Çözüm mü pazarlık mı?

Adnan Boynukara - Yazar
18.05.2013

PKK ve Öcalan ile yapılan görüşmeleri mahkum etmek doğru değil. Daha da ötesi, terörü bitirmeye yönelik görüşmelere, “pazarlık yapılıyor” ve “ne verdiniz” türü değerlendirmeler üzerinden karşı çıkmak ile terörün devam etmesinden yana olmak arasında fark yok.


Çözüm mü pazarlık mı?

Çözüm sürecine karşı çıkan muhalefetin, sürece karşı almış olduğu pozisyonu biçimlendirmek için kullandığı temel argüman, “PKK ile pazarlık yapılıyor, başkanlık istemine karşılık Öcalan’a özgürlük verecekler” cümlesindeki pazarlık kavramıdır. 

Bir şey alıp bir şey vermeyi içeren bu kavram üzerinden geliştirilmek istenen eleştirinin, tutarlı bir eleştiri ve meselenin tarihsel sürecine uygun bir değerlendirme olmadığı açık. Bunun doğru olmadığını ortaya koyan en sağlıklı veri ise devletin farklı tarihlerde, terörü bitirmek hedefiyle, örgüt ile iletişime geçerek meseleyi çözmeyi denemiş olmasıdır. Bu amaç için yürüttüğü çalışmaları; 1999 öncesi ve 1999 sonrası olarak iki ayrı başlık altında toplamak mümkün.

Türkiye’nin, her türlü kaynağını tüketen terör ortamından kurtulmak için farklı araçları devreye koyma konusunda hassas davrandığını biliyoruz. Milliyetçilik üzerinden siyaset yapmanın kolay zemin olduğu Türkiye’de, sivil iktidarların sorunu çözme çabaları, siyasal riskin yüksek olduğu girişimlerdir. Bu riskli duruma rağmen sorunu çözme çabaları, terörle mücadele etmenin farklı araçları olarak değerlendirildi. Devlet, güvenlik tedbirlerini askıya almadan bu çalışmaları yürüttü. Bu görüşmelerin büyük bir kısmı, gündelik siyasete de malzeme edilmedi. Bununla birlikte; derin unsurların, bu tür inisiyatiflerin tarafı olan aktörleri ‘susturma’ konusunda olabildiğince usta olduğunu not etmekte yarar var!

1999 öncesi görüşmeler 

Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden önce yapılan görüşmeleri, daha doğru bir tanımlama ile görüşme girişimlerini üç farklı başlık altında toplayabiliriz. Bunlar; 20 Mart 1993 Turgut Özal inisiyatifi, Mart 1995 Hikmet Çetin girişimi ve Haziran 1996 Necmettin Erbakan çabasıdır. Bu çabalar; ya mektup gönderme veya aracılar üzerinden iletişime geçme şeklindeydi. Bahsettiğimiz girişimler kendi tarihsel ve siyasal koşulları içinde değerlendirildiğinde, birbirinden farklı siyasa geleneğe sahip aktörlerin başlattığı girişimlerin tümünün temel amacının terörü önlemek ve yönetilebilir bir noktada tutmak olduğu görülür. 

Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi, örgüt ile iletişim kurma çabalarından öteye geçip, terörü önlemek amacıyla örgüt ile direk görüşmelerin yapılması süreci olarak değerlendirilmelidir. 

Bu amaç doğrultusunda 1999’dan sonra yapılan görüşmeleri; 15 Şubat 1999 Hasan Atilla Uğur ve Afet Güneş girişimi, Temmuz 1999 Çevik Bir deneyimi, 2005-2009 Emre Taner girişimi, 2009 demokratik açılım süreci, Nisan 2010 Oslo görüşmeleri ve Eylül 2012 çözüm süreci olarak tasniflemek mümkün. 1999’dan sonra yürütülen direk görüşmelerin ortak özelliği, bu çalışmaların kurumsal olarak asker ve MİT üzerinden yürütülmüş olmasıdır.

‘Kim görüştü’ tartışması

Çözüm süreciyle birlikte tartışmaların odaklandığı konulardan birisi de, muhalefetin “PKK ile AK Parti görüşüyor”, “masanın bir tarafında Öcalan var öteki tarafında Erdoğan var” ifadelerdir. Bu ifadelerin doğru olmadığını herkesten çok iyi, ifadeyi kullananlar biliyor. Ancak muhalefet yapmış olmak, milliyetçi ve ulusalcı seçmenin desteğini almak ve çözüm çabaları üzerinden hükümeti mahkum etmek arzusu, doğru olmayan bu tutuma ivme kazandırıyor. Burada acı olan, sosyal demokrat gelenekten gelen ve Kürt meselesinin çözümü için onlarca rapor yayınlamış olan CHP’nin de bu politik tutumun içinde olmasıdır!

1999 yılından sonra PKK veya Öcalan ile yürütülen görüşmelerin tümü, devletin güvenlik veya istihbarat kurumları üzerinden yürütülmüştür. Türkiye’ye getirildikten sonra Öcalan ile ilk görüşmeleri Jandarma İstihbarat Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı yürütmüştü. Kurumsal işleyiş dikkate alındığında bu görüşmelerin tümünün Genelkurmay Başkanlığı’nın bilgisi ve dönemin hükümetin talimatı dahilinde yapıldığı açıktır. Dönemin siyasal iktidarlarının bu konuda bilgi sahibi olmadığını söylemek, sivil siyaseti yok sayma anlamında, büyük bir vahamet olur. Bunu düşünmek dahi mümkün değil! Daha sonra AK Parti iktidarları döneminde yürütülen görüşmelerin tümü ise devletin istihbarat kurumu olan MİT üzerinden yürütülmeye başlandı. Dolayısıyla; PKK ve Öcalan ile yürütülen görüşmelerdeki tek fark, görüşmeyi yürüten kurumlardır. 

‘Beni teslim eden irade...’

PKK ve Öcalan ile farklı tarihlerde yapılan görüşmelerin temel amacının aynı olduğu açık. Bu nedenle de görüşmeleri mahkum etmek doğru değil. Daha da ötesi, terörü bitirmeye yönelik görüşmelere, “pazarlık yapılıyor” ve “ne verdiniz” türü değerlendirmeler üzerinden karşı çıkmak ile terörün devam etmesinden yana olmak arasında fark yok. Kuşkusuz bu tür çabalara karşı çıkmak bir tercih, ancak bu tercih ile ifade edilmek istenen gerçeği de ortaya koymakta yarar var.

Çözüm sürecine ‘pazarlık’ kavramı üzerinden karşı çıkan siyasetçilerin, kendilerinin veya içinden geldikleri siyasi geleneğin iktidar ortağı oldukları dönemde yapılan görüşmelere bakmasında yarar var! O görüşmelerde ne konuşuldu ve hangi konular üzerinden görüşmeler yürütüldü? Bu soru görmezden gelinerek mevcut çalışmaları mahkum etmek doğru olmaz. Şayet “görüşmelerden haberimiz yok” deniliyorsa, o zaman durum daha da vahimdir. Seçilmiş sivil iktidardan habersiz iş yapılmasını iddia etmek, büyük bir talihsizlik olur! Bu ise sivil iktidarın vesayet rejimini kabul etmesi anlamına gelir ki, bunu konuşmak dahi doğru olmaz!

Öcalan’ın ABD tarafından Türkiye’ye verildiğini biliyoruz. Teslim alınmasından sonra, kısa süren yargılama sonucunda, Öcalan idam cezasına mahkum edildi. Yargılama süreci anımsanacak olursa, idam cezasının Öcalan üzerinde herhangi bir olumsuz etki oluşturmadığı görülür. Bunu Öcalan’ın; “beni size teslim eden irade, idam edilmeme göz yummaz” cümlesi üzerinden de okumak mümkün. Buradan da görüleceği üzere, teslim alma süreci belirli şartlar dahilinde gerçekleşmiş ve bu durum ‘pazarlık’ kelimesinin ötesinde anlamlar taşımaktadır. Ancak sonuç itibariyle, buna karar veren dönemin siyasi kadrolarının, ülkenin içinde olduğu terör atmosferini minimize etme amacı dışında bir hedeflerinin olmadığı konusunda kuşku yok. Dolayısıyla bu konu, gündelik siyasete malzeme edilemeyecek kadar önemlidir! Ancak bunu kavrayabilmek için ise yeterli düzeyde bir gelecek projeksiyonu şart...!

[email protected]