Cumhuriyetin laikçi olanı mı demokrat olanı mı?

Sait Mürsel Çeşitcioğlu - Galatasaray Üniversitesi
2.11.2013

Her sene Iphone’un yeni modelini dört gözle bekleyen insanlarla dolu bir ülkede 90 yıllık değişmez ilkelerin ya yeni sürümünü ortaya koymak ya da güvenli bir müzeye kaldırmaktan başka çare yok.


Cumhuriyetin laikçi olanı mı demokrat olanı mı?

2003 yılının bir Ekim akşamı, Antalya’da bir ödül töreni gerçekleşiyor. İldeki eğitim camiası, öğrenciler, aileleri, yerel gazeteciler salonu doldurmuş; arka fonda J.J.Rousseau’nun 1752 yılında bestelediği meşhur Le Devin du Village’daki nakarat, yani bize öğretilen haliyle Cumhuriyet’in 10. Yıl Marşı’nın “Çıktık açık alınla” melodisi çalıyor. Altın Portakal’ın ev sahibi şehrinin tüm öğrencileri arasında yapılan “Cumhuriyet” konulu kompozisyon ve şiir yarışmasının sonuçlarının açıklanacağı bir ödül törenindeyiz.  

Salonun girişinde ise bir kızın etrafını öğretmenleri sarmış, “Cumhuriyet” kompozisyonuyla ödüle aday Hatice isimli öğrenciyi, ikna etmeye çalışıyorlar: “Bak Hatice; içeride Milli Eğitim Müdürü de var, Garnizon Komutanı da. Başımıza iş açılır. Şu başörtünü çıkar, alırsan da ödülü öyle al; yoksa çıkamazsın, ben izin vermiyorum.” Lakin öğrenci sanki kamu hukuku ve moda dersi veriyor: “Hocam, burası özel bir mekan. Hem bugün hafta sonu ve herkes sivil, hem de kıyafetimle saçlarım uyumsuz olur. Lütfen, rica ediyorum.” Uzayan diyaloglar sonrası omuzları düşen kız, başını açıyor ve sonucun açıklanmasını bekliyor. 

Evet, gerçekten de “Cumhuriyet” konulu kompozisyon yarışmasını Hatice kazanıyor; alkışlarla sahneye çıkıyor ve ödülü alıyordu. Şanslıydı, çünkü diğer Haticelerin pek çok yarışmada sahneye başörtülü çıktıklarında, daha ödülü alamadan apar topar indirildikleri bir ülkede ödülünü alabilmişti. Martin Seligman’ın “öğrenilmiş çaresizlik”i onun için de geçerli olmuş ancak Cumhuriyet bu sefer ona ödül verme lütfunu esirgememişti. 

Ne acayiptir ki, Avrupa Birliği’nin kalbi olan ve demokrasisinden şüphe duyulmayan Belçika gibi bir ülkede Mahinur Özdemir parlamentoda başörtülü bir milletvekili olarak yer alabiliyor ancak Türkiye Cumhuriyeti’nde bir şehirdeki yazı yarışmasının sıradan bir ödül töreninde genç bir kızın sahnedeki sadece iki dakikalık duruşundan, rejim ağır nezle olabiliyordu. Peki ama bir yüzyıla yaklaştığı halde bu nasıl bir (cumhur)iyetti böyle? 

Hangi cumhuriyet yaşasın?

Cem Boyner’in bile bir zamanlar özgürlükçü solcuları, liberalleri vitrine koyduğu ve YDH diye parti kurup ikinci cumhuriyete dönüştürmeye çalıştığı birinci cumhuriyet’in cemaziyülevveli de aslında trajikomik bir hikayenin adı. Özeti yazılsaydı Kurtuluş Savaşı kahramanı Kazım Karabekir’in on yılı aşkın hapis/gözaltı/takip yaşadığı, Nazım Hikmet’in de Mehmet Akif’in de ülkesini terk ettiği, Seyid Rıza’nın asıldığı, Mustafa Suphi’nin siyasi hedef olup katledildiği ve Said Nursi’nin de 28 yıl hücrelerde ağır hapis ve dağ başında sürgün çektiğine dikkat çekilirdi. Şapka takmakla yükümlü olmayan bir kadının şapka kanununa muhalefet etmekten idam edildiği bir dönemde, popçu Yalın “Cumhuriyet” şarkısını o zaman popüler makamda söylese; herhalde yanlış anlaşılıp, mahkeme koridorlarında rejimi örtülü eleştirmekle suçlanabilirdi. Hele ki halk müziğinin yasaklandığı o yıllarda türkü olarak filan zaten icra edemezdi. 

Bunları söylediğinizde alabileceğiniz en naif tepki ise “Her devrin kendi şartları vardır” oluyor. Bu kadar basit olmasa da, dinlenebilir tek gerekçe olan bu argümanın bile artık iflas ettiği bir noktadayız. Çünkü gözümüzle de görüyoruz ki yeni bir Türkiye var ve her sene i-phone’un yeni modelini dört gözle bekleyen insanlarla dolu bir ülkede 90 yıllık değişmez ilkelerin ya yeni sürümünü ortaya koymak ya da güvenli bir müzeye kaldırmaktan başka da çare yok. En basitinden, laikliği katı bir uygulama yerine nötr bir şekilde uygulamadıkça, en dindar vatandaşının bile seküler olduğu ama sekülerist olmadığı bu ülkede devlet herkesi laisist yapmaya çalışmadıkça, laiklik elbette çoğulculuğa ve Türkiye’deki demokrasiye hizmet edecektir. Öte yandan seküler ve demokratik İsviçre’nin anayasasının “Herşeye gücü yeten Allah’ın adıyla” diye başladığı (şaka değil) ve çoğu demokratik devletin anayasalarının da girişinde kutsala atıf olduğu düşünülürse birileri de diyebilir ki, “Laisizm siyasi tabanlıdır, sekülerizm sosyal tabanlıdır; devletin laik değil seküler niteliği olsun.” 

En önemlisi artık bu şekilde dünya ile mukayeseli, farklı fikirleri özgürce tartışmayı bile Cumhuriyet adına üzüntü sebebi görenler ilkokul hayat bilgisi kitaplarındaki “Cumhuriyet” şiirlerini, anlatılarını okumaya devam edebilir; değişim talebine gözünü kapayabilir. Ama unutulmasın ki, gözünü kapayan da yalnız kendine gece yapar. Hangi siyasi iktidar seçilirse seçilsin, özellikle yeni kuşaklardaki değişim talebi ve sorgulama sürecektir, görünür olsa da olmasa da. Gündüz hukuk fakültelerinde darbe anayasaları övülürken gece yatmadan Jefferson’ın görüşleri okunmaya devam edecek, Meltem Cumbul Altın Küre sunumunda romantik devrimcilik yapsa da genç kuşaklar kolay kolay Memoli’nin dizisini tekrar izlemeyecek, Cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde Hayrünnisa Gül’ü kapaktan aşağılayan Leman gibi dergilere pek çok insan kolay kolay para vermeyecek ve Leman da mizahının düşüklüğünü fark ederek şimdilerdeki gibi kafe işletmeciliğine yönelecektir. 

Artık buram buram resmi ideoloji kokan filmler, sosyal sınıf vurgusuyla dolu kalitesiz diziler değil yıllar geçse de izlenen ve bir efsane olan Prison Break gibi nitelikli yapımlar rağbet görüyor, İstanbul Barosu’nun Mahmut Esat Bozkurt Hukuk Ödülü törenine Nazi hukukçusu Carl Schmitt adına Nürnberg Barosu bile uzun süredir çelenk göndermiyor. Bugün Orhan Gencebay’ın şarkıları arabesk diye tü kaka görülmüyor ve onunla düet yapmak bile bir prestij sayılıyor. Arşivleri dolduran o paçoz yazılardaki gibi artık kimse Hakan Şükür’ü nikah şahitleri, özel hayatındaki namazı vs. üzerinden ötekileştiremiyor; Hakan Şükür de harika golleriyle hala “Kral” olarak biliniyor. Dün ülkeden kovulan Ahmet Kaya’ya bugün devletin en tepe noktası sanat ödülü veriyor, dün sırf başörtülü diye Merve Kavakçı meclisten acımasızca kovulurken bugün başörtülü vekiller var. Değişime kayıtsız kalanlar için zor, Nişantaşı kafelerinden tweetleriyle direnenler için elbette travmatik bir durum. Zira Sinan Çetin’in güzel ifadesiyle “Türkiye’ye şeriat gelecek diye beklerken bir baktık ki aslında dünyaca ünlü U2 Rock Grubu geldi.” 

Demokratik cumhuriyete doğru

Evet, 2013 yılının Türkiye’sinde cumhuriyet=demokrasi illüzyonuna kimse inanmıyor; inananlar ise, bu yazıyı okuyunca “monarşi mi övülüyor?” diye yersiz endişelerinden nabzı fırlayanlar olabilir en fazla. Çünkü biliyoruz ki ne her cumhuriyet birer demokrasidir, ne de demokratlık laisist olmayı mecbur kılıyor, zira yeryüzündeki ülkeler de bunu ispat ediyor. Lijphart’ın akademide muteber Çağdaş Demokrasiler Sınıflandırması’ndaki demokratik 21 ülkeden 10’unda cumhuriyet, 11’inde ise monarşik yönetim görülüyor. Avustralya, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda, Japonya, Kanada, Norveç, İsveç gibi demokratikliklerinden hiçbir şekilde şüphelenilmeyen ve çok uzun süredir demokratik rejimleri asla kesintiye uğramamış olan bu devletler birer cumhuriyet değil monarşi. Buna karşılık adı cumhuriyet olan Kuzey Kore, Çin Halk Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti gibi ülkelerin sistemi ise çağdaş bir demokrasiyi karşılamamakta. 

Sonuçta yıllardır beynimize kazınan “cumhuriyetin demokrasi olduğu”  kandırmacasının bugün bir karşılığı olmadığı gibi, cumhuriyeti demokratik kılmaktan başka da çare yok.  Çünkü her ne kadar Türkiye’deki örtülü apartheid pratikte bitiyor olsa da,  temel “norm”ların değişmemesi halinde 90 yıldır “zenci” muamelesi gören insanlar, “anormal” görülmeye devam edecektir.  İşte bundandır ki, Türkiye bugün İkinci Cumhuriyet’in arifesindedir ve apaçık bir yol ayrımındadır. Eskimeyen bir deyişle, artık “eski hal, muhal”dir.  Hatta denilebilir ki, yeni anayasa ve çözüm süreci İkinci Cumhuriyet’in turnusol kağıdı olacaktır.

Biliyoruz ki, bu ülkede herkes  “Cumhuriyet”in ortak bağımsızlık mücadelesinin sonunda bir tercih olarak benimsendiğinin ve cumhuriyetin ne kadar derinlikli, anlamlı bir sistem olduğunun farkında. Adına faşizan mitinglerin bile yapılabildiği “Cumhuriyet” kelimesinin o kadar değerli olduğu biliniyor ki,  geçmişte “Kemalist Türkiye’den Faşist İtalya’ya Selam!” manşeti atan gazetenin adının Cumhuriyet olması bile utanç verici olarak hatırlanıyor. Bugüne gelindiğinde ise şu çok açık ki, “manasız, isim ve resimden ibaret” bir cumhuriyet artık ülkeye dar geliyor. İşte bu yüzden, “Kemalizmin asli, demokrasinin tali kabul edildiği” birinci cumhuriyet kabuk değiştiriyor ve ikinci cumhuriyete, demokratik sürümüne evriliyor. Yeni Türkiye’nin dinamikleri, cumhuriyetin demokratikleştirilmesini ve gecikmiş bir toplumsal barışı sağlamayı da zaruri kılıyor.  Dileriz ki, şiir okuduğu için mahkum edilen Tayyip Erdoğan’ı 29 Ekim 1998 akşamı İstanbul’daki “Cumhuriyet” konserinde cezaevine uğurlayan sürgün ozan Ahmet Kaya’nın o geceki dileği ikinci cumhuriyete manevi bir önsöz olur: “Cumhuriyetimizin 75. yıl dönümünde daha güzel günleri yaşamak, cumhuriyeti daha özgür yaşamak, inanca saygının, düşünceye özgürlüğün olduğu cumhuriyetlerde yaşamak dileğiyle ve artık şarkı söyleyenlerin ve şiir okuyan insanların tutuklanmayacağı cumhuriyetlerde bir daha görüşmek üzere...”

[email protected]