Cumhuriyet’in batıl ritüeli İÇKİ

Selman Bayer - Yazar
18.05.2013

Bağnazlık ve yobazlık yalnızca bir kesime mal edilemeyecek kadar ciddi bir hastalıktır bu ülkede ve dahası sâridir. Yani Murat Belge’nin tasavvur ettiği İzmirliler dahil hiçbir kesim bu hastalıktan muaf değildir. Çünkü Türkiye’de içki tüketmek bırakın modern dünyayı Osmanlı’daki kadar bile normal bir yönelimle değil, Cumhuriyetin telkinleriyle yerine getirilen batıl bir ritüel olarak telakki edilmelidir.


Cumhuriyet’in batıl ritüeli İÇKİ

Murat Güzel’in hoş benzetmesiyle Türk solunun Ayetullah’ı olan Belge, geçenlerde İzmir üzerinden bir hayat tarzı savunusu yapmaya çalıştı. Murat Belge, bütün gerginliğine, fanatikliğine rağmen İzmir’in bir kültürel sembol olduğunu ve belli bir tarz-ı hayatın adeta kalesi olduğunu ifade ediyor. Peki, gerçekten de öyle mi?

İzmir aslında tarihsel ve coğrafi anlamda kendisine bahşedilen bir takım nimetlerin taşıyıcısı olmanın yanında sosyolojik olarak da ciddiyetle üzerine eğilinmesi gereken bir kent. Cumhuriyetin medar-ı iftiharı ya da daha sosyolojik bir tanımlama yapacak olursak Cumhuriyet değerlerinin sergilendiği bir açık hava müzesi. Belge’nin tarz-ı hayat savunusu yaparken kastettiği husus da bu olsa gerek: Yani ilk dönem Cumhuriyet elitlerinin gelecek nesillere miras bıraktığı değerler! Cumhuriyetin faziletlerine sıkı sıkı sahip çıkmanın yanında hep birlikte alkol içebilme, Türk usulü modernleşme ve elbette şiddete prim vermeyen ve bütün fanatikliğine rağmen müsamaha gösterebilen bir tartışma kültürü! Oysa Türkiye’de bu bağlamda bir tarz-ı hayat yalnızca İzmir’e mal edilemeyecek kadar geniş bir coğrafyaya sahiptir. Dahası İslamcılar sahne alana dek sağ-sol hemen tüm kesimlerin üzerinde mutabakat sağladığı bir tarzdır. Duasını yapan, Cumaya giden, kendince bir itikada sahip olan, kutsala hürmet eden ama içkisini de rahatlıkla içebilen, imkânları el verdiği ölçüde ve elbette Ege’de yazlanan asırlık emeklilerin çizdiği misak-ı milli dâhilinde yazlığına giden, evin hanımının Perşembe akşamları Güllü Yasin okuduğu, ebeveynlerin çocuklarının flörtüne bir yere kadar ses çıkarmadığı orta sınıf bir Türk’ün tarz-ı hayatı. Elbette hemen şunu da eklemek gerekir: Çünkü Türkiye geliştikçe bu tarz-ı hayat da kendisine yeni adetler ediniyor. İşte bu tarz-ı hayatı kabul eden insanlar genelde DP - CHP çizgisinin devamcıları olarak telakki edilen SHP-CHP-ANAP-DYP-MHP ve hatta BDP gibi partilerin hedef kitlesi olabilmiş seçmenlerdi. Ne zaman ki Müslüman hassasiyetiyle gün geçtikçe görünürlüğünü ve bilinirliğini artırarak hem gündelik hayatta hem de siyaset sahnesinde yerini alan bir kesim çıktı, bütün büyü bozuldu. İşte Belge’nin şimdilerde yalnızca İzmir’de var olduğunu iddia ettiği bu tarz-ı hayat da sarsılmaya başladı. Çünkü aynı masada oturan, aynı mahalle kahvesinde ya da meyhanesinde kadeh tokuşturan, aynı yazlıkta yazlanan ve aynı yaz aşklarına figuran olarak görevlendirilen çocuklara otoriter bir tonda özgürlük nutukları çeken ailelerin karşısına farklı bir söyleme ve tavra sahip bir kesim çıktı. Bu kesim bazen açıktan bazen örtük uyarılarda bulunarak başka bir tarz-ı hayatı vaz ediyordu. Huzur bozulmuştu. Türk sinemasında hep kötü rollere yazılan imam farklı statülerdeki ve farklı iş kollarındaki insanların kıyafetine bürünerek bin yıllık huzura kastetmekteydi. Aslında Türkiye’de yıllardır devam eden kavganın temelinde bu kadar basit bir gerçek yatmaktadır.

İslamcılar her şeyi mahvetti!

Cumhuriyet, fikri hür, vicdanı hür kesimler yaratmak isterken ne kadar samimiydi bilemiyoruz fakat bu isteğin sonuçlarına bakacak olursak pek de başarılı olamadığını anlarız. Bir hoşgörü toplumu olmadığımız ortadadır. Aslında eskiden de bu böyleydi lakin konjonktürün üstünü örttüğü loşlukta pek de fark edilmiyordu. İlk dönemden itibaren bu büyük ringde arzı endam etme şansı bulan her görüş rakibine, hasmına karşı tahammülsüz olmakla malul ve maruf idi ve galiba hep de öyle olacak. Yukarıda da söz ettiğimiz gibi İslamcılar ortaya çıkana dek ortak bir konsensüs söz konusu olduğu için bu hoşgörüsüzlük derinlerde gizleniyordu. Bazı arızalar da Ertem Eğilmez’in filmleri gibi filmler sayesinde gideriliyor ve herhangi bir sorunun çıkmasına müsaade edilmiyordu. Yalnızca o filmlerden yola çıkarak bile zengini, fakiri, şehirlisi, taşralısı bu ortak tarz-ı hayata sahip görünüyordu. Bir aile şerefi vardı. Aile kutsaldı. Hatta bütün kutsalı yüklenmiş yorgun bir aileydi. Mesela evin babası dertlenince ya da neşelenince hep beraber rakı içiliyordu. Yani alkol kutsal ailenin en mühim ritüellerinden biriydi. Ne olduysa bu İslamcıların ortaya çıkmasından sonra oldu. Murat Belge’nin biraz da sözünü ettiği husus böyle bir hikâyedir.

Oysa alkol her dönem sorun olabilmiştir. Lakin hiçbir zaman bugünkü gibi ideolojik bir tartışmanın kutsal ya da hedef tahtasına konulan sembolü olmamıştır sanırım. Alkolün problem olarak ortaya çıkması da yine İslamcıların yükselişine denk gelir. Aslında alkol tartışmaları Cumhuriyet öncesinde Osmanlı’nın ilk dönemlerine hatta Asr-ı Saadete kadar uzanır. Ashaptan bazılarının ayyaş olarak kınadığı bir sahabe için Allah Resulü “O Allah ve Resulünü sever, biz de onu severiz” diyerek insana bakışını gösterir. Sonraki dönemlerde de buna yakın hadiseler gerçekleşir. Kanuni’nin içki tüketimi yanında terk-i salat edenlere dair ferman yayınlaması dönem şiirinde dahi neşvü nema bulabilmiştir. Baki’nin şiirlerinden anladığımız kadarıyla ciddi yasaklamalarla karşı karşıya kalan dönemin alkolseverleri işi biraz da mizaha, ironiye başvurarak savuşturmaya çalışmışlardır. Örneğin Kağıthane civarına taşınan meyhanelerin birinin adı Yıkılası’dır. Bu ironik ve muhalif tavır Baki’nin şiirlerinde ölümsüzleşir. Böylesi bir yasak her dönem, dönemin otoriteleri tarafından kullanılagelmiştir. Mesela IV. Murat devrinde çok sert yasaklar söz konusu olabilmiştir. Fakat tuhaf olan, paragrafın başında da vurguladığımız gibi bunun bir tarz-ı hayat tanımlaması üzerinden ideolojik bir kavganın simge olarak değerlendirilmemiş olmasıdır. Hatta ideolojilerin ya da resmi ideolojinin bizim tarihimizde kendisini belli etmesinden sonraki dönemlerde de böylesi bir duruma rastlanmamıştır. Türkiye’de Müslümanlığını bir kimlik ibrazına dönüştürerek teşhir kesimlerin Ulu Hakan diyerek tazim ettiği Sultan Abdulhamit, babasının şikâyetlerine sıklıkla muhatap olacak kadar fazla içki tüketen Namık Kemal’e hep hürmet göstermiş ve ülkenin kurtuluşu için kendisine itibar edebilmiştir. Yani Tanpınar’ın deyimiyle İslamcılığın şampiyonu Namık Kemal şikâyetlere konu olacak kadar alkoliktir ve bu dönemin otoriteleri tarafından pek de rahatsızlıkla karşılanmamıştır. Elbette burada hala o dönemde etkisini ve hayatını sürdüren tasavvufi geleneğin de etkisi mevcuttur. Kanaatimce asıl kırılma Cumhuriyet sonrasında yaşanmıştır. Bütün çözülmelere rağmen Cumhuriyet öncesi İslam anlayışı belli bir adabı ve geleneği muhafaza etmektedir. Fakat Cumhuriyet sonrasındaki İslam yorumu herhalde bütün İslam tarihinin en yobaz yorumu olarak kayda geçebilir kanaatindeyim. Bu da yalnızca İslamcıların değil, tüm Türkiye’nin hesabına yazılması gereken bir kusurdur.

Her anlamda, her alanda, her kesimde yobazlık emarelerinin neşvü nema bulmasına Cumhuriyetin ilk dönem politikalarının da fazlasıyla etkisi olduğu aşikârdır. Bundan Türkiye Müslümanlığı da muaf değildir elbette. Bugün Türkiye Müslümanlığını liberal ve muhafazakar olarak ikiye ayırabiliriz. Liberal Türkiye Müslümanlığı için bu domuz etidir. Mevzubahis edeceğimiz muhafazakar Türkiye Müslümanlığının ise iki kırmızıçizgisi vardır: İçki ve zina! Bu da dinin ne ölçüde günah-sevap çıkmazına hapsedildiğini gösterir bir işaret olarak kayda geçilmelidir. Bu iki kırmızıçizgiyi ihlal etmediğiniz sürece, her türlü günahı işleyebilmeye ruhsat veren bir yorumun yobazlığı tam da bu ikiyüzlü hoşgörüsüzlüğünde ortaya çıkmaktadır. Muhafazakar Türkiye Müslümanları, aforoz, kınama, dışlama gibi cezai müeyyideleri ancak ve ancak bu iki durum mevzubahis olduğunda devreye sokmaktadır. Mesela, kardeşinin etini yemek kadar ağır bir ifadeyle tanımlanmış ve telin edilmiş dedikodu bırakın adi günah mertebesinde kabul edilmeyi, vakayı adiyeden dahi sayılmamış ve hatta teşvik edilebilmiştir. Bugün özellikle formel yahut enformel hiyerarşilerin olduğu her yerde ikbal ancak dedikodu müessesine yüksek vukufiyetle mümkün olabilmektedir. Bu da Türkiye Müslümanlığının kırmızıçizgilerinin nasıl hastalıklı bir zihniyetle çizildiğinin göstergesi olarak yeter sanırım. Murat Belge de muhtemelen bu hastalıklı tanımlamanın temsilcilerini hedef alarak İzmir’in temsil ettiği tarz-ı hayata destek çıkıyor. Lakin kendisinin de kaçırdığı bir husus var, bağnazlık ve yobazlık yalnızca bir kesime mal edilemeyecek kadar ciddi bir hastalıktır bu ülkede ve dahası sâridir. Yani Belge’nin tasavvur ettiği İzmirliler dahil hiçbir kesim bu hastalıktan muaf değildir. Çünkü Türkiye’de içki tüketmek bırakın modern dünyayı Osmanlı’daki kadar bile normal bir yönelimle değil, Cumhuriyetin telkinleriyle yerine getirilen batıl bir ritüel olarak telakki edilmelidir. Elbette böylesi bir ritüelin temelinde de bir zevk, bir damak tadı değil bir ideolojik bilinç mevcuttur. Engin Ardıç’ın yıllarca küçümsediği Türkiye’nin sonradan görme elitlerinin şarap zevksizliği, bizzat Murat Belge’nin de şikayet ettiği degüstatör eksikliği, Türkiye’nin içki kalitesi bakımından dünyada esamisinin okunmaması gibi veriler bunun en bariz göstergeleri olarak kabul edilebilir. Hülasası, bütün bunlar ortadayken sahih bir geleneğe sahip olmayan, kötü kurgulanmış bir tarz-ı hayatın savunusunu yapmak tüm sermayeyi kör döğüşüne yatırmaktan başka bir manaya gelmez. Bu anlamda Murat Belge de yanılmaktadır. 

Adabı muaşeret ve yaşam tarzı

Tekrar başa dönersek iki tarafın da yakalarında bir karanfil gibi taşıdıkları tevarüs edilmiş yobazlık karşılaştıkları her yerde bir gerilimin doğmasına neden olabilecek ölçüdedir. İslamcıların pek görünür ve bilinir olmadığı dönemlerdeki gündelik hayatın adab-ı muaşeretine dair tesanüt böylesi bir kırmızıçizgi hassasiyetiyle bozulagelmiş ve aslında bütün kıyamet de burada kopmuştur. Elbette ki ne böylesi bir yazının sağladığı imkan ne de böylesi ayaküstü yapılmış bir sosyolojik analiz bu sorunun tüm cepheleriniortaya koymak konusunda yeterli değildir. Lakin meselenin burada düğümlendiğine ve söz konusu tarz-ı hayatın gündelik hayatta tecessüm ettiği haliyle bu şekilde bir yönelime sahip olduğu ortadadır. 

Oysa bu meseleye Gökdemir İhsan’ın Afili Filintalar’da yayınladığı ve Çamlıca’ya Cami meselesi için ileri sürdüğü öneriyle yeniden bakmak kaçınılmazdır. Hep ulemanın sözlerini dinledik, biraz da urefanın ne dediğine bakmak gerekmez mi! Örneğin ariflerimizden birinin de söylediği gibi eğer işlediğimiz günahların her biri sarhoşluk verse idi bugün hiçbirimiz ayık olamazdık. Bu örnek zaten fazlasıyla yavşakça bir vicdanla ambalajlanıp piyasaya sürülmüş bir hoşgörü tellallığını hatırlatıyor olabilir. Lakin bu satırların yazarı olarak mezkûr vicdanı her platformda ziyadesiyle suçladığım bilinsin isterim. O halde derdimiz nedir? Derdimiz zaten geleneğimizde var olan dinamiklerin tekraren hatırlatılmasından başka bir şey değildir. Yoksa kayıkçı kavgasını andıran ve zaten tarihi süreci itibariyle başka bir yöne evrilemeyeceği açık olan ideolojik tartışmalara itibar etmek büyüklerimizden aldığımız edebe ziyadesiyle aykırıdır.

[email protected]