Çözüm Süreci’nin muhasebesi

Yunus Akbaba / Yazar
25.07.2015

HDP’nin iki sene içerisindeki kazanımlarını devam ettirmesinin tek yolu IŞİD’e karşı duruşlarının bir benzerini PKK’ya da göstermesinden geçiyor. Fakat kriz anlarında dükkânın anahtarını PKK’ya teslim eden HDP bu yönde hiçbir işaret vermiyor.


Çözüm Süreci’nin muhasebesi

Çözüm Süreci’nin üzerinden iki buçuk yıl geçti. Sürecin içeriği, yöntemi ve aktörleri zaman zaman eleştiri konusu olsa da bu zaman zarfında Cumhuriyet tarihinde ilk defa konu hakkında önemli eşikler aşıldı. Buna ek olarak, süreç bölgesel denklemin kaygan zeminine rağmen önemli bir ivme yakalamıştı. Fakat Suruç’ta yaşanan canlı bomba hadisesi ve akabinde Adıyaman’da bir askerin ve Ceylanpınar ve Diyarbakır’da üç polisin şehit edilmesi ile birlikte PKK çeperinde faaliyet gösteren yapıların 6-8 Ekim olaylarına benzer şekilde ülkenin dört bir yanında ‘sakallı avı’na çıkması hem toplumsal hem de siyasal alanda sürece acil bir muhasebe ihtiyacını ortaya koydu.

Sürecin başlangıcı

Yıl 2012, PKK ve yasal hareketin liderleri de dâhil Kürt hareketinden de çelişkili sinyaller geliyordu. Kürt hareketinin liderleri uzlaşmacı açıklamalar yapıyor ve karşılıklı ateşkes çağrısında bulunuyorlardı. Yine de, 2012 intihar saldırılarının, araçlı bombalama eylemlerinin, karakol baskınlarının, sivillere yönelik saldırıların ve kaçırmaların sıradanlaştığı bir yıl oldu. PKK çeperinde hareket eden yapılar ise bu olayların hiç birisini kınamadılar. Bu aktörler isteksiz bir şekilde silahlı mücadeleyi savunurken, radikal gençler ılımlı liderlere meydan okuyorlar ve yüzlerce genç kadın ve erkek isyan hareketine katılmak için gönüllü oluyorlardı. Hafızaları tazelemek gerekirse binin üzerinde insan 2012 yılında teröre kurban gitmişti. Yazımı kolay ama hazmı zor bir rakam.

Tam da bu noktada hem Türkiye’de hem de bölgede oyun değiştirici tek aktör Recep Tayyip Erdoğan devreye girdi ve İmralı’da Öcalan’ı muhatap alan sürecin startını verdi. Toplumun çok yakından takip ettiği ama içeriğine bir türlü vakıf olamadığı süreç kapsamında sayısız olumlu gelişme yaşandı. Normalimiz haline gelen terör kaynaklı ölümler artık istisnai bir vaka haline dönüştü. Çözüm Süreci ilk defa bir hükümet programında yer aldı, süreci artık yasal dayanağa oturtan düzenleme yapıldı ve Öcalan’ın sürecin pratiğine yönelik verdiği pozitif mesajlar sürece dair pozitif bir iklimin doğmasına yol açtı.

Meselenin insani boyutu hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar önemli olmakla birlikte süreç reel politik açısından da önemli bir noktaya işaret ediyordu. Bu noktada, özellikle süreci savunanların başını önüne eğmesine yol açan gelişmelerin fazlalaştığı ve “süreç ne uğruna yapıldı?” sorularının meşru bir hal aldığı bu dönemde aşağıdaki maddeleri hatırlatmak her şeyden elzem gözüküyor:

Bir ülke düşünün ki bölgesel ve küresel aktör olma yolunda taşları ince bir şekilde döşeyip oyunu kurma aşamasına geldiğinde ayağına dolan arkaik bir problem var. Dış politikada oyun kurmaya çalışıyor fakat attığı her adımda arkayı da sağlama alma gibi bir derdi var. En basitinden Orta Doğu’nun kaderinin yeniden yazıldığı bir dönemde bölgede oyun kurucu olan her aktörle buluşmasının ana gündem maddesi “PKK’ya karşı istihbarat paylaşımı”. Kimseye faydası olmayan bir başlık ve neredeyse bütün toplantıyı esir alabiliyor. İşte Çözüm Süreci artık bu madde yerine bölgeye huzuru, refahı ve adaleti nasıl getiririz üzerine yapılacak planlamanın imkânını sunuyor. Süreç bunun uğruna yapıldı.

Bir ülke düşünün ki son 10 yılında ekonomik refahını arttırmış, bunu bölgesel adaleti de gözeterek yapmak için planlar yapıyor. Çünkü biliyor ki, bir taraf zenginleşirken diğer taraf yerinde sayarsa ne Hak ne de halk razı olur. Roma’yı tekrardan keşfetmenin bir anlamı yok. Bunun yolu bölgesel kalkınmayı arttıracak adımlardan geçiyor. Bu ülke senelerce ‘bölgeye yatırım yaparsam PKK engeller mi? Oraya yapacağımız yatırımlar PKK’nın eline geçer mi?’ gibi tartışmalarla vakit harcadı. Gelişmiş ülkeler bölgesel kalkınmayı bölgeden yönetmeyi amaçlayan en basitinden Kalkınma Ajansları gibi mekanizmaları 30-40 yıl öncesinden hayata geçirirken, biz ancak son 10 yılda etkinliği ispatlanmış bir mekanizmayı hayata geçirebildik. Süreç işte bunun uğruna yapıldı.

Son olarak, yine dünya çapında etkinliği ve doğruluğu kabul görmüş bir diğer mekanizma ise yönetimsel olarak âdem-i merkeziyetçiliğe geçmek. Yani her bölgenin ihtiyacını bölgedeki aktörlerin bölgedeki dinamikleri hesaba katarak karar vermesi yolunda atılacak adımlara bu ülke “ama Türkiye’deki durum farklı” açıklamalarına boyun eğmiş. Süreç içinde ana dilde eğitimden yerel kaynakların etkili kullanımını da kapsayan yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin önündeki engelleri kaldırmak için başlatıldı. Bu şekilde de katılımcı demokrasinin nimetlerinden daha fazla faydalanabilecek bir noktaya varılacaktı. Süreç işte bunların uğruna başlatılmıştı.

Benzeri maddeleri sayısız bir şekilde sıralamak mümkün ama şiddetin kol gezdiği dönemlerde süreç adına sayılabilecek kazanımlar bir anda rafa kalkabiliyor.

Süreç neden tıkandı?

Peki, Türkiye’nin yeni aidiyet formlarından biri olmaya aday olan bu süreç neden durma noktasına geldi?Süreç başladığı ilk günden bu yana kabaca geri çekilme, demokratikleşme ve normalleşme olarak kodlanan aşamalarla anlam buldu.Detaylara takılmazsak, son bir senede yaşanan Gezi eylemleri ve 17 Aralık sürecinden sonra PKK, çözümü fiili olarak askıya aldı. Bu süre zarfında, barış ve silahtan arınma gibi varoluşsal sorunlar yerine, Suriye’deki gelişmelere odaklandı. Son kertede, IŞİD karşıtlığı ile oluşan Kürt birlikteliği ve uluslararası koalisyon ile yaşanan flört, PKK’yı “Türkiye’de barış” temalı konseptten uzaklaştırıp Batı’nın desteğini almış yarını kestirilemeyen yeni bir Ortadoğu modeli arayışına yöneltti.

PKK kendisine Batı tarafından açılan bu kredinin ve hatta bölgedeki manevra kabiliyetinin tek nedeninin IŞİD’in karşısında sahada mücadele eden tek aktör olmasına yordu. 30 yıllık tarihinin son iki senesinde ayrıca Türkiye ile barışma sürecinde olmasını bu durumun bir nedeni olarak saymadı. Bu yanlış okuma sonucunda, Kobani ekseninde gelişen olayları müthiş bir dezenformasyonla Türkiye’ye fatura ederek sürecin gidişatını dinamitledi.

Hükümet ise yola çıkılan ilkelerde herhangi bir sapma istemedi. Odağında PKK’nın silah bırakması olan sürecin sonuçlanmasıyla birlikte bütün vatandaşlarını memnun edecek formüllerle Kürt meselesini nihayete erdirmek istedi. Bu durum, süreç içerisinde zamanında atılması gereken adımların gecikmesine ve olası hamlelerin de atılamaz hale gelmesine neden oldu. Sürecin yöntemini sorunları yönetebilmek olarak kodlayıp, sorunları çözmenin ise zaman isteyen başka bir süreç olduğu gözden kaçırıldı.

Çözüm Süreci, kanlı 6-8 Ekim olayları sonrasında belirli bir süre askıya alınmıştı. HDP-KCK-İmralı üçgeninden toplumsal huzurun yeniden tesisi ve devamlılığı için asgari şartların garantisi alındıktan sonra, süreç yoğun görüşme trafiği ile tekrar canlandı. Hükümet, İmralı’dan ‘PKK’nın geri çekilmesini tekrardan başlatmasını sağlaması’ kaydıyla, süreç için 2014’ün Temmuz ayında çıkarılmış Çerçeve Yasa’da yer alan araçları (İzleme Komisyonu ve sekretarya gibi) devreye sokabileceğini belirten açıklamalar yaptı.

Olumlu havanın hâkim olduğu günlerde HDP heyetiyle görüşen Öcalan şu mesajı gönderdi: “Tarafların belirtilen hususlarda süreci doğru, ciddi ve kararlı yürütmesi halinde, en fazla 4-5 ay içinde tüm Ortadoğu’nun geleceğini belirleyecek büyük demokratik çözüm sağlanabilir...” Aynı günlerde HDP heyetinde yer alan Sırrı Süreyya Önder ve hatta HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş seçimler öncesinde nihai çözüme ulaşılabileceği yönünde açıklamalarda bulundular.

Bu verileri birleştirdiğimizde, Öcalan’dan yarım bırakılan geri çekilmeyi yeniden başlatmasını isteyen Hükümet’in, ‘geri çekilme teferruat, ben size silahların bırakılmasını öneriyorum’ yanıtı alması anlamlıydı. Nasıl olsa silah bırakan PKK’nın döneceği adres Türkiye’ydi ve zaman kaybetmeden gerekli düzenlemelere başlamak gerekiyordu.

Zaten 28 Şubat’taki Dolmabahçe açıklaması ve 2015 Nevruz mesajı bu çıkarsamayı doğrular mahiyetteydi. SıkıntıKCK’nın bu mesaja vereceği tepkinin öngörülemez olmasıydı. Nitekim beklendiği gibi KCK silahsızlanmanın bir metinde anılıyor olmasına bile karşı çıkmıştı. Dolmabahçe açıklamasının gecikmesinin temel nedeni, KCK’nın metindeki ‘silahsızlanma’ ibaresine ilkesel olarak karşı çıkışıydı.

KCK ve HDP bu noktada Öcalan’ın silahsızlanma çağrısını müphemleştirmek için elinden gelen gayreti gösterdi. Cemil Bayık önce, PKK’ya kendilerinin silah bıraktıramayacağını, Öcalan’ın bizzat gelip PKK’lıları ikna etmesi gerektiğini belirtti. Daha sonra da Öcalan’ın bile silah bıraktıramayacağını belirterek sürecin anlamsızlaşmasını sağladı. HDP’nin pozisyonunu ise Demirtaş bir açıklamasında çok açık bir şekilde belli etti. Gazeteciler Demirtaş’a “Nevruz mektubunda silahsızlanma çağrısı olacak mı?” diye sorduklarında, Demirtaş “Öcalan’ın Nevroz mektubunun içeriğini bilmiyoruz ama PKK’ya kongre çağrısı olmayacak” yanıtını verdi. Demirtaş, içeriğini bilmediği bir mektupta neyin olmayacağını çok iyi biliyordu ya da başka bir okumayla Öcalan’a ‘seçimler öncesinde silahsızlanma çağrısında bulunma’ mesajını gönderiyordu.

KCK ve silah bırakma

Son kertede, KCK ve HDP’den gelen tepkiler sonucu pozisyonunu revize eden Öcalan, Nevruz mesajındaki ‘silahsızlanma’ ibaresini ne kadar yuvarlayabilirse o kadar yuvarladı ve kesin bir tarih vermeden ucu açık bir silahsızlanma çağrısında bulundu. KCK üst yönetimi bu ucu açıklığı gördü ve İzleme Komisyonu oluşturulmadan, Dolmabahçe’de açıklanan 10 maddede mutabakat sağlanmadan, TBMM bünyesinde Hakikatlerle Yüzleşme Komisyonu kurulmadan ve yeni anayasa yazılmadan silahların bırakılamayacağını belirtti.

Tam da bu noktada devreye Cumhurbaşkanı Erdoğan girdi. Erdoğan’ın açıklaması, sürecin ne esasına ne de yöntemine yönelik bir eleştiriydi çünkü süreci başlatan ve bütün siyasi riski üstlenen Erdoğan’ın esasla ilgili bir sıkıntısı olduğunu dillendirmenin sahici hiçbir yanı bulunmuyor. Sürecin yöntemi ise Erdoğan’ın kendi Başbakanlığı döneminde Temmuz 2014’te çıkarılan Çerçeve Yasa ile çoktan belirlenmişti. Erdoğan’ın eleştiri getirdiği nokta, hedeflendiği üzere silahları bırakmayı ilkesel düzeyde dahi kabul etmeye yanaşmayan bir taraf varken, sürecin İmralı lehine araçlarla zenginleştirilmesidir.

Hükümet ise mümkünse seçimlerden önce PKK’nın silahsızlandırılmasını sağlamak amacıyla ve tamamen iyi niyetle süreci hızlandırmayı planlıyordu. İmralı’nın verdiği garanti ile hareket etmeyi tercih eden Hükümet PKK’nın samimiyetsizliğe ile karşılaştı.

Öte taraftan, PKK ve HDP iki buçuk seneyi dolduran süreçte paralel bir gündemi de yedeğinde tutmayı başardı. Normalleşmeyi en çok fırsata dönüştüren önce Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sonra da 7 Haziran seçimlerinde başarılı sonuçlar alan HDP, kriz alanlarında dükkânı adeta PKK’ya teslim eden bir görüntü sergiledi. 6-8 Ekim olaylarında KCK’nın ‘serhildan’ çağrısını kopyalayan HDP, Suruç’taki bombalamada da Cemil Bayık’ın bir önceki gün yaptığı silahlanın çağrısını tekrar etti. Süreç içerisinde PKK’nın asayiş sorunları yaratan çıkışları altında ezilen HDP’nin zaman zaman toplumsal gerçekliği siyasete tahvil etmekte zorlandığı gözlemlendi.Oysaki süreç, Kürt hareketi kendisini dönüştürebildiği ölçüde Türkiye’nin demokratikleşmesini de güçlendireceği tezine dayanıyordu.

Hülasa, PKK ve HDP sürecin temeline AK Parti IŞİD arasında kurguladığı hayali bir bağ ile dinamit koydu. Kürt halkını istisnasız her gün inkâr, imha, soykırım gibi büyük laflarla adeta zehirledi.Kürt medyası çok yoğun bir şekilde Türkiye’nin IŞİD’e yardım yaptığını vurgulayarak kendi tabanını inanılmaz bir dezenformasyona tabi tuttu. Bu da paranoyayla karışık anlamsız bir hükümet karşıtlığını beraberinde getirdi.Bölgede yaşanan trajediye kimsenin kayıtsız kalması beklenemez ama PKK ve HDP bölgenin ateşini söndürecek asıl dinamiğin Çözüm Süreci’nden geçtiğine dair yaşadığı ikna sorununubir türlü atlatamadı.

IŞİD’e karşı verilen mücadelenin siyasal süzgeçten geçirilmeden Çözüm Süreci’ne gündem maddesi olarak ekleme girişimleri ve AK Parti’yi IŞİD’i destekleyen bir yapı olarak sunma çabaları yakalanan tarihi fırsatı akim bırakabilecek bir tehlikeyi de içeriyordu ve maalesef tam da bu noktada tehlike son haftaki gelişmelerle gerçek oldu.

Yaşanan son gelişmeler Hükümet’i bazı kararlar almaya zorlayacaktır çünkü bu tip olaylar hep sertleşmeyle sonuçlanır. Hükümetin bu noktada terörle mücadelede güvenlik-özgürlük dengesini tutturması gerekiyor. Hükümetin şimdiye kadar verdiği tepkiler bu tutumun muhafaza edildiği yönünde.

Öte taraftan, HDP projesi vasıtasıyla Kürtlerle Türk solu arasında kurulan ilişki artık bir kan bağına dönüştü. 2013 Nevruzunda ‘İslam kardeşliği’ vurgusu IŞİD’in devreye girmesi ile birlikte devre dışı kaldı. PKK’nın IŞİD’e karşı verdiği mücadele hem Batı ülkelerinde hem de Türkiye’de seküler bir görünüm kazandı. PKK’nın kendisi için kullanışlı olan bu görüntüden kolay kolay dönmesini kimse beklemiyor. Bu yüzden de “AK Parti eşittir IŞİD” heyulasını kendi dünyalarında devam ettirdikleri müddetçe süreç askıda kalmaya devam edecektir.

HDP’nin iki sene içerisindeki kazanımlarını devam ettirmesinin tek yolu da IŞİD’e karşı duruşlarının bir benzerini PKK’nın Türkiye’deki terör eylemlerinde de göstermesinden geçiyor. Fakat kriz anlarında dükkânın anahtarını PKK’ya teslim eden HDP bu yönde hiçbir işaret vermiyor.

[email protected]