Çözümün yolu makul eleştiri

M. Emin Ekmen - Avukat
26.10.2013

Makul ve dengeli bir dil ile yapılacak eleştiriler kamuya mal edildiğinde, hiçbir yapılanmanın bunları yok sayma lüksü yoktur. Hele ki bu yapı kitlesel bir tabana sahip ve de siyasete talip ise.


Çözümün yolu makul eleştiri

Kürt Meselesi bir sistem sorunu olarak doğdu. Osmanlı’nın modernleşme arayışları ile ortaya çıkan merkezileşme eğilimleri; Kürtlerle “merkez” arasında, kimi zaman yazılı kimi zaman örtülü bir şekilde, var olan otorite paylaşımına dair temel mutabakatı hızla bozdu. Mutabakatın bozulması ile baş gösteren 100 yıllık huzursuzluk, Cumhuriyet kadrolarının önce İslam’ı sonra da “Kürtlüğü” reddeden bir kimlik dayatması ile yeni bir safhaya geçti. 

 “Merkez” bir yandan otoritesini dayatırken diğer yandan Kürtleri kendine benzetmeye çalıştı. Bu sürecin yaşandığı toplamda 200 yılın ilk 150 yılında Kürtlere boyun eğdirmenin usul ve esaslarını tartışan onlarca devlet raporu yazıldı. Bu raporlar makbul vatandaş tanımına uygun bir mühendisliği hedeflediğinden, çözümü değil, sorunu besledi. 

1879 tarihli Abidin Paşa, 1935 tarihli Abidin Özmen Paşa ve aynı tarihli İsmet Paşa raporları bu anlayışa çarpıcı örneklerdir. Gerçek anlamda çözümü tartışan ilk metin belki de Bediüzzaman Said Nursi’nin metinleri idi. Dindar bir Kürt olan Said Nursi iki kere öteki idi, düşünceleri kabul görmek bir yana iki kere mağdur edildi. 

Son 30 yılda ise meseleyi anlamaya çalışan, çözüme kafa yoran, sayısız rapor yayınlandı. Bu raporların çok önemli bir kısmı saha çalışmalarına dayalıydı ve meselenin anlaşılmasında büyük katkıları oldu. Değişik kişi ve kurumlarca yazılan bu raporlara topluca bakıldığında göze çarpan ve eleştiriyi hak eden bir ortak nokta olduğu görülür. Yapılan raporlamalar öncelikle Kürtlerin mağduriyetini anlamaya/anlatmaya çalışan metinlerdi. Bu metinlerde Devletin devam eden red ve inkar politikaları, teröre varan hukuk dışı mücadele yöntemleri, Kürtler adına mücadele veren silahlı bir örgütün varlığını çoğunlukla “meşrulaştırıyordu”. 

Mağduriyetin örttüğü problemler

 Bu meşrulaştırıcı yaklaşımda, örgütün varlığını doğuran yanlış devlet politikaları öne çıkınca, sadece örgütün çıkışı ve varlığı değil, neredeyse tüm politikaları, eylemleri, kadroları tartışma konusu olmaktan çıkıyordu. 

Oysa örgütün tesis ettiği ciddi bir otorite, yönettiği büyük bir kadro ve ekonomi söz konusu idi. Bunun da idame ettirilmesi adına yapılan uygulamalar Kürtler üzerinde tahmin edilenden büyük yıkıcı sonuçlar doğurdu. 

Örgütün saldırıları sonucu hayatını kaybedenler bir yana, zorunlu vergi (!) ve salmalarla (!) ekonomik bedel ödeyen sıradan vatandaşlar ve evladını ulusal mücadele için dağa gönderip örgüt içi iktidar mücadelelerine kurban veren aileler gündeme gelemeyen mağduriyetlere en çarpıcı örnekler oldu. 

Bu duruma ek olarak öne çıkan diğer bir sorun da; bu raporların, kimi zaman, devletin katettiği mesafeyi hakkınca değerlendir(e)memesi oldu. Türkiye son 10 yılda demokratikleşme yolunda büyük kazanımlar elde etti. Kürt meselesi bağlamında bizzat Başbakan Erdoğan’ın ifadesi ile “Red, İnkar, Asimilasyon” politikaları sonlandırıldı. Bu yönde önemli adımlar atıldı, atılıyor. 

Kürdü yok sayan ve onun varlığını şiddetle bastırmayı düşünen devlet anlayışının son bulmasına rağmen, silahlı bir mücadelenin varlığının/meşruluğunun tartışılması bir yana, örgütün söylem ve politikalarının da hakkıyla tartışıldığı söylenemez. Bu meseleye ilgi duyan kişi ve kuruluşların özellikle “liberal”, “sosyalist” gelenekten gelenleri, zihinsel bir konfor içerisinde hep devleti hedef aldılar, devleti eleştirdiler. Örgütün eylem ve söylemindeki problemleri neredeyse yok saydılar. Bu bağlamda eleştiri dışı kalan örgüt de her hal ve durumda devleti suçlayan güçlü bir propaganda dili üretme imkanı buldu. Bu dil sadece tabanda değil belli çevrelerde de karşılık buldu. 

Entelektüel zihnin denetimi

 Aslında raporlarda ve liberal-sol aydın kesimde görülen bu çelişki insan hakları dernekleri ve aktivistleri için de geçerlidir. Yıllarca legal otoritenin hukuksuzluklarına karşı haklı bir mücadele veren bu yapılar illegal otoriteyi ve eylemlerini neredeyse hiç görmediler. 

Oysa illegalite, sınırları belli ve görünür olan legal otoriteden daha yıkıcı eylemler üretti.

Kamu görevlisinin hukuk dışı eylemine karşı tüketebileceğiniz birçok yol olmasına rağmen, illegal eylem aleyhine yürütebileceğiniz bir sorgu mekanizması yoktur. “İç dinamikler” vatandaşın ulaşabileceği bir yol değildir. Güvenlik bürokrasisi ve yargı sistemi de yeterince güven vermediğinden, illegal eylemlerin yarattığı mağduriyetler artık denetim dışı bir alan haline gelmiştir. Kamusal gücün denetleyemediği bu hale karşı tek dayanak  “sivil” ve  “entelektüel” akıl olabilecekken maalesef onlar da bundan geri durmuştur. Bu denetimsizlik hali “sıradan vatandaşı” sindirirken, örgüt için “sınırsız” “sorumsuz” “sorgusuz”  bir alan açmıştır.

Oysa çok iyi bilinmelidir ki; makul ve dengeli bir dil ile yapılacak eleştiriler kamuya mal edildiğinde, hiçbir yapılanmanın bunları yok sayma lüksü yoktur. Hele ki bu yapı kitlesel bir tabana sahip ve de siyasete talip ise... 

 Silahsızlanmayı hedef alarak demokratik zemini adres gösteren bu süreçte çözümün sadece devletin iradesi ve isteği ile oluşmasının/yürütülmesinin mümkün olmadığı açıktır. Örgüt ve lider kadrosu da eylem/söylemleri ile takipte tutulmalı, silahsızlanma yönünde teşvik edilmeli hatta baskı altına alınmalıdır. Patlayacak silahlar ve başlayacak ölümlerin eski toleransla karşılanmayacağı açıkça hissettirilmelidir. 

Federasyon dahil her türlü siyasi çözüm önerisinin anayasal zeminde tartışılabildiği, devletin şiddet ve terör eylemlerini terk ettiği son on yılda “amasız bir silahsızlanma” talebi meseleyi yakından izleyen kesimlerce de çok net ve yüksek sesle ifade edilmelidir.Yıllarca siyasi iradeye yöneltilen “barışın dili ile konuşmak” eleştirisi/tavsiyesinin; aktörlere hakaret eden, atılan adımları itibarsızlaştıran, sıklıkla da “savaş” ve “ölümleri başlatma” tehditlerini savuran BDP/PKK cenahından da esirgenmemesi(!) gerekiyor. Hükümete “barış dili”ni tavsiye edenlerin bu durumu görmemesi, şüphesiz çözüme hizmet etmiyor. 

Tüm ödevleri hükümete yükleyen, illegal alanı “sorgudan bağışık kılan” bu tablo karşısında PKK/BDP cenahına da tavsiyelerde bulunan az sayıdaki çalışmalardan sonuncusu 7 Ekim’de yayınladı. Başkanlığını ABD’nin BM, Rusya, Hindistan, İsrail, Ürdün,  El Salvador ve Nijerya elçiliklerini yapmış olan Thomas R. Pickering’ın yürüttüğü, Türkiye temsilciliğini Hugh Pope, Raportörlüğünü Didem Akyol’un yaptığı Uluslararası Kriz Grubu son 4 yılda 2’si Irak Kürtleri, 4’ü de Türkiye Kürtlerine dair olmak üzere toplam 6 rapor yayınladı. 

Bu raporların tamamında mevcut durumun bir fotoğrafı çekilip, Devlete ve PKK/BDP cenahına yönelik tavsiyelerde bulunuldu. Rapor hazırlık sürecinde seçilen görüşmeci listesinin de en az rapordaki dil arayışı kadar dengeli olduğu söylenebilir. Grup daha önce Kıbrıs, Ermenistan, İran Nükleer krizi gibi konularda da raporlar yayınlamış.  

Çözüm tek tarafla olmaz

Uluslararası Kriz Grubu’nun yayınladığı son raporun öneriler kısmında Hükümete ve raporun ifadesi ile “Kürt Ulusal Hareketine” aşağıdaki tavsiyelerde bulunuluyor:

Türkiye hükümetine: 1- PKK ve cezaevindeki lideri ile yürütülen müzakerelerden bağımsız olarak, Kürtlerin sıkıntılarını çözecek demokratik reformları sürdürmeli ve şunları göz önünde bulundurmalı: a) Anadillerde verilen eğitimin yararlarını benimseyerek ve açıklayarak, ve anadilde eğitimin akademik başarı ve diğer dilleri (bu durumda Türkçe’yi) daha iyi öğrenmek için temel yapıtaşı olduğuna dair uluslararası araştırmaları paylaşarak, eğitimde anadillerin tam olarak kullanılması amacına bağlı kalmalı;

b) Yeni anayasadaki Türk vatandaşlığı tanımının hiçbir şekilde bir ırka, etnik kimliğe, dile veya dine bağlı olmamasını açıkça sağlamalı;

c) Eğitimin, kolluk kuvvetlerinin ve bütçelerin bazı alanları dahil olmak üzere bazı yetkilerin nihai olarak seçilmiş yerel birimlere aktarılması hedefi doğrultusunda yerel yönetimler konusunu ülke çapında tartışmaya açmalı;

d) Partilerin meclise girmesi için belirlenmiş yüzde 10 olan seçim barajını, Türkiye’deki Kürt hareketinin ve diğer partilerin daha adil bir temsiliyete kavuşmaları için en azından AB’deki norm olan yüzde 5’e indirmeli.

2- Türkiyeli Kürtlerin endişelerini gidermek ve Türklerin şeffaflık taleplerine cevap verebilmek amacıyla açıklamalarında ve beyanlarında Kürtlüğü öcüleşmekten çıkaran ve planlanan demokratikleşmenin yol haritasını açıklayan bir dil kullanmalı.

3- Eğitim sisteminde müfredatları, Türk ve Kürtlerin ortak tarihlerinin yanı sıra Anadolu’daki ve bölgedeki tüm halklara ve farklı kültürlere dair tam bilgileri içerecek şekilde yeniden biçimlendirmeli.

Türkiye’deki Kürt ulusal hareketine: 

4- Ateşkese ve PKK’nın Türk topraklarından çekilmesine olan bağlılığını yinelemeli.

5- PKK’nın tamamen silahsızlanması, seferberliğinin sona ermesi ve topluma yeniden entegre olması hedefini dile getirmeli ve demokratikleşme reformlarıyla yeniden şiddete başvurma arasında hiçbir bağlantı kurmamalı.

6- Yol kontrolleri yapan yerel milisler (“asayiş birimleri”) de dahil olmak üzere Türkiye içinde paralel devlet oluşumları yaratmaya son vermeli.

7- Kürtlerin yasal ve yasadışı tüm örgütlerinin sözcülerinin tamamının özellikle kamuoyuna yaptıkları açıklamalarında barış sürecine bağlı kalmalarını sağlamalı.

8- Kürt hareketinin, Kürtler için demokratikleşen bir Türkiye’de eşit yurttaşlar olarak bir gelecek amaçladığına dair Türk kamuoyuna eylemleriyle güvence vermeli.

9- Ademi merkeziyetçi bir yerel yönetim yapısı konusunda Kürtlerin taleplerini kamuoyuna net olarak sıralamalı ve açıklamalı. (İstanbul-Brüksel, 7 Ekim 2013)

Paket ve Rapor çakışıyor 

Raporun içerik açısından talihsizliği; metnin daha önce yazılmış olmasına rağmen hükümetin paketi açıkladığı tarih olan 30 Eylül’den sonra, 7 Ekim’de yayınlanmış olmasıdır. Bu şansızlık bir kaç şekilde açıkça görünüyor. 

Raporun temel iddiasını; milliyetçi tepkiden çekindiği için belirli adımları atmadığı gerekçesi ile hükümete yönelik eleştiri/analizler oluşturuyor. Oysa Hükümet 30 Eylül’de açıkladığı paket ile; özel okullarda anadilde eğitim imkanının tanınması, Andımız’ın kaldırılması, eski isimlerin iadesinin kolaylaştırılması gibi milliyetçi refleksle karşılaşılabilecek adımları atmaktan çekinmedi. Bu adımlar ile farkında olunmadan raporun ana eksenini oluşturan eleştiri de karşılanmış oldu. Özellikle Andımız’ın kaldırılmasının bir paradigma değişimi olduğunu, ulusalcı kesimin bir mitinin kaldırılmasının çok önemli bir risk ve sağlam bir duruş olduğunun altını çizmek gerekir. İkinci şanssızlık(!) ise tavsiyeler bölümünde yer alan seçim barajını düşürme önerisinin pakette yer almış olmasıdır. Raporda yer alan seçim barajının yüzde 5’e düşürülmesi önerisi de rapor yayınlanmadan paketle karşılanmış oldu. Herhangi bir etnisiteye atıfta bulunmayan bir vatandaşlık tanımını ise Hükümet 2011 yılında parti teklifi olarak TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonuna sunmuş idi. 

Rapora değer katan ve benzerlerinden farklılaştıran husus; raporun dili ile “Kürt Ulusal Hareketine” yani BDP/PKK cenahına da tavsiyeler de bulunması, ödev ve sorumluluk yüklemesidir. 

Bu başlık altında sıralanan 6 madde ile; şiddetin, illegalitenin, paralel devlet yapılanmalarının sona erdirilmesi gerektiği açıkça talep edilmektedir. Bu şekilde Türkiye kamuoyunun ve devletin çekinceleri ve endişeleri açıkça ve hak verilerek zikredilmiştir.

Bu tavsiyelerin hayata geçirilmesi örgüt açısından güven arttırıcı önemli adımlar olacaktır.  Öyle bir durumda da Türkiye’nin TMK’yı kaldırarak TCK’da gereken değişiklikleri yapmaması için hiç bir sebep kalmayacaktır. Bu da sürecin başarıyla tamamlanması demektir. 

[email protected]