Çözüm sürecinde ‘din dili’ ve seçimler

Halil Ensari - Yazar
19.09.2015

Bir akademisyen, Erdoğan’ın dindar nesil yetiştirmeyi dillendirdiği günlerde uluslararası bir programda kalabalık bir dinleyici kitlesine “Kürtlerin dine değil dile ihtiyacı var” dediğinde aldığı alkış, yeni neslin sosyolojik gerçekliğini ortaya koyuyordu. Üstelik “herkes kendinde olmayanı ister” şeklinde ötekileştiren bir dille.


Çözüm sürecinde ‘din dili’ ve seçimler

7 Haziran seçimlerinden sonra birçok dindar insanın ortak bir sorusu vardı: Bunca demokratikleşme ve dini hayatta sağlanan rahatlamalara rağmen, Doğu ve Güneydoğu’da dindar Kürtlerin birçoğu, kuruluşundan bu yana ideolojisi ve hemen bütün yöneticileri dine mesafeli ve hatta karşı olan HDP’ye oy vermeyi niçin tercih ettiler? Bu sorunun değişik versiyonları sıralanabilir. Ancak bu başka bir yazının konusudur. Bizim ele almaya çalıştığımız açıdan yukarda ifade etmeye çalıştığımız soruyu soranların bilinçaltında ve ezberlerinde çözümün en önemli enstrümanının din olduğu kanaat ve kabulü vardı. Bu konuda haksız da değillerdi. Güneydoğu insanı dindarlığı ile maruftu. İşte asıl sorun da burada başladı. Zira bu kanaat ve algıya Ak parti de sahipti. Yazının sonuç cümlesini burada söyleyelim: Güneydoğu’nun nüfus olarak çoğunluğunu oluşturan genç kuşak, Anadolu’nun en seküler toplumu olmaya ramak kaldı. İşte bu nedenle kısa vadeli bir çözüm için din ve din dili bir araç olmaktan çıkmıştır. Bunun ilk öngörüsünü,  biraz farklı şekilde de olsa Şerafettin Elçi yapmıştır, özet olarak “bu sorunu bizim kuşakla çözün” diyerek.

Osmanlı ve sonrası Kürtler

Sorunu doğru tanımlamak ve çözümün parametrelerini doğru tespit edebilmek için bölgede devlet-din ilişkilerinin tarihini kısaca bilmek gerekir. 1846 yılından itibaren Osmanlı Devleti, otoritesini sağlamlaştırmak için bölgedeki beylikleri kabul etmeyerek onların yerine merkezden valiler atadı. Ancak bölge halkı kendi içlerinden olmayan bu valileri kabul etmedi. Beyler sürgüne gönderildiğinden, bölge halkının büyük saygı gösterdiği müderris ve şeyhler zaman içerisinde dini otorite olmanın yanında sürgündeki beylerin ve kabul edilmeyen valilerin idari otoritelerini de doğal olarak üstlenmeye başladı.  Ortalama bir tarih verecek olursak 1860’lardan sonra bölgenin dini ve sosyal hayatında özellikle Nakşibendi-Halidi müderris ve şeyhlerin büyük rolü oldu. Bu tarihten Cumhuriyete kadar geçen sürece Halidilik dönemi bile denilebilir. 93 harbinde, Birinci Dünya Savaşı’nda ve özellikle Kurtuluş Savaşı’nda bölgedeki seydaların ve şeyhlerin büyük katkısı oldu. Zaten Atatürk onların toplumdaki rolünü çok iyi bildiğinden hemen her ilin önde gelen şeyhlerinden yardım istedi. Ancak Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren çok hızlı bir şekilde işler tersine dönmeye başladı. Medreselerin ve tekkelerin kapatılması, halifeliğin kaldırılması, Latin harflerine geçilmesi ve ezanın Türkçe okutulmaya başlaması gibi olaylar nedeniyle bölge medrese hocalarında devlete ve devletin genel politikalarına karşı bir mesafeli duruş oluştu. Bununla birlikte, o dönemdeki sayılarına ve toplum üzerindeki etkilerine oranla, küçük istisnaları ve resmi tarihin çarpıtmaları hariç, karşı durma ve isyana neden olmadı. Bu sorun ve mesafeli duruş aslında ülkenin tamamında vardı. Ama doğu ulemasının büyük çoğunluğu bunun farkında değildi. Bu olanlara da inanamıyorlardı. Onların da zihninde 1071 Malazgirt ile başlayan, 1514 Çaldıran ile devam eden Anadolu’nun İslam birliğinin merkezi haline geliş hikayesi, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’ndaki bu kalenin birlikte savunma destanı vardı. Kürt uleması için büyük bir değer ve övünç kaynağı olan Bediuzzamanın ifade ettiği gibi Türkler İslam’ın uzun yıllar bayraktarlığını yapmıştı ve kılıç çekilmezdi.

Yeni dönemle başlayan yukarda belirtilen inkılaplar açıkça İslam ile mücadele olarak algılandı. Birçoklarına göre bunu yapan Kurtuluş savaşındaki Mustafa Kemal olamazdı. Günümüzde halen bazı yaşlı müderrisler, Kurtuluş savaşındaki Mustafa Kemal’in, Atatürk olmadığına inanmakta, onun yerine benzerinin ge(tiri)ldiğini söylemektedirler. Bu yaygın bir rivayet olarak dolaşmaktadır.  İşte filmin koptuğu en önemli süreçlerden biri bu inkılaplar dönemidir. Zira devletin bu dönemde kabul ettiği laiklik ,”lâdînî” yani dinsiz olarak tercüme edilmeye, anlaşılmaya ve dahası anlatılmaya başladı. Kısaca Türkler dinden uzaklaşmaya hatta bazılarınca terk etmeye başlamış olarak görüldü. Bunun propagandasını yapanlarda vardı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez çözüm süreci boyunca doğu ve güneydoğuda önde gelen kanaat önderleri ile sık sık bir araya gelirdi.

Zaman içerisinde devletin seküler zihniyetinin bütün uygulamaları, doğu ve güneydoğuda dindar ve Kürt kavramları çerçevesinde algılanmaya başlandı. Devletin kendilerini ötekileştirdiği kabulü üzerine, onlar için de devlet öteki olmaya başladı. Bölgede özellikle yetmişli yıllara kadar devletten alınan maaş, “leş” olarak tanımlandı. Bu nedenle yüzlerce medrese seydası resmi görev almayı ve alanları sert şekilde eleştirdi. Buna rağmen, seksenli yıllardan sonra başlayan terör faaliyetlerine seydaların büyük kısmı, aynen bölge halkı gibi önceleri mesafeli durdu. Az bir kısmı ise medreselerinde örgütün ideolojisini dillendirmekten çekinmedi. Doksanlı yıllarda terör örgütü kendileri gibi düşünmeyen veya aleyhlerine fetva veren kimi seydaları kaçırdı, işkence yaptı veya infaz etti. Buna Süryani din adamları da dahildi. Bu tarihlerde bir şeyh, bölgede örgüt ile mücadele etmeyi büyük sevap olarak görüp, mücadele edenlerin kazanacakları sevaptan Allah’ın kendisine de lütfetmesi için koruculardan oluşan kalabalık bir ortamda dua etti. Bu düşüncede olan çok sayıda seyda ve şeyh vardı ama herkes konuşamıyordu. İki binli yıllarda özellikle Ak Parti döneminde dini hayat ve medreselerin faaliyetleri hususunda bir rahatlama görüldü. Bu noktada birçok medrese hocası,  durumu kış mevsiminden sonra gelen bahar olarak tanımlamaktaydı.  Bu tanımlama, kısmen daha önce menderes dönemi için de yapılmıştı. Çünkü medrese ve tekkelerin kapatılması sonrası, bölgede yüzlerce seyda işsiz kaldığı ve dini hayatlarını yaşayamadığı gibi, 1926 yılında yüzlerce müderris ve şeyh Irak ve Suriye’ye göçe zorlanmıştı. Bir kısmı ise yurt içinde göç etmek zorunda kalmıştı. Fermana Şeyhan diye bilinen ve günümüzde medrese çevresinin zihninde hala çok canlı şekilde duran bu zorunlu göçler, 1928 yılında kısmi af ile hafifletilse de göç edenlerden çoğu geri dönmedi. Bunların en tanınmışlarından biri, 1932 yılında ezanın Türkçe okutulmaya başlaması üzerine, 1933 yılında Cizre’den Şam’a göçen Muhammed Said Ramazan el-Butî’nin babası Molla Ramazan’dı. O tarihte göç eden önemli müderrislerden biri, yakın tarihte Siirt’te bir namaz çıkışında dönemin Avrupa Birliği Bakanı tarafından eli öpülse de, ayrıldıktan sonra kendisine tanıtılan bakanın tavrından ziyade, yüzyıla yaklaşan bilinçaltının sonucu olumlu olmayan cümleler sarf etti.

Din yerine etnisite

Ak Parti özellikle Barış sürecinde bölge seydalarına büyük değer verdi. Birçok medrese tamir edildi. Hatta modernleşmenin doğal bir neticesi olarak medreseye ilginin azaldığı ve talebe bulmanın zorlaştığı bir dönemde geçim zorluğu çeken kimi seydaların medrese icazetleri resmi diploma kabul edilerek resmi bir göreve atamaları yapıldı. Bu durum, bölge seydaları arasında büyük etki uyandırdı. Bu uygulama, yalnızca yaşanan soruna çözüm arayışının bir aşaması değil, daha önemlisi devletin dine ve dindara karşı bakışının ve zihniyetinin nereden nereye geldiğinin ifadesi idi. Zira bu tarihe kadar devletin din dersi notu kırıktı. Ak Parti, bu kırıklığın kırdığı kalplerin tamiri ve telafisi için çalışıyordu. Ancak bu konuda bir ekibi ve stratejisi olmadığından bir sistem içerisinde değil, akla geldikçe yahut hatırlatıldıkça bir şeyler yapılıyordu.  

Ancak bölge adına siyaset yapanlar, stratejilerini ideolojileri ve bölge gerçeği arasında bir denge üzerine yenilediler. Öcalan, meşhur Nevruz mektununda “Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.” derken bölge adına siyaset yapanların din ve din dilini kullanmalarına kapı araladı. Zira daha önce “ağalardan ve şeyhlerden” kurtarma gayesi vardı. Şeyhlerden kurtarmaktan kasıt, görüntüde onların haksız uygulamalarından, hakikatte ise dinden kurtarmaktı. Bu mektup ile başlayan barış sürecinde yerel belediyeler Nevruz kadar organizasyonuna değer vermeseler de Kutlu Doğum programları düzenlemeye, kandillerde afiş asmaya ve programlar düzenlemeye başladı. Ekipler kurarak devletin ve Ak Partinin en azından sistematik olarak yapmadığını yaptı; Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki süreçte bir şekilde ailesi rahatsız ve mağdur edilmiş seydaları dolaşarak bu mağduriyetleri tarihi kronoloji içersinde anlattı. Aslında yapılan yaranın kabuğunu kaldırmaktı. Burada iki şey hedeflendi: İnsanların bugüne bakmalarını engelleyerek geçmişte yaşatmak ve duygularına dokunmaktı. Bu strateji, bir kısım din adamları için zaten beklenen ve istenen bir haldi. Zaten bölge halkının politize olmuş geniş bir kesiminden otuz yaşın altındaki terör dönemi nesli istikbaldeki bir Kürt devletinde, otuz yaşın üzerindeki nesil ise halen 1990’lı yıllarda yaşamaktaydı. Bugüne dair konuşmayı yalnız AK Parti yapmaya çalıştı. Bu ise sürekli değişen bölge sosyolojisinden uzaktı.

Bölge adına siyaset yapanların, barış sürecinde güçlenmeye başlamasıyla özellikle tasavvufi yönü olmayan bazı seydalar ve yeni nesil genç din adamlarında yüksek oranda olmak üzere bu siyasal harekete bir kayma görüldü. Onlar adına din dilini kullanma stratejisi başarılı oldu. Zira din dilinin içerisine yerleştirilen etnik söylemler daha güçlü bir kabul görmekteydi. Örneğin profesör unvanına sahip bir akademisyen, Recep Tayyip Erdoğan’ın dindar nesil yetiştirmeyi dillendirdiği günlerde uluslararası bir programda kalabalık bir dinleyici kitlesine “Kürtlerin dine değil dile ihtiyacı var” dediğinde aldığı alkış, yeni neslin sosyolojik gerçekliğini ortaya koyuyordu. Üstelik “herkes kendinde olmayanı ister” şeklinde ötekileştiren bir dille. Acı olan bu konuşmadan rahatsız olan çok az ilahiyatçı vardı. Onlar da tevil yapıyordu. Peki öyleyse, imamlık yapan bir ilahiyat öğrencisinin, dinine söz söylendiğinde zoruna gitmediğini ancak etnisitesine söz söylendiğinde zoruna gittiğini ve tepki gösterdiğini dillendirmesi yalnız yanlış politikalarla mı tevil edilmeli? 

Nasip olursa bir sonraki yazıda dinden uzaklaş(tırıl)an bölge gençliğinin, geç kalmış denilen ancak aslında uyandırılmış milliyetçiliğin sarmalındaki bugünü ve yarınını ele alacağız.

[email protected]