Çin'in yükselen gücü neden Gazze'ye yansımıyor?

Prof. Dr. İsmail Şahin/ Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi
23.01.2024

Küresel liderlik, güçlü bir duruş, inisiyatif alma, çıkarsızlık ve aktif müdahalede bulunma şeklinde belirleyici rollere ihtiyaç duymaktadır. Çin'in etliye sütlüye karışmayan denge siyasetinin onun uluslararası kamuoyunda barışçıl bir aktör olarak algılanmasına neden olacağı farz edilse de bu durum Pekin'in küresel liderlik iddiasını zayıflatmaktadır.


Çin'in yükselen gücü neden Gazze'ye yansımıyor?

Son yılların en popüler iddialarından birisi de ABD hegemonyasının sona ermek üzere olduğudur. Soğuk Savaş Dönemi bittiği günden bugüne Amerika'nın uluslararası sistem üzerinde politik, ekonomik, kültürel ve askeri olarak üstün bir güç ve etki sahibi olduğu bilinen bir gerçektir. Hal böyle olunca, uluslararası sistemin tek bir güç merkezi etrafında şekillendiği tek kutuplu bir sistem ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı devletler, lider ülke konumundaki ABD'nin belirlediği normlara ve politikalara uygun davranmaya, kendi ulusal çıkarlarıyla ABD'nin küresel çıkarlarını özdeşleştiren bir dış politika anlayışını benimsemeye azami ölçüde özen göstermiştir. İster istemez bu durum, kendi politikalarını belirleme noktasında devletlere ciddi bir sınırlama getirmiştir. Dahası, gücün tek bir merkezde toplanması zaman içerisinde ABD dışındaki diğer devletlerin çıkarlarının ihmal edilmesine veya görmezden gelinmesine yol açmıştır. Belki daha önemlisi, ABD'nin kendi çıkarlarını korumak amacıyla uluslararası hukuku sık sık ihlal eden, demokratik olmayan ve çifte standartlara yol açan küresel bir güç konumuna gelmesidir. Haliyle bu vaziyet, diğer ülkeler arasında hukuki bir güvensizlik ortamına neden olurken diğer taraftan da güç politikalarına dayalı anlayışların zemin kazanmasına ve hızlı bir şekilde güçlenmesine kapı aralamıştır.

ABD politikalarına yönelik en büyük eleştiri, Washington'un ülkesinin çıkarlarını korumak amacıyla uluslararası hukuku kolayca ihlal etmesinden ileri geliyordu.

Denge arayışı

Aslında eleştirilerde öne sürülen iddialar çok da yersiz sayılmazdı. Zira ABD yönetimleri tek kutuplu sistemin verdiği rahatlık ve güçle uluslararası hukuk, demokrasi ve insan hakları gibi öne çıkan evrensel idealleri Filistin, Irak, Afganistan, Somali ve Libya gibi birçok olayda jeopolitik ve ekonomik çıkarlarına kolay bir şekilde feda edebilmişti. Bir başka ifadeyle Washington'un somut olaylarda tatbik ettiği politikalarda ABD ve müttefiklerinin, evrensel değer ve ideallerden zorlanmadan vazgeçebileceğini göstermesi, dünyada büyük bir şaşkınlık meydana getirmişti. Kaçınılmaz olarak tüm bu olaylar dizisinin, ABD'nin dünya liderliğinin sorgulanmasına ve de dünya genelinde anti-Amerikancı duyguların yayılmasına neden olduğu söylenebilir.

Çin, Hindistan ve Rusya'nın ekonomik, askeri ve politik açıdan güçlenmeleri, Türkiye ve Fransa gibi NATO müttefiki ülkelerin özerklik alanlarını tahkim etmeleri, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar'ın geleneksel dış politika eğilimlerini terk ederek Çin ile ABD arasında bir denge arayışına yönelmeleri ve son olarak İtalya, İspanya ve Macaristan başta olmak üzere Avrupa Birliği (AB) içerisinde yükselen sistemik tenkitler gibi hadiseler, geleneksel Batı merkezli uluslararası sistemin zayıflaması ve çoklu güç merkezlerinin ortaya çıkışı şeklinde yorumlandı.

Çoklu güç merkezi

Buna göre uluslararası sistem artık çok kutuplu bir sistemin eşiğine gelip dayanmıştı. Bu, ABD hegemonyasının sonu demekti. Yorumların arkasındaki itici güç, Çin'in küresel ticarette artan rolünden dolayı dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline gelmesiydi. Peki çok kutuplu sistem için bu yeterli bir ölçüt müdür? Elbette hayır! Nitekim Çin'in ekonomik olarak küresel çapta güçlü bir konum elde etmesi, uluslararası sistemin yapısal değişimine işaret eden önemli bir faktör olmasına rağmen çok kutuplu bir sistem için bu, tek başına yeterli bir değişim olarak değerlendirilemez. Çünkü çok kutuplu bir sistem, sadece ekonomik güçle değil, aynı zamanda askeri, siyasi ve kültürel faktörlerle de ilişkili bir yapıdır.

Çin'in artan ekonomik ve ticari gücü, onun küresel ticarette önemli bir aktör olmasına, dünya ölçeğinde yatırımlarının artırmasına ve uluslararası finans sistemine etki etmesine neden olmuştur. Ancak, Çin'in çok kutuplu bir sistemde etkili bir güç olabilmesi için askeri kapasitesi, diplomatik etkinliği, kültürel ve ideolojik ağırlığı, küresel liderlik rolü ve küresel sorunlara çözümler sunma kapasitesi gibi ayırt edici faktörlere de sahip olması gerekiyor. Şurası çok açık ki günümüzde Çin'in uluslararası topluma ve kuruluşlara liderlik yapma, uluslararası krizleri yönetme ve çatışmaları çözme kapasitesi bir hayli sınırlı ve zayıftır. Çin'in stratejik etkisi ve gücü, onun BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üyesinden biri olmasından kaynaklanmaktadır. Mevcut sistemde Çin'in izlediği dış politika incelendiğinde iki ana sütunun ortaya çıktığı görülür. Bunlardan birincisi, küresel güç yapılarına aykırı politikalardan uzak durma. İkincisi ise krizlere etkili bir şekilde müdahaleden kaçınma. "Çatışmasızlık İlkesi" olarak da adlandırılan bu dış politika prensibi çerçevesinde Çin, küresel ticaretinin ve yatırımlarının zarar görmemesi için uluslararası ilişkilerde sert bir duruş sergilemekten ve inisiyatif almaktan kaçınmaktadır. Bu nedenle Pekin yönetiminin ulusal çıkarlarını koruma hedefini gözeten denge siyasetine ziyadesiyle önem verdiği rahatlıkla ifade edilebilir. İşte bu durum, Çin'in küresel liderlik rolünü zayıflatmaktadır. Nihayetinde küresel liderlik, bazı zamanlarda güçlü bir duruş, inisiyatif alma, çıkarsızlık ve aktif müdahalede bulunma şeklinde belirleyici rollere ihtiyaç duymaktadır. Sonuç olarak, Çin'in etliye sütlüye karışmayan denge siyasetinin onun uluslararası kamuoyunda barışçıl bir aktör olarak algılanmasına neden olacağı farz edilse de bu durum Pekin'in küresel liderlik iddiasını zayıflatmaktadır. Dahası Çin'in ahlaki anlayışının ABD'nin anlayışından farklı olmadığını ileri süren argümanları da güçlendirmektedir.

Gazze bir turnusol kâğıdı olabilir mi?

Bu bağlamda Gazze'ye yönelik katliamlar turnusol kâğıdı işlevi görebilir. Şimdiye kadar Çin'in Filistin politikası oldukça bulanıktı. Klasik denge siyaseti doğrultusunda Çin'in uzun yıllardır bir yandan İsrail'le güçlü askeri ve teknolojik ilişkiler kurmaya çalıştığı diğer yandan da enerji zengini Arap ülkeleriyle iyi ilişkiler kurabilmek adına Filistin'le ilişkileri ihmal etmemeye gayret gösterdiği bilinen bir gerçektir. 7 Ekim'de patlak veren geniş çaplı çatışmanın ardından Gazze halkına desteğini açıklayan Çin'in İsrail'e karşı söylem ve eylemleri, uluslararası sistemde hiçbir gücü olmayan sıradan devletlerinkinden pek farklı değildi. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi'nin Gazze için ateşkes çağrısında bulunması, Filistin'de iki devletli çözümü yinelemesi, İsrail'i meşru müdafaa sınırlarını aştığı için eleştirmesi gibi birer klişeye dönmüş tekrarlar Çin'e küresel bir aktör kimliği kazandırmaz. Peki Çin yönetimi bu klişelerin ötesine geçebilir mi? Pekin'in mevcut dış politika anlayışının buna müsaade etmeyeceği çok açıktır. Bir defa Çin dünyanın en büyük enerji ithalatçısıdır ve bunun neredeyse yarısından fazlasını Orta Doğu ülkelerinden tedarik etmektedir. Bu rakam yaklaşık 200 milyar dolar civarındadır. Dolayısıyla Pekin'in öncelikli stratejik hedefi, Filistin meselesinin hallinden ziyade Çin'in enerji tedarikini zora sokacak düzeyde Orta Doğu'da barışın ve istikrarın zarar görmemesidir. Bu endişe, Çin'in Orta Doğu'daki yumuşak karnını oluşturmaktadır.

Bununla birlikte ABD'nin dikkatini Hint-Pasifik'ten Orta Doğu ve Doğu Akdeniz'e kaydırabilecek her türlü kriz, Çin'in ticari ilişkilerini sekteye uğratmamak kaydıyla, Pekin için jeopolitik bir kazanım olarak değerlendirilmektedir. Nitekim ABD'nin askeri, siyasi ve ekonomik yükünü artırabilecek, Hint-Pasifik bölgesinin uzağındaki tüm krizler, ucu Çin'e dokunmadığı müddetçe Pekin'in lehinedir. Bu varsayımdan dolayı, Pekin yönetimi Gazze'deki saldırıların bölgesel bir çatışmaya dönüşmesini kendi ulusal çıkarlarına aykırı görmektedir. Yemen merkezli Husilerin Kızıldeniz'deki saldırılarının derhal sonlandırılması için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde yapılan oylamada Çin'in çekimser oy kullanarak kararın kabul edilmesini sağlamasının bir nedeni de Çin'in bu politikasıdır. Zira Çin, Kızıldeniz'deki olayların büyüyüp küresel ticarete zarar vermesinden bir hayli çekinmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki Pekin yönetiminin Gazze meselesinde Filistin'in yanında pozisyon almasının nedenlerinden birisi de İsrail'in en büyük müttefiki ve destekçisi olan ABD'ye karşı uluslararası toplum nezdinde diplomatik bir güç elde etme çabasıdır. Bu sayede ABD ve müttefiklerinin ezmeye çalıştığı Filistin'in yanında yer alarak Batı hegemonyasının karşısında durduğunun mesajını verme çabasıdır. Uluslararası kamuoyunun İsrail'e karşı giderek daha olumsuz bir havaya büründüğü bir ortamda Pekin'in bu tutumu belki kısa vadede Çin'e duyulan sempatiye olumlu bir katkı sunabilir ancak bu oportünist tavrın uzun vadede Çin'in lehine sonuçlar doğurmayacağı şimdiden bellidir. Zira Pekin'den beklenen, küresel kamuoyunun dengesini yansıtması kadar Güvenlik Konseyi üyeliğine, ABD'nin en güçlü rakibine ve de kurmaya çalıştığı çok kutuplu güvenlik sisteminin liderliğine yakışır bir sorumlulukla hareket ederek ABD'den daha adil ve ahlaki bir anlayışa sahip olduğunu gösteren bir inisiyatif almasıdır.

[email protected]