Çözümün gerek şartı: Devletin meşru-adil otoritesi

Ahmet Kızılkaya / Stratejik Düşünce Enst. Uzmanı
12.09.2015

Çözüm süreci, 7 Haziran seçimlerini müteakip PKK, DHKP-C, DEAŞ ve paralelci çetenin eş zamanlı olarak başlattığı silahlı ve silahsız saldırılara maruz kalmıştır. Sürecin sabote edilmesi ve belki de bitirilmesine dönük olarak gerçekleştirilen bu saldırılar, umulanın tersine çözüm sürecinin vazgeçilemezliğini tescillemiştir.


Çözümün gerek şartı:  Devletin meşru-adil otoritesi

Kendi varoluşuna, verili özelliklerin hiçbirisini belirleme hakkına sahip olmayan insanoğlunun, kendi kaderini şekillendirme ya da ona yön verme noktasında çok büyük bir özgürlük potansiyeli taşıdığı açıktır. Yani insan, kendisi için takdir edilenin belirleyiciliği ışığında kendi hayatını takdir edebilme ehliyetine sahip olan bir varlıktır. Bir başka deyişle, doğuştan getirdikleri ile sonradan edindikleri arasındaki ilişkinin toplamından ibarettir insanoğlunun bütün hayatı. Zaten din, ahlak, hukuk, siyaset, kültür, sanat ve benzeri bütün düşünce ve inanç alanlarının temel sorunsalı da bu ilişkinin niteliğidir.

Esasında insanoğlunun bugüne kadar geliştirdiği/geliştirebildiği en ileri siyasal rejim olarak tanımlanan demokrasinin temel zeminini de bu ilişkinin kendisi oluşturmaktadır. Bizi özgün ve yekdiğerine nazaran farklı kılan zorunlu ya da iradi nitelikli bireysel ve/veya kolektif aidiyet ve tercihlerimizin, başkalarının aynı minvaldeki aidiyet ve tercihleriyle bir arada ve uyum içinde yaşayabilmesi için ne türden bir yaşam alanının inşa edilmesi gerektiğine dair optimum yanıtlar üretebilme kapasitesi, demokrasiyi diğer siyasal rejimlerden ayıran vasfıdır. Tam da bu nedenle, etnik ve biyolojik aidiyet gibi gayriiradi kimliklerle, dinsel ve siyasal tercihler gibi iradi kimlikler arasındaki farklılıkların uyumlu bir çeşitlilik içinde yaşamasının en ideal zeminini bulma iddiasını taşıyan ülkeler, demokrasinin mümkün olan en ileri formunu yakalama ve uygulama arayışı içine girmekte, muhatap oldukları sorun alanlarını bu zeminde çözmeye çalışmaktadırlar.

Şüphesiz ki, bu türden arayışlar için verilebilecek en somut ve en yetkin örneklerden biri, Türkiye’nin 2009 yılından beri büyük bir kararlılıkla ve yoğun bir gayretle sürdürmeye çalıştığı çözüm sürecidir. Kökleri 19. yüzyılın başlarına kadar uzanan ve uzun yıllar boyunca sistematik bir inkârın ve asimilasyonun konusunu oluşturan Kürt sorununun, kendi dinamiklerine ve otantik anlamına uygun bir biçimde ve barışçıl yollarla çözümünü hedefleyen bu süreç, bugüne kadar ters yüz edilen bütün ilişkilerin aslına uygun bir gerçeklikle ele alınmasını mümkün kılmıştır. Bu süreç sayesinde tüm toplumsal kesimler arasında bireysel-kolektif farklılıkların doğal olduğu yönünde güçlü bir demokratik bilinç oluşmaya başlamış, Türkiye en aykırı görüşlerin dahi özgürce ifade edilebildiği bir ortama kavuşmuştur. Yine bu süreçte, Kürt sorununun etno-politik boyutlarını göz ardı etmeyecek ve demokratik siyaset alanının genişlemesini sağlayacak nitelikte önemli reformlar gerçekleştirilmiştir.

Süreç nihayetlendiğinde...

Ancak bütün bunlar çözüm sürecinin nihayete erdiği ya da amacına ulaştığı yönünde bir kanı da oluşturmamalıdır. Zira bu sürecin giderek kemale erdiğini ve yalnızca Kürt sorunundan demokratik yöntemlerle kurtulma şansını değil, Türkiye’ye aynı zamanda çok yönlü bir kazanım edinme imkanını sunduğunu gören muhtelif iç ve dış çevreler, şiddet olgusunu yeniden ülkenin gündemine sokmuş; süreç, 7 Haziran seçimlerini müteakiben PKK, DHKP-C, DEAŞ ve paralelci çetenin eş zamanlı olarak başlattığı silahlı ve silahsız saldırılara maruz kalmıştır.

Bu saldırıların hangi amaçlara matuf olarak ve ne türden saiklerle gerçekleştirildiği sorusunun önemi ortada olmakla ve bu konuda kamuoyunda oldukça kapsamlı ve nitelikli analizler yapılmakla birlikte, çoğunlukla ihmal edilen ya da gözden kaçırılan bir hususun altını çizmekte fayda bulunmaktadır. O da, çözüm sürecinin sabote edilmesi ve belki de bitirilmesine dönük olarak gerçekleştirilen bu saldırıların, umulanın tam tersi yönde sonuç verdiği ve çözüm sürecinin vazgeçilemezliğini tescillediği gerçeğidir.

Gerçekten de şiddet olgusunun olağan bir siyasal pratik haline getirilmek istendiği, her alanda ve her yönüyle tırmanışa geçtiği/geçirildiği son iki aylık periyot, bu sürecin ne denli paha biçilemez bir kıymete sahip olduğunu açıkça ortaya koymuştur, koymaktadır. Zira son iki ay içinde yaşananlar, artan terör saldırıları dolayısıyla sekteye uğrayan ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle ‘buzdolabına kaldırılan’ çözüm sürecinin alternatifinin ne olduğunu ve nelere yol açabildiğini/açabileceğini bütün çıplaklığıyla ve ne yazık ki tarifi ve telafisi imkansız acılarla gözler önüne sermiştir. 

Bin yıllık ortak tarih

Şimdi, bu saldırıların ardındaki amaç, gerekçe ve aktörleri ihmal ve göz ardı etmeden, bir kez daha durup düşünmek, akıl ve sağduyu ile hareket etmek ve mesuliyetine doğrudan veya dolaylı olarak ortak olduğumuz acıların nihayete ermesi için, tarihin derinliklerine kök salmış kardeşliğimizin engin hukukuna sığınarak çözüm sürecine yeniden hayat vermek zorundayız. Bunun yolu ise, devletin meşru ve adil otoritesini ülkenin her bir karış toprağında tesis etmek için gerekli olan tüm önlemleri alma hakkına saygı duyarak ve buna destek vererek, çözüm sürecini kaldığı yerden devam ettirmekten ve bu ülke insanlarının arasına konulmak istenen yapay engelleri aşmaktan geçmektedir.

Evet, bizler bin yıldır bu topraklarda ortak yaşayan Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni, Müslüman, Hıristiyan, kadın, erkek ya da başka kimliklere sahip olan insanlarız. Ve elbette Cenab-ı Allah’ın takdirinin üzerimizdeki her türlü tecellisine sahip çıkma hak ve özgürlüğüne de aynı şekilde malikiz ve dahası bununla mükellefiz. O’nun takdiriyle Kürt doğmanın üzerimizdeki tecellisi Kürtçe konuşmaksa, biz bu hakkı başka bir otoritenin onay ve tasdikine ihtiyaç duymaksızın kullanırız, kullanabilmeliyiz. Daha önce de belirtildiği gibi, kendi varoluşumuza verili özelliklerin hiçbirisini tartışma konusu yapmamalı, ortak yaşam alanımızı bu özelliklerin farklılığı ya da özdeşliği üzerinden üretmemeliyiz. Çünkü bunların hiçbirisinin bizim kendi tercihlerimizle oluşmuş ya da tasarrufumuzla belirlenmiş nitelikler olmadığını hepimiz biliriz. Oysa ortak kaderimizi şekillendirecek ve buna yön verecek geniş bir özgürlük alanına sahibiz. Muhtelif siyasal, ideolojik ve kültürel tercihlerimiz olsa da, bir arada yaşamak için gerekli olan ahlaki ve demokratik olgunluğu geliştirebilir, bin yıllık kardeşliğin hukuku içinde ve çok yönlü ortaklığımızın tarih boyunca ürettiği değerler ekseninde yeni bir gelecek inşa edebiliriz. Geçmişin buyurgan, baskıcı ve yasakçı siyasal paradigmasının yol açtığı ayrımcı pratiklere rağmen, bireysel ve toplumsal ilişkiler düzeyinde arasına mesafe koymamış insanlar olarak, bulunduğumuz anın bir adım daha ötesine geçebilir, birlik ve beraberliğimizin pekişmesine katkı sunacak yeni fırsat alanları oluşturabiliriz.

Şiddet sarmalına son

Bugün, bütün bunları gerçekleştirmek ve içinde bulunduğumuz şiddet sarmalına son vermek için çözüm sürecini yeniden ve güçlü bir şekilde tedavüle sokmak gibi ertelenemez bir sorumlulukla karşı karşıyayız. 21. yüzyılın ilk çeyreği boyunca süregelen yeni Türkiye söyleminin yeşerttiği umutlar ve sunduğu demokratik imkanlar sayesinde, devletle arasına koyduğu mesafeyi daraltan ya da daha doğru ifadesiyle, devletin kendi varlığıyla arasına koyduğunu varsaydığı mesafenin kapandığına inanmaya başlayan milyonlarca insanı, hangi gerekçeyle ve nasıl bir amaç güderek silaha sarıldığı ve terör eylemlerinde bulunduğu belli olmayan bir örgütün silah bırakma çağrısına vereceği yanıtın belirsizliğine mahkum etmemeli, çözüm sürecine kaldığı yerden devam etmeliyiz. Bu, elbette devletin sınırları içindeki silahlı unsurlara müdahale etmemesi anlamına gelmemektedir. Devlet, bir taraftan kamu otoritesini tesis etmek ve güvenliği sağlamak amacıyla bu silahlı unsurları etkisizleştirmek ya da en azından ülke sınırlarının dışına çıkarmak için mücadele ederken, diğer taraftan da çözüm sürecinin devamlılığını sağlayacak tedbirleri almanın çabası içinde olmalıdır. Zira bu mücadele, PKK’yı etkisizleştirse ve hatta silahlı unsurları bütünüyle tasfiye etse bile, çözüm süreciyle desteklenmediği sürece, Kürt sorunu hep var olagelecektir.

[email protected]