Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ni zorunlu kılan sebepler

Dr. Adnan Küçük / Kırıkkale Üniversitesi Öğretim Üyesi
15.04.2017

Türkiye’nin ilerlemesinden ve büyümesinden ciddi manada rahatsız olan bazı Batılı devletler, bütün uluslararası teamülleri ve kuralları alt üst ederek hayır kampanyası yürütmektedir. Bu canhıraş çabalar bile, bu değişikliğin Türkiye’nin istikbali için ne derece lüzumlu olduğunu ayan beyan ortaya koymaktadır.


Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ni zorunlu kılan sebepler

Referandum oylaması bugün yapılıyor. Bütün tartışma ve tanıtım faaliyetlerinden sonra, asli kurucu iktidarın sahibi olan halk bizzat sözünü söyleyecek. Artık nihai kararı doğrudan halk verecek. Demokrasi dediğimiz de esasen böyle bir şeydir. Bizlere düşen, söylenebilecek bütün sözleri söyledikten sonra halkın kararına rıza göstermektir.

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ni öngören anayasa değişikliğini zorunlu derecede lüzumlu kılan sebepler son derece önemlidir. Yani bu değişiklik, fantezi değil, bir zaruretten kaynaklanmaktadır. Bir diğer ifadeyle, buradaki zorunluluk, üç aylık bir otomobilin, hiçbir arıza olmadığı halde, sırf fantezi olsun diye değiştirilmesi haline değil, 50 yaşında olan ve her gün bir tarafında arıza meydana gelen bir otomobilin değiştirilmesindeki zorunluluk haline benzetilebilir. Bu değişikliği zorunlu kılan sebepler dört grupta toplanabilir.

Birincisi, mevcut parlamenter sistemde, Türkiye’ye mahsus siyasi kültürel sebepler neticesinde yürütme içerisinde iki başlılık ortaya çıkmıştır. Esasen parlamenter sistemin en belirgin vasıflarından birisi de devlet başkanının (parlamenter monarşilerde kral, parlamenter cumhuriyetlerde Cumhurbaşkanı) sembolik yetkilere sahiptir. Devlet başkanı, genellikle manevi bir makamdır, bazı siyasi etkinliği olmayan yetkileri yanında ülkenin ve milletin birliğini, bütünlüğünü temsil eder, hükümetin çoğu kararlarını imzalasa da, fiiliyatta etkin olmaz. Siyasi etkinlik Başbakanın başkanlığındaki Bakanlar Kuruluna aittir. Yetkileri ve siyasi etkinliği itibariyle zayıf bir devlet başkanı, güçlü bir Başbakan ve Bakanlar Kurulu söz konusudur. Bu özellik sebebiyledir ki, yetki ve sorumlulukta paralellik ilkesi gereği, devlet başkanının siyasi sorumluluğu mevcut değildir. Siyasi sorumluluk, geniş yetkileri olan Başbakan ve Bakanlar Kuruluna aittir. Devlet başkanının hukuken ya / ya da fiilen güçlü olması halinde, hem parlamenter sistemle çelişik bir durum ortaya çıkar, hem yetki ve sorumlulukta paralellik ilkesi ihlal olmuş olur, hem de yürütme içinde çatışmalar ortaya çıkar.

Türkiye’de bu üç durum da söz konusu olmuştur. Yani, 1924 ve 1961 Anayasaları zamanında Cumhurbaşkanının yetkileri nispeten parlamenter sistemle uyumlu olduğu halde, cumhurbaşkanları, bazı istisnalar hariç tutulursa, fiilen etkin olmaktan imtina etmemiştir. 1982 Anayasası’nda hem Cumhurbaşkanı oldukça güçlü yetkilerle donatılmış, hem de cumhurbaşkanları bu yetkileri fiilen kullanmaktan kaçınmamıştır. Bu durum, çoğu kereler Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında siyasi etkinlik çatışmalarına sebep olmuş, üst düzey atamaları yapılamamış, Bakanlar Kurulu tarafından alınan kararlar imzalanmamak suretiyle sistem tıkanmıştır. Bu tıkanmışlık zemininde, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Anayasayı Başbakan Bülent Ecevit’e fırlatması büyük bir ekonomik krize sebep olmuştur. Oysa etkin yönetim, her şeyden önce yönetimde birliğin ve tecanüsün varlığını lüzumlu kılar. Yetki sahiplerinin birbirlerini kilitledikleri, etkin yönetimin lüzumlu kıldığı kararların ya hiç alınamadığı ya da geç alındığı ortamlarda, istikrarlı ve gelecek vaad eden bir yönetim icra edilemez. Her bir kilitlenme ve çatışma, beraberinde değişen ölçülerde krizleri tetikler, bunlar bazen birike birike büyük krizlerin de yaşanmasına sebep olabilir.

İkincisi, parlamenter sistemler koalisyonlara sebep olabilmektedir. Her ne kadar güçlü ekonomilere sahip çoğu ileri demokrasilerde koalisyonların işleyişinde belirgin sorunlar yaşanmasa da, geçmiş yıllarda başta Fransa ve İtalya olmak üzere birçok ileri demokraside de koalisyon temelli sorunların yaşandığına şahit olunmuştur. Benzer sorunlar, çok daha derinlemesine olarak Türkiye’de yaşanmıştır. 1961-1965, 1971-1980, 1989-2002 yılları arasında yaşanan koalisyonlar döneminde, Türkiye yönetilemez hale gelmiş, işlemeyen bir yönetim durumu ortaya çıkmıştır. Yürütme içinde Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasında yaşanan çatışmaların bir benzeri Bakanlar Kurulu içerisinde Başbakan ile koalisyon ortakları arasında yaşanmış, çoğu kereler Bakanlar Kurulunda kararlar alınamaz hale gelmiştir. Dahası Başbakan koalisyon hükümetine tam manası ile hâkim olamadığı için, hükümet içi uyumsuzluklar neticesinde hükümet programının uygulanmasında da sorunlar yaşanmış, yapılan disiplinsiz kamusal harcamalar neticesinde bütçe disiplini ortadan kalkmış, bu da bazı kereler büyük ölçekli (1994 ve 2001 Krizlerinde olduğu gibi) ekonomik krizlere sebep olmuştur. Başbakan, bir yandan Cumhurbaşkanını diğer yandan koalisyon ortaklarını ikna etmek zorunda kaldığı için, çoğu kereler alınamayan ya da geç alınan kararlar sebebiyle, ülke yönetiminde tıkanmalar yaşanmıştır.

Vesayetçi misyonu üstlenme

Yönetimde tekli yapıya sahip ülkelerde ülke yönetimi, bir aracın tek şoförle sürülmesine benzetilebilirse, Cumhurbaşkanı Başbakan ikiliği yanında bir de koalisyonların olduğu dönemlerde ülke yönetimi, bir aracın iki, bazen üç ya da dört şoförle sürülmesine benzetilebilir. Çok şoförlü bir araçla, yönetimde teklik ve yeknesaklık gösteren diğer tek sürücülü araçlara ulaşılabilmesi ne kadar imkânsız ise, kendi içerisinde çatışma içerisinde olan iki başlı ve koalisyonlu bir yönetim anlayışıyla, yönetimde teklik, istikrar ve bütünlük arz eden ülkelere, ekonomik, sosyal, kültürel, uluslararası etkinlik bağlamında ulaşabilmesi mümkün ve muhtemel değildir. Yönetimde teklik ve yeknesaklık arz eden ülkelerle etkin bir yarış içerisine girebilmenin yegâne yolu, koalisyonlara son verilmesidir. Aksi halde, daha uzunca yıllar etkin bir şekilde yönetilemeyen, ara ara iktisadi krizler yaşayan, bazı kereler askeri darbelere de maruz kalan bir ülke olarak yaşamak, Türkiye için mukadder olmaya devam eder.

Üçüncüsü, Türkiye’de bazı istisnalar hariç tutulursa, çoğu kereler Cumhurbaşkanları bir vesayet makamı olarak işlev görmüştür. Zaten Cumhurbaşkanlarının anayasal olarak yetkileri az olduğu halde, fiiliyatta güçlü olmalarının geri planında bu vesayetçi anlayış yer almaktadır. Halk TBMM üyelerini seçmekle yetinmiş. Fakat bazı kereler, halkın tasvip etme ihtimali çok düşük olan kişiler, TBMM’ye dayatmalarda bulunularak Cumhurbaşkanı seçtirilmiş, bunlar da kendilerine yüklenen vesayetçi misyonu üstlenerek, bazen Hükümetin, bazen de Meclisin kararlarını engelleme yoluna gitmişlerdir. Bu engellemeler, çoğu kereler halkın çoğunluğunun iradesi ile çelişir nitelikte olmuştur. Esasen vesayetin temeli, halkın çoğunluğuna güvenmeme, onların yetersiz olduklarına inanma şeklinde tezahür eder. Bu inançsızlık ve güvensizlik neticesinde, Cumhurbaşkanları, halkın çoğunluğunun demokratik iradesini engellemiş, hem sistemin tıkanmasına sebep olmuş, hem de halkın çoğunluğunun demokratik iradesi engellenmiş olmaktadır. Oysa, demokrasilerin temel ilkelerinden birisi de seçilmişlerin üstünlüğü ilkesidir. Bu durum, hem demokrasinin gelişmesine mani olmuş, hem de sistemsel sorunlara ve toplumsal, siyasal hayatta değişen şiddetlerde çatışmalara sebep olmuştur. Demokratik iradenin hâkim kılınması, vesayetçi anlayışın yerini demokratik iradeye bırakmasını zorunlu kılar.

Dördüncüsü, mevcut parlamenter sistem içerisinde hantal ve işlemeyen bir bürokratik yapı mevcuttur. Mevcut yapıda tembel, atıl olan bürokratları çalıştırabilecek, onları etkin kılabilecek bir mekanizma mevcut değildir. Her ne kadar hükümetler değişse de bürokrasi çoğu kereler çakılı kalmakta, çalışmayan bürokratlar sistemden dışlanamamakta, dışlananlar ya da yerleri değiştirilenler, mahkeme kararı ile geri dönebilmektedir. Kısaca hantal ve işlemeyen bir bürokratik yapıyı koruyan bir mekanizma mevcuttur. Bu yapı içerisinde bürokrasinin dinamizm kazanabilmesi, bürokratların dinamik bir hükümete ve bakanlıklara ayak uydurabilmemsi mümkün değildir. Bu imkânsızlık ya da zorluklar aşılmadıkça etkin, istikrarlı ve sürdürülebilir bir yönetim mümkün değildir. Bu durumda, yürütme içerisinde ikiliklerin ortadan kalkması, sistemsel tıkanıklıklara sebep olabilen koalisyonlara son verilmesi, vesayetçi bir düzenden, yürütmeyi doğrudan halkın belirlediği demokratik bir yürütme anlayışına geçilebilmesi, hantal bir bürokratik yapıdan, Cumhurbaşkanının kendi vizyonuyla uyumlu bürokratlarla çalıştığı, bürokrasinin tam bir dinamizme kavuştuğu bir sisteme geçilebilmesi için, Cumhurbaşkanlığı Sistemini öngören anayasa değişikliğinin referandumda halkın çoğunluğunun evet oyu ile kabul edilmesi gerekir. Türkiye’nin ileri ve güçlü demokratik ülkelerle yarışır hale gelebilmesi ve etkin yönetimi için bu değişiklik zorunlu derecede gereklilik arz etmektedir. Aksi halde, Türkiye daha çok zorluklarla mücadele etmeye devam eder fakat bir arpa boyu yol alamaz. Nitekim Türkiye’nin ilerlemesinden ve büyümesinden ciddi manada rahatsız olan bazı Batılı devletler, bütün uluslararası teamülleri ve kuralları alt üst ederek hayır kampanyası yürütmektedir. Bu canhıraş çabalar bile, bu değişikliğin Türkiye’nin istikbali için ne derece lüzumlu olduğunu ayan beyan ortaya koymaktadır.

[email protected]