Cumhurbaşkanlığında 3. modele doğru

Dr. Hatem Ete/SETA - Yıldırım Beyazıt Ünv.
3.05.2014

Bugünden görünen, Cumhurbaşkanının toplumla kurduğu güçlü bağa paralel olarak yürütmede de daha aktif bir rol üstleneceğidir. Seçimin halk tarafından yapılacak olması ve iki dönem seçilebilme imkanı, Cumhurbaşkanının yetkilerini, siyasal sistem içinde edineceği yeni konumu ve siyasetle ilişkisini yeniden düzenlemeyi gerekli kılmaktadır.


Cumhurbaşkanlığında 3. modele doğru

30 Mart seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanlığı meselesi siyasal gündemin ilk sırasına yerleşmiş durumda. Seçimlerden önce Cumhurbaşkanlığı meselesi, kimin Cumhurbaşkanı olacağı, daha doğrusu, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına aday olup olamayacağı üzerinden tartışılıyordu. Seçimlerin Erdoğan’a adaylık vizesi verecek bir şekilde sonuçlanmasından sonra, tartışmanın odağı değişerek, Erdoğan’ın muhtemel Cumhurbaşkanlığı üzerinden Cumhurbaşkanı’nın yetkileri tartışmasına döndü. Ancak, tartışma, siyasal sistemin geçirdiği veya ihtiyaç duyduğu değişiklikler üzerinden yürütülmek yerine, maalesef, Erdoğan ismi üzerinden yürütülüyor. Böyle olunca da, Türkiye’nin tarihsel tecrübesini ve gelecek vizyonunu hesaba katan verimli bir tartışmaya rastlanamıyor. Oysa Erdoğan ismini paranteze alıp Türkiye tecrübesine daha soğukkanlı bir bakışa ihtiyaç var. 

Türkiye, bugüne kadar, Cumhurbaşkanının seçilme biçimi, siyasal sistem içindeki konumu ve yetkileri konusunda, birbirine yakın süreler boyunca hayat bulmuş, iki modeli tecrübe etti. 1923-1960 yılları arasında halk tarafından seçilen partili Cumhurbaşkanı modeli hayat bulurken, 1960’tan bugüne kadar da partisiz olması öngörülen ve Meclis tarafından bir dönem için seçilen bir Cumhurbaşkanı modeli hayata geçti. 2007’deki krizden sonra referandumla kabul edilen Cumhurbaşkanının halk tarafından iki dönem için seçilmesine yönelik düzenleme ile Türkiye üçüncü bir modele, deneyime geçiyor. Abdullah Gül, bir yandan Parlamento tarafından seçilmiş son Cumhurbaşkanı olması, öte taraftan ikinci kez ve halk tarafından seçilme imkanıyla, eski model ile yeni model arasındaki geçişi-bağlantıyı oluşturuyor. Her halükarda, Ağustos 2014’teki seçimlerle, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın yetki ve seçimine ilişkin üçüncü modele adım atmış olacak.

Bu yeni modelin hangi noktalarda eski modellerden farklılaştığını ve hangi koşullarda ne tür gerekçelerle uygulamaya sokulduğunu anlamak için eski modellere daha yakından bakmaya ihtiyaç var.

Siyasetçi Cumhurbaşkanı

Siyasi tarihimizin 1923-1960 yılları arasındaki dönemde deneyimlediği ilk Cumhurbaşkanlığı modelinde, Cumhurbaşkanlığı makamı, genel seçimlerde birinci gelen siyasi partinin lideri tarafından dolduruluyordu. Bu model, Cumhurbaşkanı’nın siyasi lider olmasını öngörüyordu. 1923-1938 yılları arasında seçimlerle iktidar yetkisini alan CHP Genel Başkanı sıfatıyla Atatürk Cumhurbaşkanlığı koltuğunu doldururken, 1938-1950 yılları arasında da Atatürk’ün yerine CHP genel başkanlığına gelen İnönü bu unvanı üstlendi. Başka bir siyasi partinin seçimlere girmesine izin verilmediği için genel seçimlerde bir yarış olmasa da Cumhurbaşkanlığı makamı meşruiyetini, genel seçimlerde toplumdan alınan yetkiden alıyordu. Nitekim 1950’deki seçimleri DP kazandığında, İnönü, hükümet devrine karşın Cumhurbaşkanlığını bırakmak istemese de Celal Bayar, Cumhurbaşkanının seçimi kazanan siyasi parti liderinin hakkı olduğunda ısrar ederek bu teklife yanaşmamış ve Cumhurbaşkanlığını İnönü’den devralmıştı. Bayar, 1960’ta askeri darbe ile devrilene kadar, genel seçimlerde kazandığı başarı üzerinden bu görevi sürdürmüştü.

1923-1960 arasında deneyimlenen bu modelde, Cumhurbaşkanı, siyaset kurumunun başı olarak gücünü doğrudan milli iradeden alıyor, seçimi kazanan siyasi parti lideri olarak başbakanlığa kendi partisinden uygun gördüğü birisini atıyordu. Atatürk, başbakanlığa, bir-iki istisna dışında İnönü’yü, Bayar da 10 yıl boyunca Menderes’i atadığı için, İnönü ve Menderes başbakan olarak güçlü birer siyasi figüre dönüşmüş; İnönü ise kendi Cumhurbaşkanlığı döneminde başbakanlığa farklı kişileri atadığı için güçlü bir başbakan figürünün çıkmasına izin vermemişti.

Bu model, milli iradenin temsili üzerinden parlamentonun siyasal sistemin tek hakimi ve bel kemiği olduğu bir siyasal anlayışın ürettiği bir modeldi. Milli iradenin seçimler aracılığıyla siyasi iktidar kompozisyonunun yegane belirleyicisi olduğu bu dönemde, sistemin en güçlü aktörü olan Cumhurbaşkanı da meşruiyetini ve gücünü toplumdan aldığı destekten devşiriyordu. 

Bürokrat Cumhurbaşkanı

1960 darbesinden sonra hazırlanan 1961 Anayasasıyla birinci model, yerini bugüne kadar sürecek olan ikinci bir modele bıraktı. 1961 Anayasası, öngördüğü kurumsal vesayet sistemi doğrultusunda milli iradenin siyasal iktidar üzerindeki belirleyiciliğine son verdiğinde Cumhurbaşkanı’nın kimliğini, seçilme biçimini ve yetkilerini de yeniden düzenledi. Toplumun siyasete nüfuz etme imkanının kısıtlanmasına paralel olarak Cumhurbaşkanı’nın da toplumla bağı kesildi. 27 Mayıs rejimi, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesine son verdi, siyasi partilerle ilişkisini kesti ve görev süresini bir dönemle sınırladı. Cumhurbaşkanı’nın dolaylı bir temsile kavuşturularak parlamento tarafından seçtirilmesi ve bir daha seçilmesinin engellenmesi, toplum ve siyasetle eskiden var olan canlı bağın kopmasına yol açtı. Toplum tarafından seçilmeyeceği için topluma hesap vermesi gerekmeyecek, görev süresi bir dönemle sınırlı olacağı için parlamentonun kaygılarını gözetmek durumunda kalmayacak Cumhurbaşkanı, rejimin kaygılarını gözetecek, vesayet sisteminin beklentilerini karşılayacaktı.

Bu model, Cumhurbaşkanı’nın toplum ve siyaset karşısında mevzilenen bürokrasi ve vesayetten yana olması için kurgulanmış bir modeldi. Nitekim bu dönemdeki Cumhurbaşkanlığı kurgusunu belirleyen 1961 ve 1982 Anayasaları, Cumhurbaşkanı olacakları öngörülen Gürsel ve Evren himayesinde yazılmıştı. Başka bir deyişle, Gürsel ve Evren, siyasal sistemde üstlenmeye hazırlandıkları rolü Cumhurbaşkanlığı makamına biçmişlerdi. Kurgulandığı üzere bu model, 29 yıl boyunca, peş peşe, darbeci-asker kökenli kişilerin Cumhurbaşkanı olmasını sağladı. Öyle ki, 3,5 yıllığına Cumhurbaşkanlığını üstlenen Özal, hükümete karşı devleti, seçilmişlere karşı atanmışları, topluma karşı devleti savunmayı öngören bu modele aykırı bir profil çizdiği için hem normalde bir Cumhurbaşkanı için dillendirilmesi abes olması beklenen ‘sivil’ sıfatını edindi, hem de 21 yıldır ikna edici bir bulguya rastlanmamasına rağmen öldürülmüş olabileceğine dair yaygın kanaat giderilemedi.

Özal’dan sonra, asker kökenli Cumhurbaşkanı geleneği son bulsa da Demirel ve Sezer, modelin öngördüğü misyonu hayata geçirmede asker kökenli seleflerinden geri kalmadılar. Her başbakanlık koltuğuna oturduğunda Menderes’in idam sehpasındaki görüntüsünü hatırlayarak başbakanlık yapan Demirel, kim bilir, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturduğunda da Özal’ın ‘şüpheli’ ölümünü hatırladı. Soğuk savaş koşullarında ciddi bir dirençle karşılaşmadan hayata geçirilen kurumsal vesayet düzeninin, 1990’larda güçlenen ve siyasallaşan toplumsal kimlikler karşısında girdiği krizde, Demirel, üstlendiği makamın misyonuna sadakat göstererek, merkez sağın liderliğinden devşirdiği tecrübeyi sisteme aktararak demokrasi tarihimize 28 Şubat post-modern darbesini hediye etti. 10 yıllık aradan sonra tekrar başbakanlık koltuğuna oturduğu ilk günlerde ‘Kürt realitesini’ tanıyarak ezber bozan Demirel’in Cumhurbaşkanlığı dönemi, infaz listelerinden köy boşaltmalara Kürt meselesinin faz değiştirmesine tanıklık etti.

Demirel’den sonra, özgürlükçü kimliğiyle lanse edilen Sezer, 28 Şubat’ın geçiş sürecinde, AK Parti üzerinden devlet-toplum ilişkilerinin normalleşmesine katkı verebilecekken, AK Parti’yi Refah Partisi olarak görmeyi tercih etti. AB süreci üzerinden ordu-siyaset ilişkileri başta olmak üzere siyasal sistemin demokratikleşmesine destek verebilecekken, statükonun en uzlaşmaz sözcüsü olmayı tercih etti. Demirel ve Sezer’in Cumhurbaşkanlıkları döneminde geçirdikleri dönüşüm, 27 Mayıs rejiminin Cumhurbaşkanlığı makamı için öngördüğü misyonla ilişkilidir. Siyasal sistemi, toplumun taleplerinden öte rejimin tehdit algısı çerçevesinde işletme misyonu, her iki lideri de esir aldı. Cumhurbaşkanı’nın rejim adına, seçilmiş hükümetleri dizginleme misyonu dolayısıyla, Demirel, liderliğini üstlendiği DYP hükümetiyle bile çatışmaktan kaçınmadı. 

27 Mayıs’la hayata geçirilen bu (ikinci) modelin Cumhurbaşkanı’na biçtiği misyon göz önünde bulundurulduğunda, hem bütün Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hem de özellikle 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminin neden krize dönüştürüldüğü daha iyi anlaşılabilir. Misyonun önemi seçilecek kişinin kimliğini de önemli kılıyordu. AK Parti’nin 2007 yılında Abdullah Gül’ü görev süresi dolan Sezer yerine Cumhurbaşkanlığına aday göstermesi, ciddi bir siyasal krize yol açtı. 2007’de vesayet bloğunu bütün unsurlarıyla (27 Nisan muhtırasıyla ordunun, 367 kararıyla yargının, siyasal blokajıyla CHP’nin, Cumhuriyet mitingleriyle Kemalist-laik tabanın) sürece müdahil olmaya iten en önemli dinamik, Cumhurbaşkanlığı makamının vesayet sisteminin sürdürülmesinde üstlendiği bu kritik misyondu. Vesayet sisteminin, 1990’larda, toplumsal kimliklerin siyasallaşması ve güçlü bir siyasal temsile kavuşmasıyla yaşadığı kriz, Cumhurbaşkanlarının (Demirel ve Sezer’in) rejimden yana gösterdikleri üstün performansla 2007’ye kadar geciktirilebilmişti. Son kale Cumhurbaşkanlığıydı. Bu kale de düştüğünde vesayet sistemi yıkılabilirdi.

Yeni nesil Cumhurbaşkanı

Vesayet bloğunun ürettiği 2007 krizi, bu ikinci modeli sonlandırdı. AK Parti, Cumhurbaşkanı seçimine yönelik gerçekleştirdiği iki kritik değişiklikle bu krize cevap verdi. Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesine ve görev süresinin iki döneme çıkarılmasına ilişkin düzenleme referandumda kabul edildi. Bu iki düzenleme ile eski model anlamını yitirdi, siyasi tarihimizin üçüncü Cumhurbaşkanlığı modeli başladı. Eski modele göre parlamento tarafından seçilen ama yeni modelin öngördüğü şekilde yeniden-halk tarafından seçilme yolu açılan Abdullah Gül şahsında, Türkiye, bir geçiş dönemini tecrübe etti. Bu geçiş döneminin en göze çarpan özelliği, selefleriyle kıyaslanmayacak yüksek performanstır. Bu, elbette, Gül’ün siyasal kişiliği ve beslendiği siyasal gelenekle de ilişkilidir ama aynı ölçüde yeniden ve halk tarafından seçilme yolunun açık olmasıyla da ilişkilidir.

Bir krize cevap olarak geliştirilen ve henüz bir model olarak tanımlanmayı hakkedecek yapısal değişikliklerle desteklenmeyen bu iki düzenleme, çoğu siyasetçinin pişmanlık serdeden açıklamalarına karşın, hayati bir dinamiği tetiklemiş durumda. AK Parti dönemi boyunca, siyasete yön veren en önemli dinamik, bürokrasiye karşı siyaseti, vesayete karşı milli iradeyi güçlendirmektir. AK Parti’nin vesayetle yürüttüğü mücadelenin en önemli kazanımı, toplumun siyasete, siyasetin iktidara nüfuz etmeye başlamış olmasıdır. Cumhurbaşkanlığına yönelik düzenleme de bu eğilimle uyumludur. Cumhurbaşkanını halktan ve siyasetten kopararak rehin alan vesayet sistemiyle yürütülen mücadele, doğal olarak, Cumhurbaşkanı’nı tekrar toplum ve siyasetle buluşturmuştur. Halk tarafından ve iki dönem için seçilebilecek Cumhurbaşkanı, topluma ve siyasete karşı sorumluluk hissedecektir. İkinci modelin öngördüğü şekilde, siyasete karşı bürokrasinin yanında durmak ve vesayetçi kaygılarla siyaseti terbiye etmek yerine, toplumsal taleplere duyarlı olacaktır.

Her iki düzenlemenin zorunlu kıldığı bir diğer gelişme, Cumhurbaşkanı profilinin değişecek-yükselecek olmasıdır. Halk tarafından -ve yeniden- seçilmek için adayların toplumla temas kurması, meydanlara inmesi, meydanlarda topluma siyasal bir vizyon sunması, seçildiğinde ortaya koyduğu vizyonu hayata geçirmesi gerekecek.

Kısacası, bu iki düzenleme ile eski model anlamını yitirdi ve siyasi tarihimizin üçüncü Cumhurbaşkanlığı modeli başladı. Her halükarda, Ağustos 2014’teki seçimlerle, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın yetki ve seçimine ilişkin üçüncü modele adım atmış olacak. Erdoğan’ın önümüzdeki seçimlerin en güçlü adayı olması, muhalefetin sistem tartışmasına direnç göstermesine yol açıyor. Oysa siyasal sistemin ve sosyolojinin geçirdiği dönüşüme paralel olarak, Cumhurbaşkanlığı sistemi, geçmişte seçim biçimi ve yetkileri itibariyle nasıl değişim geçirdiyse, bugün de aynı dinamikler üzerinden yeni bir forma evriliyor. Bu modelin nasıl işleyeceğini önümüzdeki dönemde görme imkanımız olacak. Bugünden görünen, Cumhurbaşkanı’nın toplumla kurduğu güçlü bağa paralel olarak yürütmede de daha aktif bir rol üstleneceğidir. Bu çerçevede, yeni modeldeki iki düzenlemenin, -seçimin halk tarafından yapılacak olması ve iki dönem seçilebilme imkanı- Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini, siyasal sistem içinde edineceği yeni konumu ve siyasetle ilişkisini yeniden düzenlemeyi gerekli kıldığını görüp sistem değişikliği ihtiyacıyla yüzleşmemiz gerekiyor.

[email protected]