PKK’nın her an geriye dönebileceğine dair ifadeler, muhalefetin olumsuz yaklaşımı nedeniyle kamuoyu karşısında sorumluluğu tek başına üstlenen hükümetin yükünü bir kat daha artırıyor. Zira pek çok etmeni bir arada değerlendirmesi gereken hükümetin aksine, PKK’nın bir “denge siyaseti” gütme yükümlülüğü yok.
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş - Gazi Üniversitesi
Akil insanlar heyetlerinin çalışmalarını tamamlamasından sonra, bir süreliğine gündemden düşmüş gibi görünen çözüm sürecine ilişkin tartışmalar yeniden hız kazandı. Çalışmalar bağlamında yaz aylarının nispeten durgun geçmesinin ardından hükümetin hazırladığı demokratikleşme paketinin kapsam ve içeriği ekseninde sürecin ana hatları yeniden tartışılıyor. Çözüm süreci, sorunun taraflarının karşılıklı olarak atacakları adımlarla hayat bulacak. Bu açıdan, sürecin birbirini takip edecek farklı aşamalardan oluşacağı en baştan itibaren kabul ediliyor. İlk aşama, silahların susması ve PKK’nın silahlı unsurlarının ülke dışına çıkması. Aylardır sorun nedeniyle “cenaze kaldırılmaması” sürecin ilk aşamasının olumlu yüzü olarak görülebilir. Ayrıca bahar aylarından itibaren dağdaki militanların ülkeyi terk etmeye başladıkları biliniyor. Çekilme süreci tamamlandıktan sonra ikinci aşamaya geçilmesi ve hükümetin kapsamlı bir demokratikleşme paketini uygulamaya alması planlanıyor. Ancak sorunun tam da bu noktada başladığını söylemek yanlış olmaz. Zira çekilmenin kapsamı ve takvimi konusunda hükümetin beklentileri ve PKK’nın yaklaşımı uyuşmuyor.
Çekilme neden yavaş?
Başbakan Erdoğan’ın değişik defalar ortaya koyduğu gibi PKK’nın çekilme süreci beklenenden çok daha yavaş ilerliyor. Bu bağlamda, Erdoğan’ın en son geçen hafta yaptığı, şimdiye dek silahlı örgüt militanlarından yalnızca beşte birinin ülkeyi terk ettiği yönündeki açıklama BDP tarafından da teyit edildi. Oysa en başta Eylül ayı içerisinde bu sürecin tamamlanması hedefleniyordu. Ancak burada bir yaklaşım farklılığının da bulunduğunu kaydetmek gerekiyor. PKK ve BDP’nin örgüt mensuplarının konuşlandıkları mevkileri terk etmelerini ve mobil halde bulunmalarını çekilme sürecinin bir parçası olarak gördükleri anlaşılabiliyor. Bunun ise çekilme sürecinin yavaşlığını tek başına açıklamaktan uzak olduğu kolayca kavranabilir bir durum. Varlığını büyük ölçüde silaha borçlu olan PKK’nın bir anda her şeyden vazgeçmesinin güç yitirmesi anlamına geleceği açık. Bu nedenle PKK, bir bakıma işi ağırdan alarak süreçte yaşanacak bir kriz durumunda muhtemel güç kaybını en aza indirmeye çalışıyor. Aynı zamanda örgütün, şehirlerden yeni militanlar devşirmeye ve bunları dağdan inenlerin yerine göndermeye çalıştığı biliniyor. Ancak bu yaklaşım, sürecin sağlığına zarar verme ihtimali taşıyor. Nitekim Başbakan’ın süreçle doğrudan ilgili başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın PKK’nın son dönemde izlediği çizginin “süreci enfekte etme” riski içerdiğini söylemesi, hükümetin bu konudaki kaygılarını gayet iyi özetliyor. En son örneği Cemil Bayık’ın geçen hafta yaptığı açıklamalarda görüldüğü gibi, PKK’nın her an geriye dönebileceğinin işaretlerini vermesi, muhalefetin olumsuz yaklaşımı nedeniyle kamuoyu karşısında sorumluluğu tek başına üstlenen hükümetin yükünü bir kat daha artırıyor. Zira pek çok etmeni bir arada değerlendirmesi gereken hükümetin aksine, PKK’nın bir “denge siyaseti” gütme yükümlülüğü yok. Dolayısıyla örgüt, hem muhtemel bir barış hem de çatışmaların sürmesi durumlarında pozisyonunu en güçlü kılmak amacıyla kendi kitlesi dışındaki kesimlerin tepkisini önemsemeden adım atıyor. Bu durum, doğal olarak, kendisi açısından hareket esnekliği fırsatı sunuyor; ancak masanın diğer tarafının işini zorlaştırıyor.
Sorunun başka bir boyutu, “siyasal kanat” BDP ile ilgili. Süreçle ilgili en çelişkili tavrı BDP’nin sergilediği görülüyor. Bir açıdan bakıldığında BDP, sorunun başlıca siyasal muhatabı. Bugüne kadar bölge insanının taleplerini siyasal düzleme taşıyan en önemli araçlardan biri olarak BDP şu anda masanın bir tarafında oturmayı hak olarak görüyor. İktidarın da buna ciddi bir itirazının olmadığı anlaşılıyor. Sürecin başarıyla sonuçlanması, bugüne kadar demokratik siyaset düzleminde meşruluk sorunları yaşayan BDP’nin ulusal ve uluslararası düzlemde tam anlamıyla kabul görmesini sağlayacak. Bu şekilde, BDP, hem söylem düzeyinde hem de hitap ettiği kitle bağlamında zeminini genişletme imkânı bulacak. Ancak BDP’nin paradoksunun da aynı noktada başladığını söylemek yanlış değil. Zira BDP, bugüne dek kendi siyasetinin temel dayanağını Kürt sorununun yarattığı enerjide buldu. BDP, değişik dönemlerde yürüttüğü çabalara, örneğin son seçimlerde bir sol blok meydana getirme arayışına girmesine rağmen bir “Türkiye partisi” olmayı başaramadı. Dolayısıyla Partinin hem genel siyasetinin kurucu unsurları hem de söylemi Kürt sorununa münhasır kaldı. Bu nedenle sorunun çözülmesi BDP açısından kendilerinin de gayet farkında olduğu bir risk içeriyor.
BDP’nin ideolojik yapısı
Kürt sorununun çözümü noktasında sağlanacak bir ilerleme BDP açısından ideolojik boşluğa düşme sorununu beraberinde getirebilir. Hâlihazırda BDP’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ciddi bir karşılık bulmasını sağlayan temel etmen Kürt sorunu. Sorunun beraberinde getirdiği kültürel ve siyasal konular, dahası “Kürt kimliği” çerçevesinde oluşan genel kategori Parti ile kitlesi arasında ünsiyet bağı kurulmasını sağlıyor. Marxist-Leninist bir geçmişe sahip olan PKK ve BDP ortak sorunlar nedeniyle ideolojik kimliğini fazla açığa çıkarmadan, bütünleştirici bir çerçeve içinde siyaset yapma fırsatı buluyor. Sorunlar ekseninde bir grubun temsilciliğini üstlenmek BDP’nin ideolojik açıdan kendisine oldukça uzak duran dindar Kürtlerden bile oy almasını sağlıyor. Kısacası, “ortak yaralar”, aradaki farklılıkların ortaya çıkmasını veya ciddi bir ayrışmaya neden olmasını önlüyor. Oysa sorunun çözülmesi durumunda BDP kendi tabanı bağlamında önemli bir erozyonla karşılaşabilir. Çözümden sonra, halen tek bir soruna odaklanan ve siyasal dilini “savaş” üzerine kurgulayan BDP yeni bir strateji geliştirmek zorunda. Bu durumun siyasal açıdan daha riskli ve maliyetli olduğu açık. Üstelik bundan sonraki süreçte BDP, Kürtler içinde şimdiki kadar “heterojen” bir kitleyi temsil etme yeteneği gösteremeyebilir. Tüm bu etmenler, BDP’nin çözüm sürecinde izlediği ikircikli yaklaşımın nedenlerini açıklıyor.
Tabanı dinamik tutma kaygısı
Yukarıda sayılanların yanı sıra BDP ve PKK, çözüm süreci başladığından bu yana kendi tabanını diri tutmak için çaba harcıyorlar. İlk olarak en baştan itibaren gerek PKK gerekse BDP, sürecin kendileri tarafından başlatıldığını ve yönetildiğini anlatmaya çalışıyorlar. Bu anlamda, hükümetin attığı adımların örgütün çabaları sonucu oluşan “zorunluluk” durumundan kaynaklandığı mesajını vermeye gayret ediyorlar. Böylece, kendi tabanlarına çözümün kendi güçlerini eritmediğini, tam tersine artırdığı söyleyerek muhtemel bir güç zaafının önüne geçmek istiyorlar. Bunun yanında “hükümet adım at” mitingleri aracılığıyla hem tabanlarını diri ve moralli tutmayı hem de hükümetin üzerinde baskı oluşturmayı amaçlıyorlar. Bu noktada, “Gezi parkı eylemleri”nin örgüt çevreleri için öğretici bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Muhtemelen, örgüt, bundan sonraki süreçte sivil yönü ağır basan gösteriler aracılığıyla meşru bir zeminde daha fazla karşılık bulacağını düşünerek yeni bir eylem stratejisi geliştirecek.
Öte yandan sorunun diğer tarafı olan hükümetin de nispeten ihtiyatlı bir tavırla hareket ettiği söylenebilir. Son on yılda hemen her alanda kapsamlı reformlar gerçekleştiren hükümetin son demokratikleşme paketini ağırdan alması, sürecin genel gidişatını takip etme çabasıyla yakından bağlantılı. Daha açık bir ifadeyle, hükümet, adım atmadan önce karşı tarafın samimiyetini görmek istiyor. Bu şekilde, paketin içereceği unsurların kamuoyu önünde daha kolay savunulması mümkün olacak. Aynı zamanda, paketin içeriğinin süreçte kat edilen mesafe doğrultusunda doldurulacağı da tahmin edilebilir. Ancak bundan daha önemli konu, hükümetin bu aşamada gündeme getirilmesinde yarar bulunmadığını düşündüğü “kırmızı çizgileri”nin olduğunun ortaya çıkması. Örneğin hükümet yetkilerinin açıklamalarından PKK-BDP çizgisinin ısrarla üzerinde durduğu “anadilde eğitim” konusunun paketin içeriğinde bulunmayacağı anlaşılabiliyor. Bunun yanında hükümet, seçim barajının düşürülmesi konusuna da sıcak bakmıyor. Bu bağlamda, “temsilde adalet” ve “demokratik katılım” sorunlarının üstesinden gelmek için seçim sisteminin “daraltılmış bölge” modeline kaydırılacağı görülüyor. Ayrıca siyasal iktidarın, partilerin devletin malî desteğinden yararlanma yöntemlerini kolaylaştırarak BDP’nin taleplerine kısmen cevap vermeye çalışacağı anlaşılıyor. Bu bağlamda, hükümet, yeni hazırlanacak demokratikleşme paketini, ülkenin son on yılda izlediği “normalleşme süreci”nin doğal uzantılarından biri olarak kabul ediyor. AK Parti hükümeti, demokratikleşmenin zaten kendi ajandasının en önemli maddelerinden biri olduğu, bu konudaki kararlılığının PKK’nın ya da BDP’nin talepleriyle ilişkili bulunmadığı mesajını vermeye özen gösteriyor.
Paketten beklenen...
Meclis’in açılmasına yakın bir zaman diliminde gündeme gelecek olan demokratikleşme paketinin BDP ve PKK’yı tatmin etmeyeceği, en azından bunların siyasal argümanlarını “paketin yetersizliği” üzerine kurgulayacakları öngörülebilir. Kuşkusuz, hükümet de elindeki tüm kartları aynı anda açmak istemeyecektir. Ancak on yıllardır devam eden ve adeta kangren haline gelmiş bir sorunun üstesinden atılacak birkaç basit adımla gelineceğini düşünmek de oldukça iyimser bir beklenti. Dolayısıyla “süreç” ifadesinin bizatihi kendisinin de ima ettiği gibi, zamana yayılan, tedrici bir ilişki ve gelişme bütünüyle karşı karşıya olduğumuz görülüyor. Yaşanan süreçte, şiddete başvurulmaması ve siyaseten müzakere yöntemlerinden vazgeçilmemesi ile çözüme ulaşılmasını sağlayan asıl anahtar olacak.