Çok darbe yedik az film çektik

Gülcan Tezcan / Sinema Yazarı
30.05.2015

Bu coğrafyadaki en temel çatışma konularından biri olan darbelerin nedeni, niçini, oluş süreci, toplumsal hayatta nasıl kırılmalara, gerilemelere, kopuşlara ve ayrışmalar yol açtığına dair esaslı filmlere ciddi ihtiyaç var. Zira darbelerin kimi durumlarda ‘haklı’ olduğunu düşünen sinemacıların yaptığı filmlerle ülkenin hakikatine ve demokratikleşme sürecine katkı sağlamak pek de mümkün görünmüyor.


Çok darbe yedik az film çektik

Yakın tarihi darbeler geçidi haline gelmiş ve siyaseti halen vesayete karşı mücadele ile geçen bir ülkenin sanatının, sinemasının bu sancılı dönemlerden etkilenmiş olması kaçınılmaz. Bu, kimi zaman dozu giderek artan sansür anlayışı biçiminde kendini gösterebildiği gibi kimi zaman da siyasal değişim ve dönüşümlerle eş zamanlı olarak beliren akımlar şeklinde ortaya çıkabiliyor.

27 Mayıs 1960’tan bu yana hem toplumsal hem bireysel anlamda çok ciddi çatışmalar, kırılmalar yaşanırken elbette sinemacılar da kendilerini tüm bu olup bitenlerin dışında tutamazlardı. Ancak o dönemlerde sinema sektöründe varlık gösteren yönetmenlerin neredeyse hemen tamamı için 1960 darbesi ‘özgürlük’ getiren devrim niteliğinde bir Anayasa’ya kapı araladığından ‘meşru’ görülebilecek bir durumdur. Yönetmenlerin bir kısmı darbe sonrasında yaşanan rahatlamayla toplumsal gerçekçi filmler çekebildiklerini söyleseler de Yeşilçam’da zannedilenin aksine özgürlük rüzgârları esmediği gibi sansür bütün ağırlığıyla varlığını hissettirir. O yıllarda sansür kurulunda namaz, ezan, Kuran, Hoca, İmam, İmam nikahı gibi İslami ögeler dini ve dini duyguları istismar eden sakıncalı ögeler olarak red almaya sebep olabilmektedir. Ertem Göreç, Tunç Başaran gibi yönetmenler bu baskı dönemlerinde sansür heyetine giden filmlerde sakıncalı sahnelerin çıkarıldığını, onay alındıktan sonra o sahneler eklenilerek filmleri gösterdiklerini anlatır. 

27 Mayıs ve sinema

Metin Erksan’ın Yılanların Öcü filmi de 1960 İhtilali sonrası çekilmiş ve film sansüre takılınca Erksan, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e filmi izlettirerek, onun emriyle gösterim iznini alabilmiştir. Yine Erksan’ın Aşık Veysel’in hayatını anlatan filmi de sansür kuruluna takılır 1960’lı yılların sözde özgürlükçü ortamında ancak bazı sahneleri çıkarılarak seyirciyle buluşabilir. Toplumsal gerçekçi sinema adı altında işçi hakları, emeğin hiçe sayılması, burjuvazinin değerlerine yönelik eleştiriler perdeye yansırken o dönemin en sarsıcı gerçekliği olan millet iradesini ayaklar altına alarak bir başbakanın ve bakanların asılmasına yol açan ‘darbe’ye dair eleştirel bakabilen tek bir sinemacı çıkmaz.

Elbette darbeyi takip eden yıllarda uygulanan ihtilali eleştirilenlere dönük gizli ve açık sansür bunda etkili olsa da kanımca en büyük etken sinemacıların çoğunun 27 Mayıs’ı destekliyor oluşuydu. Bugün hâlâ 27 Mayıs darbesini ve o dönemi ele alan, tartışan, hikâyesini darbe sürecinde bireysel ya da toplumsal anlamda yaşanan travmalar üzerine bina eden bir film çekilemeyişinin nedeni de çok farklı değil. 12 Eylül darbesinin solcuları hedef alan bir askeri dikta olduğu inancını taşıyarak bu bakış doğrultusunda onlarca filme imza atanlar mevzu ülkenin seçilmiş başbakanını idama götüren darbeye geldiğinde sıra sus pus olabiliyorlar. Uzun yıllardır bu döneme dair film çekmenin hayalini kuran Hülya Koçyiğit ve Tunç Başaran’ın projelerini hayata geçirememiş olmalarının ayıbı da Adnan Menderes’in siyasi mirasının takipçisi olduğunu söyleyen sağ ve muhafazakar iktidarlara ait.

27 Mayıs’ı olduğu gibi 28 Şubat’ı da görmezden gelen günümüz sinemacıları ise Gezi olaylarının dumanı üstündeyken ‘şanlı direniş’in filmlerini çekmek için harekete geçebiliyorlar. Çok da uzak olmayan bir geçmişte bir grup sinemacının Taksim’de orduyu göreve çağıran bir yürüyüş yaptığını, Gezi sürecinde de pek çok ödüllü yönetmenin Hükümet’i istifaya çağırıp  ‘kaygılıyız’ bildirilerini imzaladıklarını hatırladığımızda fotoğraf daha da netleşiyor. Türkiye’nin yakın tarihine, gerçekliğine bu açıdan bakan yönetmenlerin çoğunlukta olduğu ve kendileri gibi düşünmeyenlere ciddi anlamda mahalle baskısı uyguladığı bir ortamda 27 Mayıs’ın ya da 28 Şubat’ın filminin çekilmesini beklemek elbette akıl kârı değil.

12 Eylül filmleri

Peki darbesever sinemacılar en çok mağduru oldukları 12 Eylül’ü hakkıyla anlatabilmişler mi diye baktığımızda da ortaya pek iç açıcı bir tablo çıkmıyor ne yazık ki. Sinema tarihimizde 12 Eylül filmleri başlığı altında sıralanabilecek hemen tamamı sol düşünceye sahip yönetmenler tarafından elliye yakın film çekilmişken bu eserlerin büyük bir çoğunluğu darbenin sonuçlarına odaklanıyor. Uçurtmayı Vurmasınlar, Duvar, Sen Türkülerini Söyle, Darbe, Çözülmeler, Eylül Fırtınası, Bekle Dedim Gölgeye, Suyun Öte Yanı, 80. Adım, Su Da Yanar, Dikenli Yol, Prenses, Av Zamanı, Sis, Ses, Bütün Kapılar Kapalıydı, Babam ve Oğlum, Babam Askerde, Beynelmilel, O. Çocukları, Yağmurdan Sonra, Eve Dönüş, Zincirbozan, Bu Son Olsun, Ayhan Hanım ilk akla gelen 12 Eylül filmleri. Sinema yazarı Alper Turgut, 1980 darbesine dair çekilmiş kırk filmin birbirine benzer, bir kısmı iyi, bir kısmı kötü, bir kısmının da resmen çöp olduğunu söylerken “Bu filmlerden bir bölümü kaçışlara dair, gerçeklikten kaçan, firari bir ruh halinin özeti gibi. Cunta filmi nasıl olmalı, bunu bile şimdiye dek netleştiremediğimiz için, haliyle fotoğraf da net değil, bildiğiniz flu... Klişe deposu, özenti, yabancı filmlerden aparma, gibi mevzulara ise hiç girmeyelim. Birkaç film dışında, bu filmler, yenilginin tarihidir, ezikliğin tarifidir. Umutsuzluk hakimdir, teslimiyet barizdir, yılgınlık her karesine işlemiştir. Metris’te zalim cuntaya, aç açına, atletle ve donla, kararlıkla ve inatla direnen devrimcilere ayıptır bu her şeyden önce” diyerek sert bir tonda eleştiriyor yapılan işleri. Turgut’un haklı eleştirilerine kulak veren kaç yönetmen ve sinemacı var bilinmez ancak görünen o ki bu coğrafyadaki en temel çatışma konularından biri olan darbelerin nedeni, niçini, oluş süreci, toplumsal hayatta nasıl kırılmalara, gerilemelere, kopuşlara ve ayrışmalar yol açtığına dair esaslı filmlere ciddi ihtiyaç var. Zira darbelerin kimi durumlarda ‘haklı’ olduğunu düşünen sinemacıların yaptığı filmlerle ülkenin hakikatine ve demokratikleşme sürecine katkı sağlaması pek de mümkün görünmüyor.

Hikâyemiz anlatılmadı

Sağcılar ve ülkücüler ise ancak 2015’e gelindiğinde hikâyelerini anlatabilecek cesareti buldular kendilerinde. Elbette İsmail Güneş’in 1990’larda çektiği Gülün Bittiği Yer de önemli bir dönüm noktasıydı bu anlamda. Üstelik darbeyi toplumsal şiddetin devlet-birey ölçeğinde bir yansıması olarak ele alması açısından da farklı bir örnekti Güneş’in filmi. Ancak O’nun peşi sıra yeni filmler gelmedi tâ ki bu yıla kadar.  Bir kaç ay önce vizyona giren Bizim Hikâye 80 darbesinde gururu, itibarı zedelenen, inancı ve düşüncesi ne olursa olsun haksız yere hüküm giyen insanların, darbe sonrasında hayata tutunma çabalarını perdeye taşıyan bir yapım olarak dikkat çekti. Sinemasal anlamda vasatın üstüne çıkmayı başaramasa da 12 Eylül’e tek taraflı bakışın kırılması anlamında önemliydi. Çekimleri tamamlanan Kafes ve bu yaz çekilecek olan 22 yaşında idam edilen ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nun hayatını konu alan Veda Mektubu-Ankara Yazı şimdiye dek yapılanların önüne geçmesini umut ettiğimiz iki proje.

Başlı başına bir yazı konusu olmakla birlikte 28 Şubat Post modern darbesi de bu seyir içinde gözden kaçırılmaması ve sinema filmlerine konu edilmesi gereken bir başka önemli kırılma noktası. 1997 yılı gibi çok yakın bir tarihte bu ülkede dindar insanların nasıl müdahalelere maruz kaldıklarını, en temel insan hak ve özgürlüklerinin hangi gülünç yasaklarla gaspedildiğini, askerin kurduğu vesayet rejiminin demokrasimizi nasıl bir çıkmaza sürüklediğini, tamamen sermayenin güç savaşı olduğu halde dindarların varlığını rejim sorunu haline getirerek darbeyi meşrulaştıran süreci genç kuşakların öğrenmesi ve ‘28 Şubat’tan beter’,  ‘28 Şubat’ta ne yaşadınız ki?’ sorularının cevap bulması, hafızaların diri tutulması adına tez vakitte bu sürecin de nitelikli ve sinemasal dili güçlü eserlerle beyazperdeye aktarılması gerekiyor. Elbette bu meseleyi dert edinmiş, darbelere her şart altında karşı duran, sineması salt entelektüel kaygılardan beslenmeyen ve bu sanatı sadece kişisel egosunu tatmin etmek amaçlı yapmayan, apolitikleşmemiş yönetmenler eliyle...

[email protected]