Çözümü göze almak!

Doç. Dr. Ertan Aydın - Siyaset Bilimci
16.03.2013

Çözüm sürecinin en önemli boyutu hem Türkiye ve hem de dünya siyaseti için hukuki eşitlik temelli medeni bir vatanseverlik ile etnik milliyetçiliğe dayalı çatışma ve sorunların çözülebilirliğini gösterme ihtimali olacaktır.


Çözümü göze almak!

Türkiye’nin son bir kaç ay içerisinde terör sorunun çözümüne yönelik attığı köklü adımlar, milliyetçilik, vatanseverlik, vatandaşlık, demokrasi, anayasal haklar ve hukuki eşiklik gibi çök önemli siyasi kavramlar hakkında ihtiyaç duyulan bir tartışmayı da başlatmış gözükmektedir. Türkiye’deki terör sorununa anayasal güvenceler ile çözüm bulma süreci bu temel kavramların sorgulanmasına vesile olduğu için, pragmatik bir uzlaşmanın ötesinde, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı normalleşme, demokratikleşme ve tarihin sorgulanmasının başka bir göstergesi olacaktır. Bu tecrübenin hem ülkemiz ve hem de dünya siyaseti için öneminin fark edilmesi için çözüm sürecinin fikri temellerinden üç tanesinin altının özellikle çizilmesi gerekmektedir.

Birinci olarak, Kürt sorunun çözümü için yapılan son girişimlerin arka planında, çok kapsamlı ve bilinçli bir Türk kamuoyu ve eğilimlerinin bilgisi yatmaktadır. AK Parti, on yıldır, benim de akademisyen olarak katıldığım kamuoyu araştırmaları ve sosyal bilim analizlerinde, Türkiye’deki Kürt ve Türk halklarının kardeşliği ile ilgili çıkan çarpıcı sonuçların hep farkında oldu. 2002 yılından beridir Türkiye’nin Kürt kökenli vatandaşların büyük çoğunluğu, BDP’ye değil AK Parti’ye destek verdiği gibi, BDP seçmenleri de dahil olmak üzere Kürt vatandaşların ezici bir çoğunluğu, ayrı bir Kürt devleti kurulmasına karşı çıkmaktadır. Kendi geleceklerini demokratik Türkiye’nin bir parçası olarak gören Kürt kökenli Türkiye vatandaşların çoğunluğu İstanbul, İzmir, Adana, Ankara gibi büyük şehirlerde ikamet ettiği için bölgesel bir bölünme onlar için hiç bir zaman hayal edilir bir şey olmadı. AK Parti iktidarı döneminde etnik milliyetçiliği aşan kardeşlik politikaları, Kuzey Irak’taki Kürt toplumu ve liderliği ile olan güven bunalımını aşıp, çok yakın bir işbirliği geliştirilmesine vesile oldu. Neticede, Irak’taki otonomiye sahip olan Kürtlerin bile kendi güvenlik ve geleceklerini Türkiye’nin dostluğu ve himayesinde görmeye başlamaları, Türkiye’deki Kürtler için ayrı bir devlet kurma veya özerklik tercihini iyice zayıflatmış oldu.

Kardeşlikten vazgeçmemek

Daha da önemlisi, Türkiye’deki Kürt vatandaşların her türlü sorun ve taleplerini demokrasi ile ifade edip haklarını alabilecekleri bir siyasi ortam, son on yılın demokratikleşme süreciyle zaten büyük ölçüde gerçekleşmişti. Bu yüzden, Kürt vatandaşların siyasi taleplerini göstermek için teröre başvurmalarının ne Türkiye ne de dünya siyaseti için anlamı kalmıştı ve maalesef çok büyük kayıplara ve toplumsal gerilimlere yol açtı. Türkiye’de Kürt ve Türk halklarının sağduyusu ve uzun dönemli kardeşlik vizyonu ile terör eylemlerinin yarattığı gerilim ve karamsarlık arasında derin bir çelişki hep olagelmişti.

AK Parti iktidarı, Kürt vatandaşları her zaman Türkiye’nin kurucu unsurlarından biri olarak gördüğü için, tek parti döneminden itibaren küstürülen Kürt vatandaşların demokratik haklarının kazanılması sürecine de öncülük etti. Bu açıdan bakıldığında Erdoğan, terör eylemlerine dayanarak hak iddia etmenin demokratik Türkiye’de yeri ve anlamı olmadığını Kürt kamuoyuna defalarca iletti ve bu mesaj büyük oranda yerini de buldu. Ancak, devam eden terör eylemleri kamuoyunda PKK, Kandil ve İmralı gibi merkezlerle, BDP’ye karşı büyük bir kızgınlık, küskünlük ve hayal kırıklığı yarattı. İşte bu aşamada, güçlü liderlik ve devlet bürokrasisinin uzun dönemli dirayetli adımları ile içine girilen barış süreci büyük bir dönüm noktası olmuştur. Bazen liderler ve devlet bürokrasisi kamuoyundaki duyguların ötesine geçerek, yine aynı kamuoyunu memnun edecek vizyoner yeni bakış açıları geliştirmek zorundadırlar. Keza, Erdoğan bu sürecin başında yapılan kamuoyu araştırmalarında İmralı ile görüşmelere toplumun ancak yüzde 20’ler civarında destek verdiğini gördüğü halde büyük bir siyasi risk alarak farklı bir liderlik örneği gösterdi. Yani, Erdoğan başlangıçtaki negatif toplumsal duygunun farkında olarak süreci başlattı. Son bir yıldır yapılan tüm ciddi kamuoyu anketlerinde yüzde 50’nin altına düşmemiş bir partinin lideri olarak pekala kolay olan yolu seçip böyle bir riske girmeyebilirdi. Bu anlamda, bu kardeşlik sürecinin kuşkusuz en önemli aktörü ve taşıyıcısı, Türk siyasetinin rutin ezberlerini bozup elini böyle riskli bir taşın altına atmaktan çekinmeyen Erdoğan’dır. Zira, yine yapılan araştırmalarda en dikkat çekici bulgulardan birisi, mevcut siyasi atmosfer içerisinde, Türkiye’de terör sorununun ancak Erdoğan’ın liderliğinde çözülebileceğinin tüm siyasi parti seçmenleri tarafından kabul görmesidir. Erdoğan’ın bu süreçte ortaya koyduğu kararlı ve istikrarlı duruşu, sürece verilen toplumsal desteğin yüzde 20’lerden yüzde 50’lere yükselmesine de katkıda bulunmuştur. Eğer, süreç bu şekilde devam ederse, orta ve uzun vadede, toplumsal destek daha da artacaktır.

Sürece anayasal destek

Şu an itibarıyla, içine girilen süreçle, terörü metot olarak benimseyen bir harekete, bu yolu bırakıp, demokratik Türkiye’nin kurallarına göre siyaset yapma yolunu seçmesi imkânı sunulmaktadır ki bu hareket için bu opsiyon zaten hep açık idi. Son çözüm süreci, bir psikolojik kırılma ve yeni bir bakış açısı ile 1970’lı yılların sol siyaset metodu ve soğuk savaş ortamından davranılan bir terör geleneğini değişik sebeplerle hala sürdüren grupların, demokratik sürece çekilmesini öngörmektedir. Eğer bu süreç başarıyla sonuçlanırsa, Kürt vatandaşlarının Türkiye demokrasisi içerisinde talep edemeyecekleri hiç bir hak olmayacaktır.

Bu sürecin ikinci önemli boyutu ise, basit ve yüzeysel bir uzlaşma ve pazarlık sonucu değil, köklü bir anayasal süreçle ve ciddi bir siyasi olgunlukla demokrasiden taviz verilmeden yapılıyor olması ve süreç içinde hem Kürt ve hem de Türk kökenli vatandaşların milliyetçilik ve demokrasi anlayışlarını sorgulayıp, dönüştürmeyi öngörmesidir. AK Parti iktidarı boyunca Türkiye’nin geçirdiği değişik dönüşümlerin başında, Cumhuriyet döneminin katı etnik ve laik milliyetçiliği vesilesiyle dışlanan ve hor görülen kesimlerin dertlerinin ve taleplerinin kamuoyunda tartışılıp, onların vatandaşlığını ve eşitliğini önceleyen adımların atılması olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başbakanı ilk defa meclis kürsüsünden Dersim Katliamından bahsederek, alevi vatandaşlarına karşı yapılan ayrımcılığı sorgulaması, askeri darbeler sonrasında siyasi mahkumlara yapılan işkenceleri gündeme getirmesi veya gayrimüslim azınlıkların istimlak edilen vakıf arazilerini iade etmesi Türkiye’nin dinamik kamuoyu ve sivil toplumundaki resmi tarih ve ideoloji sorgulamasının bir yansıması olarak görülmelidir. Generallerin yargı önüne çıkarıldığı bir ülkede her kesim ve geçmişten gelen eleştiri ve öneriler, yeni bir Türk tarih ve toplum kimliğinin oluşmasına da vesile olmaktadır. Bu yeni Türkiye kimliğinde dışlanan bir talep ve alt kimlik olmayacağı gibi, geçmişle ve siyasetin hataları ile yüzleşme, başkalarının acısını ve dertlerini paylaşan, onlarla empati kurabilen yeni ve kozmopolit bir vatanseverlik anlayışının oluşmasına yol açmaktadır. Son İmralı tutanaklarının basına sızdırılması sonrasında Abdullah Öcalan’ın sert bazı yorumlarının artık kamuoyunda bir infiale yol açmaması da bir kayıtsızlık ve apolitiklik örneği olarak değil, Türk toplumunun kabul etmedikleri ve karşı çıktıkları fikirleri dinleme konusunda eriştiği olgunluğun göstergesi olarak okunmalıdır. Bundan 15 yıl önce Leyla Zana’nın günümüz standartlarında çok aykırı görülmeyen ifadeleri karşısında neredeyse siyasi lince tabi tutulması ile kıyaslandığında bugünkü siyasi olgunluğun önemi daha da anlaşılabilir. Tabi ki bu olgunluk herkesi kapsamayabilir ve son çözüm süreci esnasında, Türk toplumunun değişik kesimlerinde şedit siyasi tepkilerde çıkacaktır. Ancak, on yıl içerisinde siyasi farklılıkları hazmetme, eleştirileri dinleme ve demokratik bir Türkiye vatandaşlığı ve vatanseverliğini sergileme konusunda alınan mesafe unutulmamalıdır. Bu siyasi olgunluk olmadan, bugünkü çözüm süreci temelli ve uzun ömürlü da olamaz.

Türkiye halklar mozaiği...

Çözüm sürecinin, ilk iki boyutunu da kapsayan üçüncü ve en önemli boyutu ise, hem Türkiye ve hem de dünya siyaseti için hukuki eşitlik temelli medeni bir vatanseverlik ile etnik milliyetçiliğe dayalı çatışma ve sorunlarının çözülebilirliğini gösterme ihtimali olacaktır. 1820’lı yıllardaki Yunan milliyetçi isyanından bugüne kadar, imparatorluklar mirasından homojen milletler yaratma süreci milyonlarca insanın hayatına mal olmuş, yirminci yüzyılda kurulan pek çok devlet kendisini bir millet ve milliyetçilik ile özdeşleştirme derdi içinde dil, din ve etnik farklılıklarından ötürü azınlıkları dışlaya gelmiştir. Bugün Türkiye’de yaşayan insanlarda imparatorluktan cumhuriyete geçilen süreçte bu tarihe ve coğrafyaya has yeni bir milletçilik ve vatanseverlik tecrübesi yaşamak zorunda kalmıştı. 1925 yılının Türkiye’sinin nüfusunun neredeyse yarısının kökeni, başka yerlerden Türkiye’ye gelmiş Müslüman halklardan müteşekkildi. Kafkasya’dan Bosna’ya kadar çok değişik coğrafyalardan Türkiye topraklarına gelen bu insanlar, Anadolu’daki diğer Müslüman halklara entegre olarak, bugünkü çoğulcu Türkiye mozaiğini şekillendirmiştir. Bu halklar mozaiğinde Kürtler de asli unsurlarından biri olagelmesine rağmen, Cumhuriyet döneminin 1930’lu yıllarının laik “Türk milliyetçiliği” kalıbı içerisinde resmi makamlar tarafından bir asimilasyon projesine maruz kalmışlardır. Cumhuriyet dönemini yakından tanıyan akademisyenlerin çok iyi bildiği gibi, Kürt vatandaşlar hiç bir zaman asimile edilmeye çalışılan tek grup olmadılar. Belli açılardan muhafazakar Sünni kesim, Aleviler, Balkan veya Kafkas göçmenleri de aynı merkezi devletin tekleştirme projelerine maruz kalmıştı. Bu projelerin hiçbirisi tam olarak uygulanamadığı gibi, çok partili siyasete geçişle birlikte Türkiye toplumunun değişik kesimleri devlet elitleriyle girdikleri yeni ilişki biçimleriyle bu projelerin büyük bir kısmını törpüleyip, değiştirip dönüştürmeye başlamıştı. Ancak, bugünün Türkiye’sinde iktidarda olmasalar da hala etnik asimilasyon ve zoraki laik ahlak projelerinin rüyasını sürdüren gruplar mevcudiyetini sürdürmektedir. Günümüzün terör sorunu kısmen resmi etnik milliyetçilik politikalarının ve kısmen de 1970’lerin sol-etnik milliyetçi hareketlerin kutsadığı devrimci şiddet vizyonunun mirasının getirdiği kutuplaşmaya dayanmaktadır. Eğer Türkiye bu çözüm sürecini başarıyla sonuçlandırabilirse, ilk defa yirminci yüzyıl etnik milliyetçilik mirasını aşarak, farklılıkları kucaklayıcı bir anayasal dönüşümle çatışmaların çözülebileceğini gösteren bir örnek sunmuş olacaktır.

Irkçı ideolojilere mesafe

Başbakan Erdoğan’ın çözüm süreciyle aynı döneme rastgelen Siyonizm eleştirileri de bu anlamda tesadüfi değildir: Zira Siyonizm, yeni demokratik Türkiye’nin oluşturmaya çalıştığı herkese eşit vatandaşlık ilkesinin tam zıttı bir modeli sunmaktadır. Siyonist modelde ülkenin birinci sınıf vatandaşı Yahudiler olup, Yahudi olmayanların hiç bir zaman Yahudilerle eşit haklara sahip olma imkânı yoktur. Dünyanın neresinde doğarsa doğsun bir Yahudi İsrail’e gelip, binlerce yıldır o topraklarda yaşayan bir Arap’tan daha fazla hak ve imkanlara sahip olabilmektedir. Ve dahası, kuruluş mantığı ve anayasası gereği, Siyonist bir devlet o topraklardaki Yahudi olmayan halklara, özellikle Filistinlilere, asla eşit haklar tanıyamayacak, Filistinleri ülkenin eşit kurucusu yapan bir anayasal değişikliğe izin vermeyecektir. Çözüm sürecinin başarıya ulaşması, Ortadoğu’daki milliyetçilik ve vatandaşlık modelleri bakımında, bir yanda Türkiye demokrasisi ve diğer yanda İsrail’in gittikçe Güney Afrika’nın Apartheid rejimine benzeyen ırkçılığı seklinde iki zıt örnek sunmuş olacaktır. Bu durum, kendisini İsrail ile özdeşleştiren Amerika’yı bölgede iyice yalnızlaştıracağı gibi, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki bağları güçlendirecektir. Zira Türkiye’nin vatandaşlık ve demokrasi kültürünün, ülkesindeki tüm etnik ve dini çoğunluğa koşulsuz eşiklik sağlayan bir anayasa yoluyla terör sorununu çözebilmesi, bu anlamda benzer sorunlarla karşı karşıya olan başka ülkelere de çözüm modeli sunup, ilham kaynağı olabilecektir.

[email protected]