Çözüm süreci karşıtlarının ittifakı

Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş/Gazi Ünv. Öğretim Üy.
29.03.2014

Çözüm süreci karşıtlığını da içeren bir dil ve aynı eksende oluşan ittifak, AK Parti seçmenlerinin sürece destek vermesini beraberinde getiriyor. AK Parti’ye yönelen hamlelerin hedeflerinden birinin de çözüm süreci olduğu yönünde bir algı doğuyor ve bu nedenle süreç daha fazla sahipleniliyor.


Çözüm süreci karşıtlarının ittifakı

30 Mart yerel seçimleri öncesi oldukça gergin bir atmosferde geçen kampanya süreci nihayet sona erdi. Bu akşam ortaya çıkacak tablo, önümüzdeki beş yıl boyunca kentlerin anahtarlarının kimlerde duracağını gösterecek. Ancak 30 Mart 2014 tarihinin Türk siyasal hayatında yalnızca belediye seçimlerinin yapıldığı gün olmanın çok ötesine geçen bir anlam taşıyacağı da açık. 17 Aralık ile başlayan süreç, seçimlerin “yerel” olma niteliğini adeta ortadan kaldırdı ve hükümetin arkasındaki desteğin yeniden görülmesini sağlayacak bir araç görünümü kazanmasını sağladı. Nitekim başta AK Parti olmak üzere tüm siyasal partiler, kampanya süreçlerinde yerel sorunlara odaklanılması veya tek tek adayların projelerinin tanıtılması yerine “genel siyaset”e ilişkin temalar üzerinde durmayı tercih ettiler. 

Aynı zamanda 30 Mart’a yönelik kampanya süreci, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de ön provası olma özelliği gösterdi. Nitekim bu akşam elde edilecek sonuçlarla bağlantılı şekilde, partiler, cumhurbaşkanlığı seçiminde izleyecekleri stratejinin ana hatlarını da belirleyecekler. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hem kimlerin aday olarak saptanacağı hem de kurulması muhtemel ittifaklar yerel seçimlerde ortaya çıkan temel göstergeler çerçevesinde şekillenecek. Dolayısıyla 30 Mart öncesi yaşanan tartışmaların önümüzdeki dönemde sona ereceğini söylemek oldukça iyimser bir yaklaşım olur. Bu akşam, sandıkların açılıp sonuçların belli olmasından itibaren yeni tartışmaların başlaması kaçınılmaz gibi görünüyor. Bir bakıma, kısa vadede siyasetin genel gidişatını belirleyecek olan etmenlerden belki de en önemlisinin bu akşam alınacak sonuçlar olacağı öngörebilir bir durum. Bunun yanında seçim sonuçları, uzun bir süredir nispeten sorunsuz şekilde giden “çözüm süreci”nin akıbeti üzerinde de etkili olacak. Ancak buraya gelmeden, yerel seçimlere dönük kampanya sürecinde yaşanan gelişmelere kısaca bakmakta fayda var. 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti’nin seçim kampanyasının temeline “paralel devlet” tartışmalarını yerleştirdi. 17 Aralık günü başlayan süreçte, siyaset kurumunun siyaset dışı yollarla dizayn edilmeye çalışıldığının ortaya çıkması, söylemini demokratik meşruiyet üzerine oturtan Erdoğan ve AK Parti’nin elini güçlendiren bir yüz taşıdı. Bir bakıma, Erdoğan, bu tartışmalar aracılığıyla, çok sayıda ilde düzenlediği mitinglere yoğun katılımın somut olarak gösterdiği gibi, kendi arkasındaki seçmen kitlesini konsolide etme imkanı buldu. Hükümetin karşısında yer alan neredeyse tüm muhalefetin adeta bir koalisyon gibi davranmasının da AK Parti’nin kendi seçmen kitlesini ikna edebilmesi açısından yarar sağladığı söylenebilir. Üstelik gerek paralel yapının gerekse muhalefetin “erken genel seçim” çağrısı yapmayıp tüm eleştiri oklarını doğrudan Başbakan Erdoğan’a yöneltmesi, Erdoğan’ın kendisine destek veren kitlelere gerçek resmi daha iyi anlatabilmesini beraberinde getirdi. Bu şekilde, siyaset dışı yollarla oluşturulmaya çalışılan “Erdoğan’sız bir AK Parti” tasarımının seçmen nezdinde bir karşılığının olmadığı da açığa çıktı. 

Çözüm sürecine ihtimam

Öte yandan tüm tartışmalara ve sorunlara rağmen seçim öncesi yaşananların en fazla umut veren yüzlerinden biri, çözüm sürecinin bu dönemi “yara almadan” atlatmış olması. Kampanya döneminin ülke için en önemli kazanımı, çözüm süreci üzerinde toplumsal mutabakatın sağlanmış ve pek çok psikolojik eşiğin aşılmış olduğunu göstermesiydi. Bu durumun oluşmasındaki ilk etmen, başta CHP ve MHP olmak üzere muhalefet partilerinin 17 Aralık ile başlayan yolsuzluk iddialarını kampanyalarının merkezlerine yerleştirmeleriydi. Bu durum, bir bakıma “çözüm süreci”ne korunaklı bir alan sağladı. Muhalefet partileri, hükümete yönelik eleştirilerini çözüm süreci yerine, 17 Aralık’la başlayan yolsuzluk ve otoriterleşme iddiaları üzerinden kurmayı tercih etti. Hatta bu süreçte, hükümet tarafından daha önce açıklanan “demokratikleşme paketi” beklenenin aksine muhalefetin çok da önemli bir direnişi olmadan Meclis’ten geçirildi. 

Diğer taraftan, çözüm sürecinin iktidarın arkasındaki desteğin daha güçlü bir zemine oturması açısından dolaylı bir etki meydana getirdiği de söylenebilir. Gerçekten de çözüm sürecinin dayandığı mutabakat zemini giderek genişliyor. Ana akım siyasal partiler arasında, MHP dışında çözüm sürecine doğrudan karşı çıkan bir yaklaşım bulunmuyor. Son on yılda neredeyse tüm siyasal dilini Kürt sorunu üzerinden kuran MHP’nin bu yaklaşımı, kendi siyasetinin dinamikleri açısından oldukça anlaşılabilir bir tutum. CHP içindeki ulusalcı kanadın sürece yönelik direnci dahi her geçen gün biraz daha azalıyor. Bir bakıma, CHP, açıkça destek vermediği sürece doğrudan karşı çıkmasının siyasî maliyetinin kendisi için ağır olabileceğini görüyor. 

Çözüm sürecinin bir diğer tarafı olan BDP ise siyasal dilini tam olarak yumuşatmasa da yeni gerginlik alanları meydana getirmekten kaçınıyor ve “Türkiye partisi” olma yönünde formüller arıyor. Elbette bunun kolay ve sancısız bir geçiş süreci olacağını söylemek mümkün değil. Demokratik siyasetin zemini genişledikçe BDP’nin taleplerinin daha makul ve gerçekçi bir zemine oturacağı tahmin edilebilir. 17 Aralık sürecinden hükümete karşı en az olumsuz enerjiyi BDP’nin çıkarmaya çalıştığı ve Partinin tüm kampanya sürecinde kendi gündemini takip ettiği hatırlandığında bu durum daha iyi anlaşılabilir. Ayrıca BDP’nin hem Gezi olaylarında hem de 17 Aralık sonrasında kendi kitlesinin sokağa inmesine izin vermemesi, çözüm sürecine yönelik sabotaj girişimlerinin önünü en baştan kesti.   

Daha önce sergilenen tüm provokatif girişimlere rağmen sürecin arkasındaki kamuoyu desteği hiç azalmadı. Tam tersine, her geçen gün sürecin başarıyla sonuçlanacağına olan inanç daha da arttı. “Şehit cenazelerinin gelmemesi”nin doğurduğu olumlu psikolojik havayı, son dönemde yaşanan bazı münferit hadiseler dahi dağıtamadı. Aynı şekilde, bölgede de demokratik siyasetin çözüme ulaştıracağına duyulan güven giderek güç kazandı. Tüm bu faktörler, çözüm sürecinin başarıya ulaşma ihtimalinin her zamankinden daha yüksek olduğunu gösteriyor. “Bölünme paranoyası” gibi sunî korkular üzerine kurulan siyaset giderek etkisini kaybediyor. Dolayısıyla MHP dışındaki muhalefet partileri, siyasetin doğal mecrasının uzağına düşmemek için süreç konusunda olumsuz bir tavır sergilememeye gayret ediyorlar. Bu şekilde, hem siyasette hem de toplumsal hayatta bir “normalleşme” durumu ortaya çıkıyor. Kampanya sürecinde özellikle BDP tarafından Kürtçe propagandanın serbestçe yapılabilmesinin diğer partilerce milliyetçi reflekslere hitap eden bir tarzda seçim malzemesi yapılmamasının ardında bu tür bir normalleşme faktörünü aramak gerekiyor. 21 Mart Nevruz kutlamalarında da görüldüğü gibi, bölgede esmeye başlayan barışçı hava tüm Türkiye’ye yayılıyor. 

Tereddütler gideriliyor

Diğer taraftan, sürece en baştan itibaren mesafeli olduğu bilinen cemaatle hükümet arasında son dönemde yaşanan tartışmalar da süreç açısından dolaylı şekilde olumlu etki yapıyor. AK Parti, bu yolla kendi seçmen kitlesi içinde sürece tereddütlü yaklaşan kesimlerin ikna olmasını sağlıyor. Daha açık bir ifadeyle, çözüm süreci karşıtlığını da içeren bir dil ve aynı eksende oluşan ittifak, bunun tam tersi bir durumu, yani AK Parti seçmenlerinin iktidarın projesi olarak görülen sürece de diğer unsurlarla birlikte destek vermesini beraberinde getiriyor. AK Parti’ye yönelen hamlelerin hedeflerinden birinin de çözüm süreci olduğu yönünde bir algı doğuyor ve bu nedenle süreç daha fazla sahipleniliyor. 

Tüm bunların gösterdiği gibi, başlı başına çözüm sürecini başlatmış ve yürütüyor olmanın bile hükümetin arkasındaki toplumsal desteğin artırmasını sağladığı anlaşılıyor. Dolayısıyla hükümetin seçim sonrasında da çözüm süreci konusundaki kararlılığını sürdürmesi, kendi hareket alanını genişletmesi bakımından önem taşıyor. Bu bağlamda, seçim sonuçlarına bakmaya dahi ihtiyaç duyulmadan çözüm sürecinin seçmen karşısındaki güven testini bir kez daha geçtiği ortaya çıkıyor. Buradan hareketle, çözüm sürecinin gündelik siyasal tartışmalardan bağımsız bir şekilde kendi mecrasını bulduğu ve bundan sonra da bu mecrada akmaya devam edeceği söylenebilir. 

Kuşkusuz çözüm süreci bağlamında hâlâ atılması gereken çok sayıda adım var ve bunlar zamana yayılacak. Ancak bundan sonra ilk yapılması gerekenlerden biri, çözüm süreciyle ortaya konulan perspektifin yalnızca Kürt sorununa münhasır olmadığını, her kesimden insanın demokrasi ve özgürlük arayışlarıyla yakından bağlantısı bulunduğunu daha açık bir şekilde göstermek. Aleviler başta olmak üzere farklı toplumsal kesimlerin talep ve beklentilerine cevap verecek adımlar atmak, hükümetin ilk aşamadaki en önemli sorumluluklarından biri olarak beliriyor. Bu bağlamda, değişik dönemlerde ve farklı nedenlerde “ötekileştirilen” tüm grupların eşit ve özgür vatandaşlık temelinde birleştirilmesi gerekiyor. Bu temelde şekillenen yeni bir toplumsal mutabakat zeminin oluşturulması, son dönemde yaşanan siyasal gerilimin azalmasının da önemli araçlarından biri olabilir. Geride bıraktığımız aylarda sokağa yansıyan tepkilerde de açığa çıktığı gibi özellikle Alevilerde oluşan dışlanmışlık hissinin ortadan kaldırılması için birtakım somut adımların atılması öncelikli sorun gibi görünüyor. Bunun yanında gayrimüslim azınlıkların ihtiyaçlarına cevap verilmesi ya da Romanlar gibi farklı toplumsal grupların durumlarında iyileştirilmeye gidilmesi eşit vatandaşlık anlayışının geliştirilmesi bakımından zorunluluk içeriyor. Ancak belki de bundan daha fazla önem taşıyan nokta, söz konusu tüm hakların anayasal bir güvenceye kavuşturulması. Bu nedenle, son dönemde neredeyse hep gündemde kalan ancak bir türlü hayata geçirilemeyen “yeni anayasa” çabalarına hız kazandırmak gerek.

Siyasal krizlerin ve gerilimlerin adeta olağan hale getirilmeye çalışıldığı Türkiye’de tüm bunların aşılması demokratikleşme ve siyasal özgürlüklerin genişletilmesiyle mümkün. En baştan itibaren bu doğrultuda atılan adımların sağlam ve kalıcı bir zemine oturabilmesi açısından ise yeni anayasanın çıkarılması adeta zorunluluk arz ediyor. Ancak bu süreçte en fazla dikkat çeken durum, seçmenlerin önemlice bir kısmında demokrasiye sahip çıkma bilincinin geçmişle karşılaştırıldığında büyük ölçüde geliştiğinin görülmesi. Türk demokrasisinin geleceği açısından asıl ümit verici manzara da bu. 

[email protected]