Cinsiyetçi anlayışa karşı fıtratın keşfi

Ali K. Metin / Şair-Yazar
4.04.2020

Eşitlik ve adalet kavramları üzerinden yürütülen tartışmaların konuyu aslında nominalist bir kısır döngüye soktuğunu görmemiz lazım. Kadın sorunu etrafındaki asıl tartışma, erkek tahakkümüne karşı kadın özgürlüğünden yana olmayı ahlaki bir vecibe olarak kabul edip edemeyeceğimizde düğümleniyor.


Cinsiyetçi anlayışa karşı fıtratın keşfi

Mesele insanın onuru, hakkı, iyiliği ve hayrı olduğunda yerli-yabancı, biz ve öteki ayrımlarının önemi neredeyse kalmaz. Batı’nın her konuda olduğu gibi kadın sorununda da ifrata varan savrulmalarının olduğunu biliyoruz. Bunu da kanaatimce, Batı’nın kendi kültürel ve düşünsel dinamikleri içinde değerlendirmekte fayda var. Sapma diye nitelediğimiz bazı ahlaki durumlar toplumun kendi içsel gelişmeleri ve kültürel marjlarından yalıtılabilir gerçekler değildir. Bizim açımızdan önemli olansa Batı-merkezci bir kültürel, zihinsel tahakküme ve yabancılaşma sendromuna meydan vermemektir. Ancak Batı düşüncesi ve pratiğiyle diyalektik diyebileceğimiz bir süreci gerçekleştirmekten de sarf-ı nazar edemeyiz; yaşadığımız realite buna izin vermiyor. Kadın sorunu etrafında, esas itibariyle Batı düşüncesine ve kültürüne maruz kalarak yaşadığımız süreç, yaşadığımız değişimin genel mahiyeti hakkında bize ışık tutacak göstergeler içeriyor. Nitekim, kadın konusu da dahil, yaşadığımız değişim sürecinin miladı somut anlamıyla Fransız Devrimi oldu. Thomas Kuhn’un bilimsel devrimlere atfen kullandığı paradigma kavramını burada ödünç alarak söylersek, Fransız Devrimi tam da yeni dünyanın zihin ve medeniyet paradigmasını hayata geçirmiştir. Bugün modern, postmodern ne dersek diyelim bu paradigmanın içinde devinen bir insanlık düşüncesinin aktörleri olduğumuzu söylemek hiç yanlış olmaz. Paradigmanın tam olarak içinde değilsek bile dışında da değiliz. Ama giderek daha fazla içindeyiz, paradigmanın etkisi altında daha fazla değişiyor, değiştiriliyoruz.

Pandora’nın kutusu

Fransız Devrimi’nden kısa zaman sonra Tanzimat Fermanı ve Meşrutiyet devrimleri, doğrusuyla yanlışıyla yaşadığımız değişimin birer tezahürü olarak ortaya çıktı. Yeni Osmanlılar’ın öncü isimlerinden Namık Kemal, “tabii haklar” kavramıyla yaşanan zihniyet dönüşümünün en kritik, en devrimsel referansına dikkat çekmekteydi. Haklara dayalı yeni bakış açısı, değişimin belki en zor olacağını zannettiğimiz ve belli ölçüde yanıldığımız kadına bakış konusunda da sonuçlarını hem kurumsal hem de toplumsal planda yavaş yavaş verdi. 1862’den itibaren kızların -mahalle mektebinden sonra- ortaöğretim görmeye başlamaları, 1870’te kız öğretmenler yetiştirmek üzere Darü’l-Muallimat’ın kurulması, 1873’te ilk kez bir kadın öğretmenin göreve başlaması, 1911’de ilk kız lisesinin açılması… Bunların her birini, yaşanan değişim sürecinin kurumsal plandaki somut ifadeleri ve kazanımları olarak kaydetmek mümkün.

Yeni Osmanlıcı ideologların ve devletin öncülüğünde gelişen bu sürecin, zaman içersinde kendi toplumsal potansiyelini ve dinamiklerini olumlu ve olumsuz taraflarıyla harekete geçirmesi sürpriz olmadı. Osmanlı’da (İslam dünyasında) kadınların kafes arkasında tutulduğuna dair oryantalist algıyla hiç izah edemeyeceğimiz bir şekilde, Osmanlı kadını yani üst sınıfa mensup İstanbul hanımefendileri kılık kıyafetlerinden dillerine kadar “Frenkleşme” arzusuna kapıldılar. Fakat diğer taraftan, burada görülmesi gereken asıl dinamik unsur şuydu: Pandora’nın kutusu artık açılmış ve kadın hakları konusunda giderek gelişen toplumsal bir bilinçlenme süreci başlamıştı. İlk etapta kadınların eğitim ihtiyaçlarının giderilmesiyle sınırlı adımlar, bilahare kadının durumu ve haklarıyla ilgili yeni bir bilinç, bir anlayış tarzıyla terakki etmiş, tam da bu noktada eş-anne rolüyle sabitlenen kadın imgesi, yerinden edilmese dahi aşınma sürecine girmiştir. Dahası kadınlar giderek artık kendi adlarına konuşmaya başlamış, “kadın hakları” mücadelesinin öznesi haline gelmişlerdir. Yıl daha 1886’da, kadınların Şükufezar isminde bir dergiyi çıkarmaları yaşanan değişimin boyutlarını gayet iyi ifade eder. Niyetlerinin hanımlık marifetleriyle yetinmek değil, “saçı uzun aklı kısa istihzasına” meydan okumak ve “Kadınların her şeyle alakadar oldukları ve olabilecekleri iddiası”nı (Tanıl Bora, Cereyanlar, İletişim y., 742) ortaya koymak olarak dillendirilmesi ise değişimin düşünsel dinamikleri hakkında bize çok önemli ipuçları vermektedir. Hanımlara Mahsus Gazete (1895-1906), Kadın (1911-12), Kadınlar Dünyası (1913-14, 1919-21), Kadınlar Alemi (1914), Genç Kadın (1918) gibi gazete ve dergiler kadınlara kamusal alanda görünürlük kazandırmış, Fatma Aliye, Aziz Haydar Hanım, Fatma Nesibe Hanım, Halide Edip Adıvar’lar kadınların “insaniyet hakkı”ndan, erkeklere karşı “bir mevcudiyet göstermek”ten söz etme ihtiyacını duymuşlardır. ““Toplum hayatında kadınla erkek eşitliğinin sağlanması gerekir, bunun için en önemli araç ikisine eşit eğitim verilmesi olacaktır” gibi yargılar bu dönem yayınlarında sık rastlanan görüşler olmuştur” (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY y., 445). Pandora’nın kutusu artık tam anlamıyla açılmıştır.

Perspektif sorunu

Bütün bu süreç, esas itibariyle yaşanan zihniyet dönüşümünün (tabii haklar paradigmasının) büyük ölçüde önüne geçilemez sonuçlarıyla vaki idi. Ancak sürecin ihtilaftan ve eleştirilerden azade olduğu da söylenemez; tabiatıyla olması da beklenmemeli. Bizim açımızdan burada asıl önemli olan, kadın sorunu karşısındaki kültürel-zihinsel reflekslerin, durum ve tavır alışların tarihsel boyutunu idrak etmemizdir. Musa Kazım Efendi, Mehmet Ferid Vecdi, Sait Halim Paşa gibi dini referanslar ı temel alarak konuya ilişkin söylemler vazeden, gelişmelerden “tedirgin” ulema ve münevverleri retrospektif dolayısıyla eleştirel bir bakışla değerlendirebilirsek hem bugüne hem de geleceğe dair daha sağlam ve ihtiyatlı bir yerden konuşabiliriz. Bunun için buraya bazı kayıtları düşmekte fayda var. Şöyle ki, “Musa Kazım Efendi, (..) Kadınların eğitim görmesinde de izin veriyordu; ancak yüksek öğretim kadınlara gerekli değildi. Şeriat tarafından kendilerine bunca imtiyaz verildikten sonra, İslam kadınlarının Avrupa kadınları gibi iş hayatına girmelerine hiç gerek yoktu.” (Berkes, Age, 446). Musa Kazım’a göre, kadınlara boşanma hakkı verildiğinde “aile hayatı diye bir şey kalmayacaktır” (Age, 448). Kadınların duygularına esir olduklarına düşünen Mustafa Sabri, Ferit Vecdi de aynı görüştedir. Sait Halim Paşa ise, Buhranlarımız kitabında kadınların özgürlüğünü büyük bir tehlike olarak değerlendirir: “Bütün medeniyetlerin, kadınların tam hürriyetlerini ele geçirmeleri ile mahv olup gittikleri, tarihin en büyük gerçek olaylarından biri olarak sabittir” (İz y., 126). Buna karşılık, Babanzade Ahmed Naim gibi son derece özgürlükçü düşünen İslamcı münevverlerin varlığını da görmemiz gerekir. Babanzade’ye göre “Müslüman kadını bütün insani haklarına sahiptir. İslam dini kadınları evlerinin sahibesi, evlatlarının mürebbiyesi kılmakla beraber, maişeti temin ve genişletme için kendi özel hallerinin müsait olduğu sanatlardan hiçbiriyle meşgul olmaktan men etmez.” (Ali Can, Medeniyet Öncülerimizden 365 Fikir, Erkam y., 127).

Özne-nesne ajitasyonu

Kadın hakları etrafında son 100-150 yıldır yaşadığımız değişimin adını ne koyarsak koyalım, bunun zikrettiğimiz İslamcı kesimin ufkunu aşan bir sosyal, kültürel, zihinsel meşruiyet çerçevesine kavuştuğu kolay kolay yadsınamaz. Aklı başında hiçbir İslamcı, bugün kadının ne sosyalleşmesine ne de çalışma hakkına yönelik bir itirazda bulunma gereğini duymaktadır. Bir bakıma İslamcı düşünce, batı menşeli medeniyet paradigması içinde oluşan zamanın ruhundan kendisini izole edememiş, rasyonalize olma (sahici hale gelme ve işlevselleşme) ihtiyacıyla sosyo-kültürel gelişmeye koşut bir evrimleşme yaşamıştır. Bu da İslamcı /İslami düşünce unsurlarını değişimin öznesi olmaktan ziyade tabisi olarak tezahür ettirmiştir. Özne-nesne ajitasyonuna burada çok da belki meydan vermeden, esasen değişimin evrensel/tarihsel dinamiklerine yönelik bir dikkate ihtiyacımız olduğunu söylemeliyiz. Kadın sorununun evrensel değerlerle ilişkisini kuramadığımız ölçüde, yaşadığımız değişimi anlamakta da yönlendirmekte de acziyete düşeceğimiz çok aşikar. Yabancılaşma veya kültürel emperyalizm gibi “ideolojik” kavramlaştırmalar Türkiye’nin bugünkü gerçekliğini karşılayabilecek durumda değil. Bunun için kadın sorunuyla en samimi şekilde ve evrensel kriterler/dinamikler çerçevesinde yüzleşmek icap eder. Bunu başarmamız sadece siyasetimizin değil, kadınların ve ülkemizin de kazanması anlamına gelecektir.

Bugün hukuki yönüyle (vatandaş hakları açısından) kadın-erkek eşitliği konusunun artık hiçbir tartışma değeri yoktur. Zamanın ruhuyla merbut ve maruf bir düşünce seviyesinden bakıldığında böyle bir tartışma neredeyse tamamen anakroniktir; zaman ve enerji kaybından başka bir anlam taşımamaktadır. Burada olsa olsa meselenin sosyal, kültürel boyutları üzerine kafa yorulabilir. Başka deyişle, hukuki normlarla hedeflenen eşitliğin sosyal, kültürel engellerle sönümlenmesini mutlaka ciddiye almak ve buna karşı güvenilir, rasyonel politik çözümler üretmek gerekmektedir. Kadınların eğitim ve çalışma haklarıyla ilgili olumsuzluklara bakıldığında, sorunun özü itibariyle sosyo-kültürel koşullardaki zafiyetler ve toplumsal bilincin kifayetsizliğiyle ilgili olduğu anlaşılır. Buna bağlı olarak bir tarafıyla pedagojik, diğer tarafıyla ekonomik problemlerle kendisini dışa vurduğunu görürüz. Dolayısıyla çözüm için de, siyasal insiyatifin ve toplumsal dinamiklerin etkin rol ve sorumluluğuna ihtiyaç vardır. Yaşadığımız süreç, hiç şüphesiz bu noktada ülkemiz adına pozitif işaretler vermektedir.

Ancak bugün, daha can alıcı bir tartışmayı yapma ihtiyacı ve sorumluluğuyla da karşı karşıya olduğumuzu bilmek gerekiyor. Aksi halde, zamanın ruhuna yön veren evrensel/tarihsel dinamiği gözden kaçıracak, sadece maruz kaldığımız realiteye muvafık siyaset yapma becerisiyle yetinmiş olacağız. Zira yaşadığımız sürecin ve gelişmelerin temelinde, aslında kurumsallaşmış ve yapısallaşmış nitelikteki erkek-egemen örüntülere yönelik bir eleştiri, hassasiyet ve bakış açısı yer alıyor. Konu nihayetinde kadının özgürlüğü tartışmasına gelip dayanmaktadır. Dahası bu tartışmayı dünyadaki gelişmelere (zamanın ruhuna) bigane kalarak yapma şansımız da lüksümüz de yoktur.

CEDAW ve özgürlük ufku

Son yüzyılda kadın hakları alanındaki gelişmelerin uluslar arası bir konvansiyona doğru evrilmesi, insan hakları, eşitlik-adalet ve özgürlük kavramları temelinde işleyen tarihsel sürecin bir sonucundan ibarettir. Bu konvansiyon, 1979’da BM Genel Kurulu’nda kabul edilen, 1981’de yürürlüğe giren Kadınlara Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) ile cisimleşmiş bulunuyor. Kadın haklarının uluslar arası anayasası olarak da tabir edilen Sözleşme, çalışma hayatından şiddete, aile içi rollerden kamusal alandaki temsile kadar olgusal dünyanın (varoluş alanlarının) cinsiyet hiyerarşisinden azat edilmesi doğrultusunda çok kapsamlı bir vizyon içeriyor. Ne var ki buradaki vizyonu asli bağlamından tecrit ederek bir ahlak anlayışına ve problemine -bir tarafıyla da itikat meselesine- tevil etme çabası içine girdikçe konuyu sulandırmakla kalmıyor, asıl meseleden uzaklaşıyoruz. Eşitlik ve adalet kavramları üzerinden yürütülen tartışmaların konuyu aslında nominalist bir kısır döngüye soktuğunu görmemiz lazım. Oysa burada asıl sorun, cinsiyet ayrımcılığı sebebiyle ortaya çıkan hiyerarşik yapıyı sorgulamaktır, ki CEDAW’da da murat edilenin bu olduğu tespit edilebilir. Eşitlik kavramına Sözleşme’de bir yönüyle “araçsal” bir anlam ve işlev yüklendiğini fark edersek, tartışmayı sanıyorum daha doğru bir zemine taşıyabileceğiz. Bu noktada, kadın-erkek eşitliğini fırsat eşitliğinden öteye “sonuç eşitliği”ne yönelik bir projeksiyonla mutlaklaştırma eğilimleri, gerçekten de sorgulanması gereken kritik noktalardan biri. Kadın fıtratının farklılığını toplumsal, siyasal vs. tezahürlerinden soyutlamanın tam da kadını nesneleştirmekle eşdeğer bir yaklaşım biçimi olduğunu göz ardı edemeyiz. Sonuç eşitliği adına yapılacak bu minval uygulamaların, kadını başkalaştırmaya ve fıtratına aykırı bir koşullanmaya maruz bırakacağı konusunda elbette sağlam bir dikkate sahip olmak zorundayız.

‘Kadın yüzyılı’

Ancak CEDAW’a yönelik bu hususta haksız bir değerlendirme de yapılmamalı derim. Sözleşme’nin 4. maddesinde eşitliği fiilen (sonuç odaklı) gerçekleştirmek için alınacak tedbirlere özgül ve geçici olma koşulu getirilerek aslolanın fırsat (muamele) eşitliği olduğu burada açık edilmiştir. Dolayısıyla fiili eşitlik amacıyla yapılan pozitif ayrımcılık uygulamaları ancak bir yere kadar kabule şayan sayılmakta: Sosyo-kültürel ve ekonomik örüntüler içinde yapısallaşmış olan ayrımcılığa karşı bir tür cerrahi müdahale işleviyle sınırlı hale getirilmiştir. Koşulların olgunlaşmasıyla birlikte fırsat eşitliği teorik (biçimsel) olmaktan çıkacak ve reel dünyadaki muhtemel karşılıklarını ortaya koyacaktır. Bu noktada, kadın sorunu etrafındaki asıl tartışma, erkek tahakkümüne karşı kadın özgürlüğünden yana olmayı ahlaki bir vecibe olarak kabul edip edemeyeceğimizde düğümleniyor. “Özgürlük” açısından kadınla erkeğin eşit olduğu bir hayat tasavvuru ne anlama gelmektedir? Fıtri potansiyelin keşfi ve cisimleşmesi söz konusu özgürlükle koşullu değil midir? Kadın haklarını bu çerçeve içinde tartışma yetisi, birikimi ve arzusuyla temellendirememiş bir anlayışın, geleceğimize dair söz söyleme gücü ve ufku olamayacaktır. 21. yüzyılın Zeynep Burucerdi’nin ifadesiyle “kadın yüzyılı” olup olamayacağı sorusu ise, kanımca İslam dünyasının gerçekleştireceği zihinsel atılımla mukayyet olarak önemini korumaya devam edecektir.

[email protected]