Çok kutuplu dünyanın eşiğinde: Merkez Bankası ve bağımsızlık paradoksu

Necmettin Özdin / Bahçeşehir Ün. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Doktora
7.02.2015

Tek bir süper gücün ortadan kalktığı çok kutuplu bir dünya düzeni ve çıkar çatışmalarının gerek bölgesel gerekse küresel düzeyde ortaya çıktığı bir yüzyıla girdiğimiz aşikâr. Doğrudur, merkez bankacılığı ve para politikası teknik bir konudur; ne var ki bağımsızlık da milli ve tamamıyla siyasi bir konudur.


Çok kutuplu  dünyanın eşiğinde: Merkez Bankası ve bağımsızlık paradoksu
İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan hiperenflasyon gibi acı tecrübeler iktisat literatüründe Bundesbank diye bilinen sadece fiyat istikrarını hedefleyen Alman tarzı bir Merkez Bankası modelinin gelişmesine sebep olmuştur. Bu model hala Avrupa Merkez Bankası (AMB) üzerinden tüm Avrupa’nın para politikası ve ekonomi politikasına şekil vermeye devam etmektedir. Diğer bir model de 1929 yılında dünyayı kasıp kavuran ve Büyük Depresyon olarak bilinen ekonomik kriz sonucunda şekillenen ve FED olarak bilinen Amerikan Merkez Bankasıdır. 
 
Keynesyen paradigmanın hâkim olduğu İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden 70’li yıllara kadar Amerikan politika yapıcılarının belirlediği ekonomi politikasında merkez bankası için biçilen rol enflasyonla mücadele, ekonomik büyüme ve işsizlik gibi doğrudan toplumsalı ilgilendiren hayati alanlar idi. Burada kuşkusuz İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalist ekonomi modelinin alternatif bir blok olması ve serbest piyasa ekonomisinin 1929 Büyük Depresyon ile kaybettiği itibar etkili olmuştur. 1980 ile birlikte neoliberal paradigma dünya ekonomisine yaklaşık 30 yıl kadar yerleşik olan bu ekonomi politikasının karşısına sorgulanamaz bir şekilde Bağımsız Merkez Bankası nosyonunu yerleştirdi. Bununla amaçlanan yukarıda zikredilen kalemlerden ziyade yüksek faiz temelinde bir fiyat istikrarı (enflasyon) hedeflemesiydi. 
 
Çıkmaz sokak: Bağımsızlık söylemi
 
Finansal piyasaların de-regülasyonu, ücretlerdeki durağanlık ve kredi-temelli tüketim döngüsü gibi neoliberal politikalar 80’li yılların ana motivasyonu ve 90’lı yılların göreceli ekonomik performansının da arkasındaki temel fonu oluşturmuştur. 2000’li yıllar ise, Maestro Greenspan şefliğinde sahnelenen ‘finansallaşma’  olgusu üzerinden şekillenmiştir. Finansallaşma, Epstein’ın tanımlaması ile söylersek, “finansal piyasaların, finansal güdülerin, finansal kurumların ve finansal seçkinlerin ekonominin işleyişi ve onu yöneten kurumlar üzerinde, hem ulusal hem de uluslararası düzeydeki öneminin giderek artması” anlamına gelmektedir. 2008 finansal krizinin yapısal bir analizini yapanların vardığı sonuç, krizin egzotik finansal araçların hükmettiği bir ortamda düşük gelirli insanlara satılan “eşik altı” konut kredilerinin toplumsallaşması ve sermayenin finansallaşması sonucunda ortaya çıkan yapısal bir kriz olduğu şeklindedir.
 
Ne var ki bu kriz finansal piyasaların aşırı kırılgan yapısını deşifre etmekle birlikte, arka planında yer alan tüm finansal modellemelerin kurucu öğretisi olan neoliberal paradigmanın da sorgulanmasına sebep olmuştur. 
 
Krizden çıkış senaryosunda ise bağımsız merkez bankası imajı yerini bambaşka bir aktöre bırakmıştır... Bernanke patronluğundaki FED finansal krizle mücadele sürecinde sıfıra yakın faiz politikası, doğrudan likidite sağlanması gibi alternatif araçlar ile birçok neoklasik tabunun yıkılması ve genişlemeci para politikası gibi pragmatik Keynesyen politikaların uygulanması noktasında siyasala entegre bir para politikasının ilk sinyallerini vermiştir.
Bağımsız bir merkez bankası söylemi ise ortaya şöyle bir paradoks çıkaracaktır: enflasyon hedeflemesini temel alan bir para politikası ile merkez bankası hükümete daha az, finansal piyasalara daha mı fazla sorumlu olacaktır? Bu paradoksu aşmak için öne sürülecek olan araç ve amaç bağımsızlığı şeklinde bir ayrım da sorunlu olacaktır. Çatı hedefin enflasyon hedeflemesi olduğu bir ekonomi politikasında hükümetin yönünü tayin edemediği bir para politikası ile merkez bankasının araçsal bağımsızlığı en nihayetinde yine bu çatı hedefe hizmet edecektir. 
 
Enflasyon hedeflemesi yerine, uzun vadeli makro hedefin ekonomik istikrar ve tam istihdam olduğu Keynesyen argümanların yeniden keşfi, bizi para politikasının salt hedefinin faiz oranı belirleme şeklinde daraltılmasına, maliye politikalarının ise aksine olabildiğince genişletilmesine ve her şeyden önce güçlü ve vizyoner bir devlet modeline götürecektir. Keynesin iktisat literatürüne en büyük katkısı belki de kapitalist bir ekonomide tam istihdam düzeyini kendiliğinden sağlayacak bir mekanizmanın bulunmadığından hareketle öne sürdüğü, her zaman ve her yerde geçerli genel bir modelin olamayacağı tespitidir. Çünkü gelecek belirsizdir ve finansın neyi finansa ettiği sorusu da bir o kadar elzemdir.
 
Asya merkezli bir dünya kurulurken...
 
Başkan Obama en son yaptığı konuşmada Kongreye Çin’i şikâyet etmesinin ve bu konuda Asya merkezli (Asia Pivot) dış politikasına tam destek istemesinin arka planında inşa sürecinde olan yeni bir dünya ve bu dünyanın başta küresel ticaret olmak üzere kurallarının kim tarafından yazılacağı sorunsalı yatmaktadır. Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından ifade edilen “21. Yüzyıl Amerika’nın Pasifik yüzyılı olacaktır” söylemi de aslında kurulmakta olan yeni bir dünya ve beraberindeki düzeni haber vermektedir.
 
Kore ve Vietnam savaşlarından beri Asya-Pasifik ile olan irtibatını asgari düzeye indiren ABD tüm enerjisini 21. Yüzyılın inşa edileceği bölge olan Pasifik bölgesine doğru yeniden genişletmesinin neyi hedeflediği sorusu gerçekten önemlidir. Amerikan öncülüğünde ve 11 pasifik ülkesini içeren Trans-Pasifik Ortaklığı, merkezinde Çinin hâkim olduğu bir Asya bölgesinde eski bir soğuk savaş stratejisi olan çevreleme politikası ile Amerikan merkezli bir karşı blok oluşturma çabasının ürünüdür.
 
2008 finansal krizine kadar geçen süre zarfında dünya iktisat literatürüne hâkim olan neoliberal iktisat politikaları soğuk savaş sonrasında dillendirilen tek kutuplu uluslararası sistem söyleminden bağımsız değildi. Ne var ki Irak ve Afganistan savaşları ile askeri, yapısal bir kriz olması sebebiyle 2008 finansal kriz ile de ekonomik gücünün artık sona geldiği tespitlerinin yapıldığı bir zaman diliminde Amerika’nın küresel hegemonyasının artık zayıfladığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Günümüz çok kutuplu dünyası göz önüne alındığında, yükselen bir Asya gücü olarak Çin, uyguladığı kendine özgü ekonomi politikaları, gölge dış politika stratejisi ve alternatif uluslararası örgütlenmeler üzerinden kendini bir model olarak sunmaya çoktan başladı.
 
Tek bir süper gücün ortadan kalktığı çok kutuplu bir dünya düzeni ve çıkar çatışmalarının gerek bölgesel gerekse küresel düzeyde ortaya çıktığı bir yüzyıla girdiğimiz aşikâr. Cemil Ertem’in de ısrarla vurguladığı gibi, “Böyle geçiş dönemlerinde, bir önceki dönemin araçları ve anlayışı ile donatılmış kurumların, kendi dinamikleriyle, önceki dönemi aşma becerileri yoksa bu kurumlar dönemin gerisinde kalırlar.”
 
Evet, doğrudur, merkez bankacılığı ve para politikası teknik bir konudur; ne var ki bağımsızlık da milli ve tamamıyla siyasi bir konudur.