Cumhuriyetin görsel kültürü mü elden giden?

NAZİFE ŞİŞMAN/Sosyolog-Yazar
8.12.2012

Prof. Hanioğlu, piyanistin “arabesk dinlemek ihanettir” sözünü, bir aklı evvelin sayıklaması olarak değil, modernleşme dönemindeki kültür politikalarımızın bir tezahürü olarak okumamız gerektiğine işaret etmişti. Bu bakımdan Hatipoğlu’nun Cumhurbaşkanı’nın elinden ödül alması önemli bir değişim göstergesidir.


Cumhuriyetin görsel kültürü mü elden giden?

Piyanistimiz ne der bilmem ama bu yıl Cumhurbaşkanlığı kültür ve sanat ödülü, müzik dalında bir Türk klasik ve tasavvuf müziği sanatçısına verildi. Tarih dalında aynı ödüle layık bulunan Prof. Şükrü Hanioğlu, piyanistin “arabesk dinlemek ihanettir” sözünü, kastı aşan bir gaf ya da bir aklı evvelin sayıklaması olarak değil, modernleşme dönemindeki kültür politikalarımızın bir tezahürü olarak okumamız gerektiğine işaret etmişti (Sabah, 25 Kasım 2012). Bu bakımdan yıllarını Türk müziğine vermiş bestekar ve icracı Ahmet Hatipoğlu’nun Cumhurbaşkanı’nın elinden bu ödülü alması da, bir dönem bu müziğin icrasının yasaklandığı, ta 1975’e kadar konservatuarda eğitiminin yapılmadığı dikkate alınırsa, önemli bir değişim/dönüşümün göstergesi olarak okunabilir.

29 Kasım’da Çankaya köşkünde yapılan törende, bir diğer ödül sahibi yaşadığı şehrin/İstanbul’un geçmişine kendi kişisel tarihini katarak gelenekle gelecek arasındaki bağı edebiyat üzerinden kuran Selim İleri’ydi. Devletin kültür ve sanatla ilişkisinin ne düzeyde olması gerektiği tartışmalı bir konu. Fakat Cumhurbaşkanlığının ödül verdiği şahsiyetlerin profili, kültür politikalarında önemli bir değişikliğe işaret ediyor. İsterseniz bu değişimin ne kadar köklü olduğunu yakın tarihimizden bir kaç örnek vererek anlamaya çalışalım.

Bu yılın UNESCO tarafından “Itri yılı” ilan edilmesi münasebetiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası 11 Haziran’da bir Itri konseri verdi. Bu vesileyle kırk yıl öncesini hatırlayıp bugünle karşılaştıran yorumlar yapıldı. 12 Mart döneminin kültür bakanı Talat Halman, Devlet Senfoni orkestrasının Itri’den eserler geçtiği bir konser organize etmek ister. Yıl 1971. Asker, bürokrasi, malum erkan ayağa kalkar. Piyanistimizin o dönemdeki muadili ise devlet sanatçısı Suna Kan’dır. Eğer bu konser verilirse devlet sanatçılığı unvanını iade edeceğini ilan eder. Konser iptal edilir, Talat Halman’ın kültür bakanlığı da bu ve benzeri uygulama talepleri neticesinde sona erer.

Devlete müzik beğendirmek...

Esasında müzik yasaklarını bizim kuşağımız TRT’deki arabesk müzik yasağı üzerinden hatırlayacaktır. Oysa halkın zevklerini devletin istekleri doğrultusunda şekillendirme girişiminin tarihçesi daha eski. Cumhuriyetin ilk yıllarında geleneksel Türk müziğinin, “şark müziği” tanımı altında resmen yasaklanması kısa süreli de olsa etkisi yoğun olmuştur. Uygulamaya bakıldığında gerçekten kısa bir süredir. 1928’de çok kısa bir süre, ardından 1934-36 arasında olmak üzere iki yıl boyunca radyoda -tabii bu dönem için radyo demek TRT radyo demek- Türk müziğinin yayınlanması yasaklandı.

Ama dönemin kültür politikaları açısından bakıldığında bu yasaktan ziyade Türk müziği eğitiminin yapılmaması daha esaslı bir meseledir. Var olan musiki cemiyetleri yeterli görülmeyerek yüksek eğitim vermek üzere 1917’de kurulan Darül Elhan’da 1926-1943 arası yıllarda Türk müziği eğitimi verilmedi. Türk müziğinin eğitimi ancak 1943’te, o da sadece belediye konservatuarında serbest bırakıldı. Devlet konservatuarında eğitiminin yapılmaya başlanması içinse 1975’i beklemek gerekecekti.

Tabii bu esnada Türk müziği eğitim kurumu görevini radyo üstlenmiştir denilebilir. Nitekim belli bir kuşak için radyo sanatçısı olmak ciddi bir eğitim almış olmak anlamına gelmiştir. Konservatuarda Türk müziği eğitimi başladığında yaşanılan en önemli sorun ise gerek radyoda gerekse bir takım musiki cemiyetlerinde klasik usulde musiki meşketmiş, tabir caizse “alaylı” diyebileceğimiz kuşağın, ustaların, üstatların yeterlik sınavı gibi bir engelle konservatuardan uzak tutulması ve dışlanmasıdır.

Yakın döneme kadar devam eden ve son sedalarını piyanistin twitter mesajlarından haykıran bu tavrın arka planında, Cumhuriyetin modernleşme projesi ve kültür politikaları yatar. Hep söylenen ama yine vurgulanması gereken bir gerçektir: Cumhuriyet modernleşmesi, biçimin içeriği değiştireceği varsayımıyla hareket etmiş ve kültürün görünür özelliklerini değiştirme politikasına sımsıkı sarılmıştır. Kıyafet kanunu bu tavrın en çok tartışılan yönüdür belki de. Ama mimaride ve musikideki biçim vurgusunun tartışılması daha geç dönemde yapılmaya başlandı. Sibel Bozdoğan’ın erken cumhuriyet dönemi mimarisindeki sembolik yapılar üzerinden yaptığı analiz, Türk modernleşmesinin biçimciliği ve bunun mimarideki görüngüleri hakkında çok önemli tespitlere kapı aralıyor. Neşe Yeşilkaya halkevlerinin kuleli mimarisini, camiye karşı yeni kamusal alanın somut bir ifadesi olarak okuyabileceğimizi söyler. Kısaca ifade edilecek olursa modernist bir görsel kültürün üretilmesi, kontrolü ve yaygınlaştırılması cumhuriyet modernleşmesinin en bariz ve etkin stratejisi olmuştur.

Mimarideki ve kıyafetteki bu biçimi değiştirerek “şarklı” ve “geri kalmış” içerikten kurtulma politikasını musiki alanında da gözlemek mümkündür. Batı musikisini zevk ederek batılı medeniyete ulaşılabileceği şeklindeki aydınlanmacı jakoben tavır aslında bize özgü de değil. Fransız jakobenleri de biçimin içeriği değiştireceği varsayımıyla hareket etmişlerdi. Bu tavrın bizdeki yansıması ise Batı medeniyetine ulaşabilmek için Batılı gibi olma beklentisidir denilebilir. Mesela Falih Rıfkı’nın musikimizle ilgili ifadeleri bu konudaki yaklaşımı net bir şekilde gözler önüne seriyor. Yönümüz garp milletlerine dönük olduğuna göre, Türk müziğinin icra şekli olan fasıla karşı operayı tercih etmemiz kaçınılmazdır Falih Rıfkı için (1946). Çünkü medeniyet, Abdullah Cevdet’in de dediği gibi garp medeniyetidir ve ikiz medeniyetçiliğe yer yoktur.

Türk müziği yasaktı

Bugün Türk Tasavvuf musikisi olarak adlandırılan müzik ise dini muhtevalı sözleri ve tekkelerde icra edilen ayinler, muharremiyeler, vb. türleri nedeniyle zaten tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla (1925) bağlantılı olarak farklı bir yasadışılık tanımına mahkum edilmişti. Tabi bir parantez açarak belirtmeden geçmemeliyiz. Türk sanat müziği/klasik Türk müziği/Türk tasavvuf müziği gibi ayrımların nasıl bir tarihsel-kültürel dönüşüme karşılık geldiği ayrıca ele alınmalı. Çünkü bu ayrımları, musikimizin 19. yüzyıldan bu yana geçirdiği gerek kendi mevsim normalleri içindeki değişim süreci (mesela Batılı enstrüman ve formların etkisi), gerekse yasaklar nedeniyle maruz kaldığı travmatik değişimleri dikkate almadan anlamlı bir yere oturtamayız. Hem bu ayrımların nasıl oluştuğu hem de musiki eğitiminin, icrasının ve üretiminin yapıldığı temel kurumlar olarak tekkelerin kapatılmasının musikimizi nasıl etkilediğini yakın tarihimizin çalkantılı süreçlerini analiz ederek tespit edebiliriz ancak.

Cem Behar, Bülent Aksoy gibi isimlerin yaptıkları araştırmalara dek Türk müziği ile ilgili söylenenler, müzmin bir şikayet ya da şehir efsanesi düzeyinde algılanıyordu bazı kesimler tarafından. Bu yaklaşım, esasında bizim şu an pek çok meseleyi ortak bir zeminde tartışamamamızın temel nedenlerinden birini de ortaya koyuyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında -ki Türk müziği eğitiminin 1975’te konservatuara girdiği düşünülürse pek de ilk yıllarla sınırlı değil- kültürün görünür öğelerinin yukarıdan aşağıya değiştirilmesini hedefleyen bir politika yürürlükteydi.

Son günlerde alevlenen cami mimarisi ile ilgili tartışmalara da izi düşüyor esasında bu politikanın. Dinin ve Osmanlı-İslam geçmişini hatırlatan bütün görüntülerin kamusal alandan ihraç edilmesini bu ülkenin bekası ve medeniyet idealine ulaşması için zaruri gören bir politika değişiyor. Tabii ki bu süreç sancısız geçmiyor. Bu sebeple bu kültürel meseleler ideolojik ve kimliksel bir mücadelenin sembolü haline gelebiliyor. Bir tarafta hala modernist bir görsel kültürün her derde deva olduğunu savunanlar, diğer tarafta hiç bir kopuş ve dönüşüm gerçekleşmemiş gibi geleneği icat etmeye, tekrarlamaya çalışmaktan medet umanlar... Halbuki gelenekten travmatik bir kopuş yaşandığı gerçeğini kabul ederek ve öncelikle bu gerçekle hesaplaşarak başlayabiliriz bu konuda fikir yürütmeye.

[email protected]