Çin bize benzemez

AHMET DEMİRHAN Sosyolog, Yazar
9.02.2013

Shanghai Beşlisi tartışılırken “AB gibi bir ‘değerler ve normlar’ yurdunu bırakıp Çin gibi ‘biz bize benzeriz’ anlayışına mı saplanacağız” diye dudak bükenlerin tasavvur ettiği gibi bir durum yok ortada. Unutmayalım ki AB ülkelerinin yarısı hala krallık, yani normatif bir değeri yok, Fransa gibi ‘devrim’den normatif değer üreten bir ülke ise Mali örneğindeki gibi, hala sömürgeci.


Çin bize benzemez

Resmi rakamlar ile gayri resmi kaynakların tahminleri arasındaki farklılıklar nedeniyle, 30 milyon ile 130 milyon arasında bir Hıristiyan’ın bulunduğu Çin, Harvard İlahiyat Fakültesi ilahiyatçılarından Harvey Cox’un ifadesiyle, “önümüzdeki 20 yılda dünyanın en büyük Hıristiyan nüfusuna” sahip ülkesi olacak. Sayılar hakkındaki uyuşmazlık resmi olarak tanınan 5 binin üzerindeki kilise dışındaki ‘gayri resmi kilise evler’in sayısının bilinememesinden kaynaklansa da, geçtiğimiz yıl 100 milyon kitab-ı mukaddes dağıtıldığına bakılırsa, Cox’un beklentisinin hayali olup olmadığı sorgulanabilir.

Yine de 36 bin civarında olduğu tahmin edilen misyonerlerin yerli nüfustan olması ve Hıristiyan teolojisinin Çin kültüründe aldığı biçim, ülkede Batı’dakinden farklı bir Hıristiyanlığın bulunduğunu gösteriyor. Mesela Katoliklik Çincede ‘gök tanrı’ dini (Tian zhu) diye aktarılırken, Protestanlık ‘Mesih’in tanrısı’nın dini (Shing Ti) diye çevriliyor. Ünlü Alman ilahiyatçı Hans Küng gibi bazı isimler, Çin’de Hıristiyanlığın geleceği açısından engel teşkil eden bu durumun sıkıntılarını gidermek için ‘bağlamsal Çin ilahiyatı’ gibi bir anlayışla yürünmesini öneriyor. Bu, Hıristiyanlığın Çin kültürüne uyumlu bir ilahiyat dili ve anlayışı benimsemesi anlamına geliyor. (Elbette Hıristiyanlık, bunu, mesela Avrupa’da yayılırken, Amerika’da püritenliği bir devlet olarak kurumsallaştırırken ya da Latin Amerika’ya özgü bir Katoliklikle zaten yapmıştı. Jean-Luc Nancy mesela, ‘Hıristiyanlık hep kendisini yapı çözüme uğratarak var oldu’ mealinde sözler söylerken buna benzer bir şeyi kasteder.)

‘Din kalkınma için iyi bir şey’

Çin ‘devleti’ içinde de hızla kapitalistleşen ülke için Hıristiyanlığın ne anlam ifade edebileceğini anlamak için atılmış adımlar var. Devlet Din İşleri İdaresi gibi resmi bir kurum mevcut ve bu, başka işler yanında, çeşitli ülkelerde Hıristiyanlığın taşıdığı anlamları çözümlemeye çalışıyor. Kenya Piskoposu’nu ziyaret eden bu kurum görevlilerinin, ‘din kalkınma için iyi bir şey’ dediğini okuyabiliyoruz mesela. Belki de amaç, insanların ‘nasıl iyi vatandaş’ yapılabileceğini öğrenmek.
Çin’e karşı uluslararası düzeyde, ‘evinizi düzeltin’ baskıları var elbette, ama aynı baskı içeride de mevcut: 1989’daki Tiananmen Ayaklanması’na katılanların yüzde 30’unun Hıristiyan olduğu öne sürülüyor. Bu elbette Tiananmen’in ya da Çin’deki başka huzursuzlukların kaynağını teşhis için kullanılamaz, ama bu huzursuzluğun çözümü için atılan adımların ne anlam ifade ettiğini bir bağlama oturtmamıza katkı sağlayabilir.

Belki ‘bağlamsal Çin ilahiyatı’nın da etkisiyle ‘din’ sözkonusu olunca Batı’nın üstünlüğüne dair söylemlerden kaçınılıyor ülkede; ama bunun siyasal söylemde de, iki taraflı işleyen bir yanı var: Çinli yetkililer, ‘benden liberalleşme istiyorsanız, önce uluslararası ilişkiler, adil, hukuka dayalı ve demokratik olmalı’ söylemine dayalı, tam da Batılı bir ‘egemen devlet’ teziyle çıkıyor uluslararası arenaya. Aslında bu ‘demokratik dünya nizamı’ talebi öncelikle, ‘her bağımsız devletin uluslararası piyasaya ve dünya kaynaklarına eşit ulaşımı’nı ve ‘deniz ulaşımının serbestçe kullanılması’nı talep etmesi açısından ekonomik bir temelde okunabilir; ama Çin’den gelmesi açısından görünüşte tuhaf olan bu talep, bir o kadar da Kantçı. ‘İş işlerimizde hegomonyanızı dayatan taleplerle gelmeyin’ söyleminde, elbette bir yanıyla Çin yönetici elitinin Leninist ‘nomenklatura’dan vazgeçmemesi ve diğer yanıyla da ‘biz bize benzeriz’in Çince versiyonu olan ‘guoging’ anlayışı etkili, lakin Çin bunu kendi özgüllüğüne inancından ve baskıcı bir rejim olmaya ısrarlı olmasından dolayı uygulamıyor.

Tam gözü önünde bir Japonya örneği var: II. Dünya Savaşı’ndan sonra dini ve kültürel gelenekleriyle bezenmiş, Shintoluk kaynaklı bir Japon ‘imparatoru’ imajı, adanmış bir Hıristiyan da olan General Douglas MacArthur önderliğindeki işgalci otorite tarafından ‘tehlikeli bir putperestlik’ olarak değerlendirilerek, Anayasa’da Batılı bir monarşi imajıyla yer değiştirdi. Çin’in bunu istemediğini, ‘egemenlik’ haklarına karışılmaması gerektiğini göstermeye çalıştığı söylenebilir.

Shanghai Beşlisi Avrupa düzeni

Son günlerde tartışılan Shanghay Beşlisi bile Çinlilerin gözünde, Westphalia sonrası Avrupa düzenine benzer bir algıya sahip. (Resmi adı ‘Çin Cumhuriyeti’ olan, 1972’ye kadar BM’de temsil edilen, Vatikan da dahil sadece 27 ülke tarafından resmen tanınan) Tayvan’a ilişkin ‘krizi’nin ‘uluslararasılaştırılması’na karşı attığı adımlar da, aynı ‘egemenlik’ anlayışının bir sonucu. Aynı şekilde Batılılara olabildiğince ‘açık’ Tayvan ve Hong Kong örneklerinden edindikleri tecrübe de var; mesela Çin’deki Batılılar için Batılı hukukun geçerli olmasını öneren yaklaşımlara karşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun verdiği ‘dokunulmazlık’lar (‘extraterritoriality’ meselesi) gibi bir meselenin ne anlama geldiğini bilebilecek kadar da kendi geçmiş tecrübeleri var. Yani Çin’in ‘demokratik bir uluslararası nizam’ talebini kendi açılarından makul kılacak birçok neden mevcut.
Yine de tuhaf bir durumla karşı karşıya kaldığımız açık. Mesela, başlangıçta verdiğimiz örnekten gidersek, Batı’nın Hıristiyanlıktan ne kadar ayrıştırılabildiği ya da sokaktaki Çinlinin gözünde bunların ne kadar ayrıştırılabilir olduğu, sorulması gereken bir soru (bu anlamda, aslında buradaki ‘Hıristiyanlık’ örneğini mesela ‘insan hakları’ söylemiyle değiştirmek, ne oranda fark yaratacağı da sorgulanabilir; özellikle “insan hakları’ söyleminin İngilizce konuşulan dünyada bile özellikle Hitlerci bir ‘düzen’e karşı ortaya çıktığı tarihsel bağlam göz önüne alındığında).
Batı’daki Doğulu tatlarla çeşnilenmiş nevzuhur ‘spiritüalist’ hareketlerle Çin’de yayılan Hıristiyanlık arasındaki en önemli fark da bu: Hıristiyanlık, ne kadar öyle durmasa da, Çinlilere bir ‘toplum imgesi’ sunuyor. (Tarihselliği bağlamına yerleştirilen ‘insan hakları’ söylemi de aslında öyle: asıl hedefi, yaşanan ciddi ‘insan hakları’ ihlalleri değil anlamında).

Dolayısıyla, Mao dönemindeki gibi kendisini dışa kapatan ve içeriye karşı sıkı bir seküler politika, dışarıya karşı da o kadar sıkı bir ‘komünist söylem’ geliştiren bir ülke olmayan Çin’in şu anda izlediği ‘strateji’yi tarif edebileceğimiz kavramsal bir çerçeve henüz yok ve ‘melez’ bir dil ile yetinmek durumundayız. Bir yandan eski siyasal yapının belirli bir sürekliliği ve diğer yandan da kapitalist bir hırsı aynı anda kapsayacak bir kavramın olmayışı, büyük oranda (sosyalist ve Üçüncü Dünyacıları da dahil) eski ulusal kalkınmacı anlayışlar ile bunlara eşlik eden siyasi ideolojiler arasındaki bağlantının henüz tam olarak kopamamasından kaynaklanıyor. Bize söylenen, siyasi yapı kendisini dışa açsa da ve içeri de mesela muhayyel bir Konfüçyüsçülüğün doğuşuna veya Hıristiyanlığın yayılmasına imkan tanıyan bir “liberalleşme” yaşansa da, hala Çin’de demokrasi yok. Tabii Çin’deki Hıristiyanlığın Katolik ve Protestan versiyonlarının niye o kadar ‘muhayyel’ diye değerlendirilmediğini sorabiliriz bu bağlamda, ama o zaman Çin’de ortaya çıktığı iddia edilen ‘kültürel milliyetçilik’in temeli olan Konfüçyüsçülüğün oynadığı iddia edilen rolü ıskalama ihtimalimiz mevcut. (Bu durum o kadar belirgin ki Weber’in Çin’in neden Batılılar gibi olamadığı sorusuna verdiği ‘Konfüçyüsçülük nedeniyle’ cevabı, bugün özellikle Hungtington’ın ‘medeniyet’ tezlerini ciddiye alanlar ile Wallersteincı bir ‘dünya sistemi’ çözümlemesi taraftarlarınca, şu ya da bu şekilde, neredeyse ‘Protestan ahlakı’na eşdeğer bir şekilde Konfüçyüsçülüğün kapitalistleşmede oynadığı rolle yer değiştirmiş durumda. Ama bu tür tezlere ‘Püriten İslam’ gibi dayatmalardan zaten aşinayız. Oysa durum tam olarak bu tezlerdeki gibi değil. Çinliler, ‘egemenlik’lerine karışılmadığı müddetçe, nihayette bir ‘devlet dini’ olan Katoliklik olmasa bile bir ‘sivil din’ gibi işlev görme iddiasındaki Protestanlaşmaya pek ses çıkaracak gibi durmuyor. Kendi ‘iç işleri’ndeki ‘din’e bakışlarında yumuşatılmış bir Marksist tonun varlığı seziliyor (‘din kalkınma için iyi bir şey’ ile toplumsal ahlakı kuracak ve huzursuzlukları teskin edecek bir araç arasında bir yerde bir konum); ama görülüyor ki ‘din’ onların gözünde ‘soyut’, bütün dinlere mündemiç olabilecek ‘ortak’ bir kavram. Batı’nın kendi ‘dini geleneği’ dışındaki ‘din’leri analiz ederken kullandığı kategoriye yakın bir şey bu.

Çin’de hala demokrasi yok

Dolayısıyla Konfüçyüsçülüğün kalkınmacı bir sol ideolojinin ikame edemediği bir kültürü vermek için yeniden icat edildiği iddialarını ciddiye almamız için pek bir gerekçe yok. Aslında Çin’in bir ‘cumhuriyet’ olarak adlandırılmasını da elbette. Bu ad henüz Üçüncü Dünyacı özelliklerinden sıyrılmış, normatif bir değerlerle desteklenen bir ad değil, ama henüz değil. Görünen o ki Çin, uluslararası ‘egemenlik” söylemini, bir yandan kendi farklılığı için bir kalkan, ama diğer yandan da bu ‘egemenlik’ söylemini uluslararası arenaya çıkmak için bir ‘pasaport’ olarak kullanmakta. Başka bir ifadeyle, Çin rekabeti Batılı normları tehdit eden bir halde değil, Batılı iktidara meydan okuyan bir tarzda ortaya çıkmakta.
Çin’in ‘din’i ya da ‘insan hakları’nı bir deneme nevinden karşılamasına benzer şekilde ülkede bir deneme mahiyetinde ‘demokrasi’ tartışmaları da ortaya çıkmış durumda. Her ne kadar tam olarak ‘taban’a yayılmasa da ülkede ciddi bir ‘demokrasi’ tartışması var, ancak bu sadece ‘taban’a yayılmaması anlamında ‘sınırlı’ değil. ‘Egemenlik’in içeride nasıl temsil edileceği meselesine odaklanmış olması açısından da ‘sınırlı’. Örneğin tek parti sisteminin öncelikle ‘parti içi demokrasi’yle kendisine bir yol bulmasını önerenler var ve bunlar, bu ‘sınırlı’ denemelerin, daha başka kurumsal düzenlemelere geçiş için bir veri olarak kullanılabileceğini ileri sürüyor. Nasıl ‘din kalkınma için iyi bir şey’ ise ‘demokrasi’ de ‘iyi bir şey’ haline gelmiş durumda. Ama bu ‘iyi bir şey’ ile ne yapacaklar, bir cevapları, hele normatif değer taşıyabilecek bir cevapları yok. Belki de ‘bağlamsal Çin ilahiyatı’na benzer bir şekilde ‘bağlamsal Çin demokrasisi’ gibi bir şeyle karşı karşıya kalabiliriz.

Bağlamsal Çin demokrasisi

Şanghay Beşlisi’nin tartışılmaya başlandığı dönemde “AB gibi bir ‘değerler ve normlar’ yurduna arkamızı dönüp Çin gibi ‘biz bize benzeriz’ anlayışına mı saplanıp kalacağız?” diye dudak bükenlerin tasavvur ettiği bir durum yok kısaca ortada. Ama unutmayalım ki AB ülkelerinin neredeyse yarısı hala krallık, yani normatif bir değeri yok, Fransa gibi ‘devrim’den normatif bir değer üreten bir ülke ise, son Mali örneğinde olduğu gibi, hala sömürgeci; ve yine unutmayalım ki örneğin AB’de ‘kültürel Hristiyanlık’ olarak değerlendirilebilecek bir unsurun, bir zamanlar ‘Lepenizasyon’ denilen, şimdilerde ise ‘aşırı sağ popülizm’ diye normalleştirilmeye çalışılan, muhafazakar Hristiyan Demokratlar bir yana, sol ve sosyal demokratları bile aşırı sağa çeken hareketler şeklinde tecessüm etmesi de ‘bağlamsal bir AB demokrasisi’nden bahsetmemizi gerektirecek kadar ortada. ‘Liberallik’, başka adımlarla ‘sonuç’ alınacak daha ‘kârlı’ yollar var olduğu müddetçe, ‘demokrasi’yi AB’de de kolayca hasır altı edebiliyor.

Nihayette elbette ‘AB iyi bir şey’; lakin bu ‘bağlamsallık’ unutulup soyut bir ‘haklar’ söylemine saplanıp kalmak ve salt bu nedenle AB’ci olmak, AB içinde de -mesela geçen hafta Hollanda siyasetindeki tartışmalara bakılırsa örnekleri görülebilecek- “Brüksel’e çok fazla mı ‘egemenlik’ bahşettik?” tartışmalarının yeniden nüksettiği bir dönemde, tıpkı siyasal talepleri olmayan, ‘insan hakkı’ ihlalleri düzeyinde kalan ‘İslamofobi’ analizlerinin giderek madunluk söylemlerine dönüşme ihtimalini taşıması gibi, bir ‘madunluk’ ihtimalini içinde barındırır. ‘Biz bize benzeriz’den kurtulma gayretleri, ‘bizde bir şeyler eksik’ halini dönüşür.
Ya şu sorulara ne cevap vermeli: Çin bize mi benzemez; biz Çin’e mi benzemeyiz?

[email protected]