Cumhuriyet kurulurken

Celal Tahir / Yazar
31.10.2015

1924 yılında çok dinli, çok dilli çok milletli, Osmanlı imparatorluğunun yerine modern, laik, uniter ulus devlet paradigması ile inşa olunan Cumhuriyetin birikimi inkâr edilmeden, ama İmparatorluk bakiyesi olduğumuz da unutulmadan, temel konsensüs’ü demokratik ve çağdaş bir zihniyetle yeniden tanımlanmalı.


Cumhuriyet kurulurken

Daha 31 Mart olayında -Hareket Ordusu İstanbul önlerine geldiğinde- Mustafa Kemal’in aralarında Ahmet Rıza’nın da olduğu İttihatçı gruba, saltanatı kaldırıp Cumhuriyet ilan etmeyi teklif ettiği söylenir. 25 yaşlarında bir genç iken Mustafa Kemal, ilerde yazı devrimi yapmak gerekeceği≠ni Bulgar Türkolog’u Manolov’a söyler. İkinci Meşrutiyet’ten iki yıl önce, 1906’larda, “Batı uygarlığına girebilmemize engel olan yazıyı atarak, kılık kıyafetimize kadar her şeyimizle Batılılara uymalıyız” der ve “Emin olunuz ki, bunların hepsi bir gün olacaktır” diye ekler. Mustafa Kemal’in cumhuriyeti önceden düşünmüş olması muhtemeldir.

Kemal Atatürk kararlı, neyi hedeflediğini ve hedefe ulaşmak için ne yapmak gerektiğini bilen bir liderdir. Saltanatın ilgası görüşmelerinin uzaması üzerine müzakerecilere konuşması, karalılığının açık ifadesidir: “Efendiler, hâkimiyet ve saltanat kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye görüşmeyle tartışmayla verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle zorla alınır. Osmanoğulları Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatını zorla el koymuşlardır. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bunlara hadlerini bildirerek hâkimiyet ve saltanata isyan ederek kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Konumuz millete saltanatı bırakmak ya da bırakmamak değildir. Mesele zaten olup bitmiş bir gerçeği ifade etmekten ibarettir. Bu derhal olacaktır. Burada toplananlar meclis ve herkes meseleyi olduğu gibi görürse doğru olur. Aksi takdirde gerçek yine gerektiği şekilde belirtilecektir. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

Ali Şükrü Bey olayı

İsmet Paşa’nın Lozan’da görüşmelerin kesildiği için ülkeye dönmesinden sonra, Meclis’te gizli celseler çok sert geçer. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey ile Mustafa Kemal Paşa arasında münakaşa, her ikisinin de ellerini bellerindeki tabancalarına atmalarına kadar varır. Daha sonra Ali Şükrü Bey Topal Osman tarafından öldürülür. Bu olayda Topal Osman, Mustafa Kemal’den ne derece bağımsızdır? Bu hususta soru işaretleri vardır. Olayın uyandırdığı infial üzerine Rauf Bey(Orbay) ile Mustafa Kemal Paşa arasında şu konuşma geçer: “ ‘- Topal Osman’ı yakalamak lâzım. Çankaya’nın arkasında, Ayrancı tarafında Papazınbağı denen yerde bulunduğu zannediliyor. -Nasıl yakalayacaksın?  -Meclis Muhafız kıtası ile.’ Bu sözüm üzerine, Mustafa Kemal Paşa endişeli bir tavır takındı: ‘Meclis Muhafız Kıtasında, Topal Osman’la gelmiş Karadenizliler var, bunlar birbirlerine ateş etmezlerse ne sen, ne ben, ne Ankara... Bir şey kalmaz” .

Sonrasında Topal Osman’ın üzerine İsmail Hakkı Bey(Tekçe) gider ve Topal Osman öldürülür. Zamanın CHP Mebusu Faik Ahmet Barutçu hatıratında İsmet İnönü’den naklen, (Siyasi Hatıralar II s.918-919 ) ‘Trabzon mebusu Ali Şükrü işinden haberdar olduğunu bana son zamanlarda Osman Ağanın yakın adamı olan eski Hatay Valisi Nizamettin Ataker söyledi. Bunu Osman Ağa ona söylemiş. Atatürk’ün Osman Ağa’yı mahkemeye vermeyerek öldürtmesi bunu gösteriyor.’ şeklinde yazmaktadır. Buna göre, Mustafa Kemal Paşa’nın Ali Şükrü Bey hadisesinden haberdar olma ihtimali vardır.

Yine İsmail Hakkı Bey Trabzon’da “aldığı bir emir üzerine Topal Osman’ın iki adamını da yanına alarak Ankara’dan gidip Yahya Kâhya’yı kendisinin öldürdüğünü” de hatıratında açıklar. Trabzon kayıkçılar kâhyası Yahya TKP’li Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmelerinde yer alır. M. Suphi ve arkadaşları kendilerinden çekinilmesinden ziyade, Sovyet Rusya ve Lenin’e Türkiye’deki tek muhatabın Mustafa Kemal Paşa ve ekibi olduğu mesajı verilmek istendiği için öldürülmüş olabilir. Beri yandan bu, bir “milli sosyalist” damarın zayıflamasını da beraberinde getirir.

Sosyalist rejim ihtimali

Mustafa Kemal Paşa ve Kuvay-ı Milliye’nin İngilizlere karşı ve belki de İngiliz ordusunun Anadolu’ya doğrudan müdahale ihtimaline karşı elindeki en güçlü kart Sovyet Rusya ve komünizm kartıdır. Bu Celal Bayar ve Ali Fuad Paşa’nın da dâhil olduğu resmi TKP’nin varlık sebebidir. Ve bu dönem belki de Türkiye’nin bir sosyalist rejim ihtimaline en yakın olduğu dönemdir. Buradan M. Kemal’in Marksizm’i benimsediği anlamı çıkarılmamalıdır. Mustafa Kemal Paşa için sözkonusu olan bir tercih değil, sınırlı imkânla, reel-politik dengelerden maksimum fayda ile çıkılabilmesidir. Ve bu başarılmıştır. İkinci defa 1971 9 Mart cuntası döneminde de Baas tipine benzer bir sosyalist rejim mümkün gözükmüşse de, bu hızla tasfiye edilir. Almanya değerlendirme dışı tutulmamak kaydıyla, Sovyet Rusya ve İngiltere -II. Dünya savaşı sonrası ABD ile birlikte-  kuruluştan bugüne Cumhuriyetimizin temel küresel dengeleridir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında yeni nizamın yerleşmesi için olağan dışı usuller daima uygulamadadır. Bunlar, tarihte, özellikle modern çağda yaşanan ihtilallerin ortak karakteridir. Fransız ihtilali ve Sovyet-Bolşevik ihtilali başta olmak üzre, her ihtilalde bir “terör dönemi” yaşanmıştır. Bu yaşanan kaosu düzene çevirmek, yeni bir “müesses nizam” tesis etmek için zaruret olarak görülebilir. Bunlar olağan-dışı durumda uygulanan sıra-dışı usullerdir. Bizdeki sorunun kaynağı sıra-dışı usulleri geçerlikılmak için, kaosun daimi kılınmaya çalışılmasıdır. 90’lı yıllarda merhum Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “devlet bazen rutin dışına çıkar” sözleri belki de bunu ifade etmekte idi.  Bu, Cumhuriyetle başlayan değişimin sona ermediğini veya yeni yeni sona ermekte olduğunu da gösterir.

Bu arada Lozan’dan dönen İsmet Paşa’yı karşılamak istemeyen Rauf Bey Başvekillikten istifa eder. Ve ikinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan’ı onaylar. Artık sorun Türkiye’nin rejiminin belirlenmesidir. M. Kemal 22 Eylül 1923’de “Neue Treie Presse” adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920’de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyler.

Başkent Ankara

Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundur. Fiili olarak Ankara 1920’den beri başkenttir. Mustafa Kemal’in daha öncesinden İstanbul’un payitaht oluşundan vazgeçilemeyeceği şeklindeki beyanlarına rağmen, iş ‘olurundan’ halledilir. Ankara coğrafi olarak merkezi oluşu sebebi ile daha güvenlidir, denilmektedir. 13 Ekim’de Ankara başkent olarak oy çokluğu ile kabul edilir. Böylece Cumhuriyet’in ilanına bir adım daha yaklaşılır.

Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul’dadır ve Halife’ye yakınlık göstermektedirler. Ankara’da’ ise kabine kurulamamaktadır. Bu gelişmeler üzerine Cumhuriyet İlanına karar veren M. Kemal, 28 Ekim gecesi Çankaya’da İsmet Bey ve bazı kimseleri toplantıya çağırır ve “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” diyerek kararını açıklar. İsmet Paşa ile birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırlarlar. Ertesi sabah Parti grubunda, M. Kemal Paşa Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını söyler. Ve bunun çözümünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirttikten sonra değişiklik önergesini okutur. Esasen Hükümet buhranını Mustafa Kemal Paşa sistemin işlemediğini kanıtlamak için kasden ortaya çıkarmış gözükmektedir. Önerge CHP Parti toplantısında tartışılır, BMM’de aynı akşam 29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan olunur. Yeni devletin adı: Türkiye Cumhuriyeti’dir. Hemen arkasından da Mustafa Kemal Paşa ilk Cumhurbaşkanı olur.

Laik Cumhuriyetin homojen bir Türk ulusu varsayımının sonuçları ortada ve günceldir.   Bizdeki Laisizmin menşei ise, Batı-Avrupa’nın anti-Klerikalizmi (ruhban sınıfı karşıtlığı), özellikle de 19. yy Fransız pozitivizmidir. Türkiye’deki Laisizm, elitisttir, demokratik değildir, tepeden inme yöntemlerle kurulmuştur ve bu nedenle otokratik ve otoriteryendir. Dikkat edilirse, Kemalizm’in ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin ünlü altı okunun arasında Demokrasi ve Liberalizm yoktur. 1908 Meşrutiyet devriminin ünlü “Yaşasın Hürriyet!” sloganının bu altı ilke arasında yer almaması, aslında tek başına çok şeyi açıklamaktadır. Esasen laiklik Hıristiyan teolojisine ait bir kavramdır ve Türkiye’de tam bir zihinsel ve toplumsal karşılığı da yoktur. Kavram kargaşası da buradan doğmaktadır. Aytunç Altındal’ın dediği gibi, laiklik “enigmaya dönüşmüş paradigmadır” Laik olmak, devlet gibi kurumlarımı, yoksa bireylerimi ifade eder? Düşünmek gerekir. Din “tüzel kişilikleri” değil, “gerçek kişileri” muhatap alır. Devletin din ile ilişkisi ise idare edenlerin dini eğilimleri, manevi otorite ile irtibatı, ayrıca devleti tanımlamaları ve idare usulleri ile alakalıdır. Ancak idare edenlerin kendi dini eğilimlerinden bağımsız olarak, idare olunan ahalinin dini eğilimlerinin dikkate almasının tarihî-sosyolojik açıdan gerekliliği açıktır. Aksi halde ahali üzerine baskı uygulanması kaçınılmaz olur. Zaten yaşanan da budur. Her türden diktatörlük gibi, herhangi kişi veya grubun bizatihi dinin anlaşılması ve yorumlanmasını da tekeline alarak, dini referanslı tekçi, otoriter ve totaliter bir diktatorya kurmasının yolu elbette kapalı olmalıdır. Ancak bunu gerçekleştirmenin tek yolu laisizm, bunun tek ifade ediliş şekli de laiklik midir? Din ve devlet ilişkisinin Anglosakson ele alınış şekli nasıl dikkate alınabilir? Nasıl faydalanıla bilinir? Kendi tarihimiz ve bugünün uygulamaları bir sentez oluşturabilir mi? bu şekilde dünyaya farklı bir model sunulabilir mi? Bunlar üzerinde düşünülmeğe değer sorulardır.

[email protected]