ırgalar bu inanç ve ihtiramı, ne de diğer kültür ve toplumların varlığı ya da yokluğu.
Bu “nihilizm” ya da “kendi kendini kutlama” tutumlarının yaşanan gerçekliği kurgulamada muktedir ve yeterli toplumlarda vuku bulduğuna dikkat etmek gerekir. Ortaçağ İslam toplumları karşılaştıkları binbir bela ve musibete rağmen (Haçlılar, Moğollar vb.) bu vakarı koruyabilecek güce ve öznelliğe sahip toplumlardı.
Özellikle Hz. Peygamber’e apaçık bir hakaret olduğu inkar edilemeyecek bir film dolayısıyla dünya Müslümanlarının yer yer şeditleşen tepkilerine bakarak günümüz İslam dünyasının kötü ve karanlık anlamıyla bir “Ortaçağ” yaşadığına hükmeden bazı liberal-Batıcı yorumcuların, Ortaçağ İslam toplumlarında var olduğunu düşündükleri müsamahakâr yaklaşımları över görünmelerine bu sebeple kuşkuyla yaklaşmak gerekir. “Ezilenin şiddeti” gibi kendi içinde çelişik bir ibareyle meşrulaştırılamaz elbette filme gösterilen tepkiler, lakin unutmamak gerekir ki, 11 Eylül 2001’den beri yoğunlaşmış bir sözel ve fiili saldırı ortamındadır günümüz Müslümanları; Batı’da, Ortadoğu’da ya da Asya’da- coğrafi farklar ne anlam ifade eder ki?
“Nefret suçu” kataloglarına hemence dahil edilebilecek bir filmin provokasyonuna gelmemelerini tavsiye ediyoruz hep birlikte dünya Müslümanlarına. Basiret ve feraset sahibi insanlar olarak bu apaçık provokasyonun oltasına yem olarak takılma cehaletini göstermememiz gerektiği ortada. Ve ancak Müslüman kitleler öyle bir psikolojik angajmana tabi tutuluyorlar ki şöyle düşünmekten de kendilerini alamıyorlar: Niye bu tavsiyeler, nasihatler, hep “nefret suçu”na maruz kalmış olanlara, yani bize yöneliyor; neden hep “biz” sakin olmaya davet ediliyoruz, niçin hep bizi serinkanlılığa çağırıyorlar. Çivisi çıkmış bu dünyada çileden çıkma hakkının sadece bize tanınmamasının bir sebebi var mı? Neden parmaklar hep bize sallanıyor, hoş görmek gerektiği hep bize hatırlatılıyor. Bize layık görülen sürekli alesta yaşama hali mi?
Aynı kitlelerin Norveçli katil Breivik’in işlediği cinayetler yoluyla Müslüman tehdidine Avrupa’nın dikkatini çekmek istediği itirafının ve karanlık tarikat bağlantılarının önemsizleştirildiğine, Almanya’da Türkleri yakan neo-Nazilerin köktendinci gruplarla, Alman derin devletiyle ilişki ve bağları pek entelektüel tartışmalara konu olmadığına şahit oluşları ise psikolojik girdabı daha bir zorlu hale getiriyor.
Bu noktada ortaya çıkan sorun son derece ilginç, neredeyse “Müslümanların Masumiyeti” fragmanının oluşturduğu girdapta ortaya çıkan bütün söylemlerin eleştirelliğini zedeleyecek kadar önemli bir semptom. Ancak yine de bu tür “Neden hep biz?” şeklinde ifade edilen iğvaya boyun eğmeden serinkanlıca bir şekilde bu sorunu çözümleyerek eleştirel damarı genişletmek gerekiyor.
Madunları eleştirmek serbest
Günümüz İslam toplumları söz konusu olunca rahatça ve kolaylıkla sivrilen kalemlerin, söz konusu filmin de bir şekilde dahil olduğu “Müslümanları aşağılama zinciri”ne ilişkin eleştirel duyarlılıklarını Müslümanlara verdikleri basit bir “sus payı”yla geçiştirmeleri nasıl anlaşılmalı? Günümüz Müslümanlarına örnek almaları gerektiği salık verilen Ortaçağlardaki İslam toplumlarında müsamaha, zaten gerçekliği kurgulama imkanına sahip ve o anlamda “egemen” olan bir kültüre aitken, bugün aynı müsamahayı ya da “hayat hakkı”nı tanıması gerektiği ileri sürülecek güçlerin mevcut küresel egemenler olması gerekmez mi? Yani en koyu anlamıyla modern Batı toplumları ve onların bireyleri. Fark edilmelidir ki, ister özcü bir bakışla tekilleştirip yekpare bir bütün olarak Batı diyelim, ister çoğullaştırıp aralarında tarihsel ve yapısal birçok farklılık bulunan, bir araya gelmesi zor zenginlikler taşıyan topluluklar olarak Batı diyelim, Türk aydınının hep “iyi çocuğu” olagelmiştir. Onun süreklilik kazanmaya yüz tutmuş hakaretleri bağışlanabilir “yaramazlıklar”dan ibarettir. Çünkü fikir ve ifade özgürlüğü, demokrasi, liberalizm, sosyalizm vb. temsil ettiği değerler, kimimize göre, öyle yücedir ki bu değerler karşısında huşuya kapılmamak mümkün değildir.
Ortaçağ İslam toplumlarının kendi kendini kutlayan ve diğer kültürleri “görmezden gelen” tutumu da derinlikli düşünülürse diğer kültürlere ilişkin bir çeşit aşağılamadır elbette. Görmezden gelmek çünkü görmezden gelinen nesnede, kişide ya da durumda değer verecek herhangi bir şey bulamamaktır. Bu anlamıyla hep zımni bir aşağılamadır. Egemen, tabilerine ilişkin konumu gereği egemen oluşunu hatırlatıcı bu tür zımni aşağılamalara sürekli başvurur, zımnen aşağılama egemen oluşunu hatırlatmanın bir yoludur çünkü. Fakat, zaten Batı toplumlarında yaygın olarak görmezden gelme yoluyla sürdürülen “aşağılama”nın, film örneğinde de açığa çıktığı üzere, mutlaka dışsallaştırılmak zorunda kalması neye işaret eder? Mevcut gerçekliği kurgulayan bir özne olarak Batı’nın ve Batılıların kendilerini İslam’a ve İslam’ın bağlılarına duydukları horgörüyü sürekli dışsallaştırmak zorunda hissetmeleri sadece “siyasi” gerekçelerle açıklanabilir mi? Ya Müslüman toplumlarda yaşayan liberal-Batıcı aydınların eleştiri oklarını egemenlerden çok madunlara yöneltmeleri nasıl açıklanacak? Şimdilik bu soruları ifade edebiliyoruz. Cevapları ise yaşadığımız gerçeklikte.
[email protected]